24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K öy Enstitüleri Yasası’nın 17 Nisan 1940’ta kabul edilişinin yetmişinci yılına varırken geçen hafta, bu hafta da 23 Nisan 1920’nin üzerinden doksan yıl geçivermiş oldu… O günün Mustafa Kemal’li Büyük Millet Meclisi’nden günümüz Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne köprülerin altından kimbilir ne sular aktı, neler yaşandı, bunun yazınımıza yansıması ne oldu; söylenecek çok söz olsa gerek. Örneğin Ankara’ya özgü romanlar, öyküler üzerine yapılan çalışmaların yeterliğinden, bu konuda derli toplu bilgiye, sağlıklı veriye sahip olunduğundan söz edilebilir mi? Yüzyıl öncesinden bugüne değişen bakışıyla, bizim onlara yönelik yenilenmiş yaklaşımımızla köylümüz ne âlemde peki? Ya Ankara romanları için neler söylenebilir? Geçen şu doksan yıla özgülenmiş, çeşitli dönemlerle kesitlerden oluşan bir “Ankara Yazını Kitaplığı” üzerinde yeterince duruluyor mu? Böylesi bir bilince sahip miyiz işin başında? Kültür (ve Turizm) Bakanlığı ile merkezi Ankara’da bulunan Edebiyatçılar Derneği’nin bu bağlamda bir girişimi var mı? Öteden beri aralıklarla da olsa sözü Ankara romanlarına, öykülerine, anlatılarına getirmem boşuna değil… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Toz Duman İçinde Vatan Dediler Köylüler bakış sergiliyor: Bir yanda Hacı Nuri, İmam Ziver, Kadir Ağa, İbrahim Bey, Hasan Emmi öte yanda Mahmut ile ona çeşitli evrelerde destek olan Haceli, Kâzım, Hamdi, Aşır vb. genç, tutkulu, idealist arkadaşları… Buna üçüncü grup olarak kadınların bakışını eklemek zorunlu. Bir ölçüde çocuklarla ergenler de katılabilir hatta bu halkaya. Bunun roman kahramanlarını kaçınılmaz olarak çizgiselleştireceği açık. Çünkü bu çerçevede kurmaca gerçekliğin değil de olgusal gerçekliğin sıralı anlatımına dayalı bir yansıtımla karşılaşıyoruz. Yüceltme de ekleniyor buna. Olgular, düz soyutlayımlarla, dönüştürüme uğratılmaksızın yalnızca kendi gerçeklikleri bağlamında roman evrenine buyur ediliyor. O zaman gerçektenlik duygusu zayıflıyor ister istemez. Yazar, halk romanı temelinde yapılandırdığını düşünerek tutumunu benimseyebilir. Ne ki kahramanların derinlikli karakterlere dönüşemeyişinin, giderek köylülerin ya da askerlerin çizgiselleşmesinin roman için olumlu veriler sayılamayacağı kesin. Yunan askerleri de eklenebilir buna. Bu okuma deneyimi bir kez daha gösteriyor ki olgusal gerçeklikle yaşamsal gerçeklik apayrı temeller üzerine bina edilmek zorunda. Nitekim üçlemedeki kahramanlar, yaşamın içinden süzülerek yerleştirildiği izlenimi bıraksa da idealleştirilmiş, sonuçta kendi gerçekliklerinin dışına çıkarılmış, böylelikle gerçektenlik duygusundan uzaklaştırılmış, karakteristik olmak yerine çizgiselleştirilmiş kişiler. Oysa geçen hafta Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünde Apaydın’ın Sarı Traktör, Yarbükü, Ortakçılar adlı romanlarını ele alırken bunların hiç de böyle olmadığını, dönüştürümüyle, kahramanlarıyla dikkat çekici konum sergilediğini söylemiştim. Andığım üçleme için ise bu kanıya varmak neredeyse olanaksız. Elbette olgusal yaşamda kimileri kahramanlar çağına özgü idealist tutum sergileyebilir, ancak bu, sanatın kendi gerçekliğine dayalı olarak aktarılmadıkça, yazarını tipleştirme klişeleriyle sakatlayacaktır zorunlu olarak. Örneğin Mahmut, köyün imamdan sonra üstelik medrese görmüş tek okuryazarı olsa da İmam Ziver’in sultan yanlısı sözlerine karşı karısına şunları söyleyebilir mi dersiniz, hem de 1919 koşullarında: “Büyüklerimize itaat edecekmişiz. Hangi büyüklerimize itaat edeceğiz ulan? İtaat edecek büyük mü kaldı? Memleketi ne hale getirdiler baksana? Düşmanları doldurdular içeri. Milleti perişan ettiler. Yalanla dolanla geçinip gidiyorlar. Hâlâ onları dinleyecekmişiz.” (Toz Duman İçinde, 9,10) Mahmut, mültezim, harmana vergi toplamaya geldiğinde de söylenir: “Düşmanı doldurdular içimize, hâlâ vergi toplarlar. Sanki hükümet var başımızda.” (32) Vatan Dediler’de yaşı geçkin Banazlı Mustafa da 1920’de şöyle diyor: Orduda benim de yapacağım bir iş bulunur elbet. Ne derlerse onu yapacağım. Tek vatanımız kurtulsun.” (26) Ya Teğmen Galip, hem de askerler önünde bakın ne diyor: “…Bu sefer kendimiz için dövüşeceğiz. Kendimiz için kazanacağız. Kemal Paşa bizim önderimiz. Halk diyor da başka bir şey demiyor. Her şey halk için. Devlet halk için çalışacak. Halkı yükseltecek. Bizi bugüne kadar hep aldatmışlar. Yalan söyleyip uyutmuşlar. Bundan sonra yapamayacaklar.” (80) Savaş sonrası köye dönüşünün ertesinde öteki gazi arkadaşı Haceli’ye şöyle diyecektir Mahmut: “Ne olacak biliyor musun… Ankara devleti yeni kanunlar çıkaracak. Bu yurdun fakırı fukarası köylüsü efendi olacak, işte size yol, işte size toprak, su. İşte size okul. Çalışın üretin adam olun. Aklınızı, boş şeylere takmayın. Şunun bunun kapısına kul olmayın. Kendiniz çalışın, kendiniz yeyin…” (Köylüler, 39, 40) Mahmut’un 1922’de böyle söylemesi de neredeyse olanaksız… Kurtuluş Savaşının öngünlerinde arka plandaki hazırlığın, askerin eksik tamamlayışının, donanımı gözden geçirişinin, adeta cephe gerisi günlüğü biçeminde verilişinin değer taşımadığı savlanamaz romanda. Yıllar sonra bunları okuyanlar, Türkiye’nin yüzyıl önceki yaşama biçimini, giyim kuşam, yeme içme kültürünü, insanların birbirleriyle ilişkisini öğrenebilecek böylelikle… Üçlemenin pek çok yerinde Fethi Naci deyişiyle “göz yaşartıcı bombalar”a rastlanıyor. Böylesi bir üçlemede bundan kaçınabilmek olanaksız belki, ama bunun okuru boğabileceği de öngörülebilmeli. Anadolu halkının dilsel özelliklerinden taşan yansımanın, okumada hoş köpürmeler yarattığı söylenebilir. Yalın, doygun, kısa tümceli anlatı, genel olarak Talip Apaydın anlatısının süreğeni. Bu, romana uçurucu okuma kolaylığı getirirken yazarın Anadolu ağzından bunları yerleştirdiği sözcükler, deyişler de albenili yanışlarla parıldıyor hep. Birkaç örnek vermek isterim doğrusu: talaz, göbüt, işi bitmek komak, çepel, yanazlık, yoksulluk kervanı, duru dineği kalmamak, bus bus bunalmak, şırpbadak, helki, kofalmak, benillemek, gebrelemek, doluksamak, bıcık bıcık, yarıntı, ivmek, deli çıkmak, (bir şeyden) bir dönüm getirmek, cıbır, yarsımak vb. BİR ANKARA ROMANCISININ FARKLI YAKLAŞIMLARI Talip Apaydın’ın roman üçlemesi, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’inden (2006) yaklaşık otuz yıl kadar önce, benzer yönsemeyle, yüceltici duyguya dayalı, daha çok kurmaca temelinde verimlenmiş bir yapıt. Ancak Talip Apaydın’ın 1922 Tacım’ından yaklaşık altmış yıl sonra Kente İndi İdris’te (Tekin, 1981), Ankara’ya yönelik yaklaşımını farklı boyuta taşıyışı üzerinde de durulabilir. Kurtuluşun başkenti Ankara bu kez, gecekondularla işgal edilmiştir. İdris de Yozgat’ın bir köyünden Ankara’ya göçmek için yol arıyordur. Köyden kente göçmeye karar vermiştir vermeye de, adım atmaya geldiğinde iş, tutuktur. Ürker, korkar, güvensizlik duygusu içinde kıvranır. İster ki, göçmek için işi, sırtını dayayacağı güvencesi olsun. “Bir tuhaf güvensizlik duy(a)r” (46) hep. Sonunda hiçbir dayanağı olmadığı halde Ankara’nın bir gecekondu bölgesine taşınır yine de. Çocukları, “Ankaralı olduk gayri değil mi?” (49) diye sorar babalarına. Üçlemenin ardından, Kente İndi İdris’in göstermeci temelde, radyo oyunu havasında verimlenmiş bir roman olduğu da söylenebilir. Hatta Bilgesu Erenus’un Misafir’i (1984) gibi açık biçemle sergilenebilecek halk tiyatrosu gibi de bakılabilir romana. Apaydın, bir masalsöylen diline yakın duruyor da denebilir yapıtında. Sisler gerisinden radyo oyunu havasından duyuşumuz bunu, doğal bu nedenle. Demek ki roman, yazarın farklı verimleme evresine karşılık gelen, biçem denemesine giriştiği bir yapıt. Yüceltilen, söylenleşmiş Ankara’dan düşmüş, düşürülmüş, adeta mafya kenti yapılmış bir tuhaf Ankara’ya… 23 Nisan’ın doksanıncı yılında doksan kez düşünmemiz gereken bir durum bu! Canım efendim, nesini hangi yüzle kutla’yım bunun, nasıl? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1053 K Geçen hafta Köy Enstitüsü çıkışlı yazar olarak Talip Apaydın’ın üç romanı (Sarı Traktör [1958], Yarbükü [1959], Ortakçılar [1964]) üzerinde durmuştum. Bu hafta da 23 Nisan’ın doksanıncı yıldönümünde, Ankara’yla ilgili, üstelik köylülerin bakışıyla kurulmuş bir roman üçlemesi için yine Talip Apaydın’ın yapıtlarına getiriyorum sözü: Toz Duman İçinde (Hürriyet, ikinci basım, 1974), Vatan Dediler (Yalçın, 1981), Köylüler (Cem, 1991). Anadolu ihtilaline, köylüler temelinde eğilen romanlar kaleme alınmadı değil yazınımızda. Bu çerçevede geçmişten İlhan Tarus, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir, Samim Kocagöz, Tarık Buğra vb. yazarlar, günümüzden Mustafa Yıldırım anımsanabilir… Ancak ben, Talip Apaydın’ın andığım romanlarıyla yetinmek düşüncesindeyim bu hafta… APAYDIN’IN ROMAN ÜÇLEMESİ... Talip Apaydın’ı düzayak köy romanları verimleyen, olup bitenleri, adı konmuş biçimiyle “köy edebiyatı” temelinde tekdüze anlatmaya çabalayan biri olarak alabilir kimileri. Köy Enstitülüler yazınına karşı güdümlü olanların, yukarıda andığım yazarlardan hangilerini, ne oranda okumuştur, bilemem elbette… Ancak bunun kadar, buna yönelik değerlendirme yöntemlerini bilmeyi de çok isterim doğrusu… Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler adlı romanların adları, yazı başlığındaki gibi tek tümce haline getirildiğinde anlatılmak istenenin ne olduğu belki daha iyi anlaşılabilir. Toplam bin sayfayı aşan üçlemede, Çanakkale’den Ulusal Kurtuluş Savaşına köylünün gözünden yaşananların aktarılmaya girişilmesi ilginç elbette. Çünkü romanda kimi entelektüel dokunuşlar dışında baştan sona hep köylü bakışı egemen kılınmaya çalışılıyor denebilir. Buna köylülerin gözünden subay, zanaatçı, esnaf anlatımıyla öteki köylülerin aktarılışı da eklenebilir. Bu yaklaşım, yüzyıl kadar önce, dar bir zaman aralığında yaşananların topluca gözden geçirilmesi olanağı sunuyor okura. Apaydın, Köylüler’in “Önsöz”ünde şöyle diyor: “1918’lerden günümüze kadar Türk köylüsünün devlet içindeki ve temeldeki yerini, gelişimini, çeşitli katmanlarla ilişkisini irdelemeyi amaçladım. Belki bir hesaplaşma bu. Sömürücü sınıflarla, aydınlarla ve yöneticilerle…/ Köylümüzün yalnızlığını, umarsızlığını çocukluğumda bizzat kendim yaşadım./ On altı yıl askerlik yapan, Birinci Dünya Savaşının, Kurtuluş Savaşının tüm cephelerinde tetik çeken ve yaralı olarak köye dönünce topraksız, işsiz, ekmeksiz kalan bir köylünün oğluyum. Çocukluğum onu dinleyerek geçti. 1938’de Köy Öğretmen Okulu (sonradan Köy Enstitüsü) öğrencisi olduğum gün, ‘Bu devlet seni okutuyor ya, tüm çektiklerim, tüm akıttığım kan ve ter helal olsun’ dediğini unutamam.” Köy Enstitüsü kökenli yazarlar, kuşkusuz birer kır yazarı ilk önce. Apaydın da ölüm kalım günlerindeki bu halk hareketliliğini, pastoral dokuyla uyumlu yapılandırırken farklı okuma heyecanları yaratmak için çabalıyor. Ancak yazar, olup bitenleri “günlük” havasında en ince ayrıntılarına dek anlatmaya girişince roman, tefrika havasına dönüşüyor çabucak. Söz ekonomisine de rastlanmıyor o zaman. KAĞŞAMIŞ SULTANDAN YENİ ANKARA HÜKÜMETİ’NE... Roman, 1919’da Tacım Köyü’nde başlayıp arada başka yerlere de uğraya kona, farklı zamanlarda farklı yerlerden geçerek işgal Tacım’ından kurtarılmış Tacım’a geliyor. Yazar, köylüleri simgesel olarak iki kesim halinde romana yerleştirip ikili, ama tek boyutlu SAYFA 24
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle