02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Claude Bouillon’dan ‘Deri: Bedenin Örtüsü’ Bir gösterge olarak ten Çıplak olsun boyalı olsun, dövmeli ya da kesik olsun, beyaz ya da siyah olsun deri, simgesel bir anlam taşımıştı tarih boyunca. Kimi kez saflığın, kimi kez bozulmamış ırkın, kimi kez güzelliğin ve sağlığın, kimi kez toplumsal sınıfın ve ekonomik varsıllığın sembolü olan deri, ilkçağdan bu yana insanoğlunun üzerinde en çok uğraştığı mekanizmalardan biri. Deri: Bedenin Örtüsü adlı kitabında, güzellik, saflık ve sağlık kadar savaşların, cinayetlerin, deneylerin aracısı haline gelen deriyi enine boyuna mercek altına alan Claude Bouillon’a göre insanları derilerine göre sınıflandırmanın aslında bilimsel hiçbir temeli yok. İnsanlar arasındaki renklerin farklılığı, bu hücrelerin sentezlediği pigmentlerin yapısı ve boyuyla açıklanıyor. Beyaz bir deriye oranla siyah bir deride pigment tanecikleri daha geniş ve yoğun; sadece bu kadar. riler, hava geçirmez çerçevelerin içinde korunarak, müze ve özel koleksiyonlarda sonsuzluk mertebesine eriştiriliyor. Aslında bütün dinsel toplumlarda başat rol oynuyor cildin görünüşü. Süslenmiş deri, pek çok inisiyasyon töreni ve ritüelde yaşamı, doğurganlığı, saflığı ve yeni bir olgunluk dönemini simgeliyor. Schwentke ise ilhamını Nazilerden, III. Reich döneminde, katledilen Yahudilerin derileriyle döşenen odalardan almış, tıpkı ilk Auschwitz kampının kurulmasından dokuz yıl sonra, 1949’da insan derisinden yapılma bir bayraktan söz ettiği Deri adlı romanını yazan Malaparte gibi. DERİBEN KAVRAMI VE DIDIER ANZIEU Didier Anzieu, 1974’ten beri yürüttüğü “benderi” kavramı üzerine çalışmasında, ben’in deriye nasıl dayandığını incelerken, benin işlevleriyle bedensel kılıfımızın işlevlerini örtüştürür. Bouillon’un, kitabının “Tanıklıklar ve Belgeler” başlıklı bölümünde söz ettiği Anzieu’nün L’Epiderme nomade et la peau psychique (Göçebe Üstderi ve Psişik Deri) adlı kitabı, derinin metaforu olan ben’i gözler önüne seren ilginç bir öyküyle başlar. Çocukken, derilerinden soyunduğunu hayal ederek uyuyan ve derisini çalan hayalet kâbusları gören Anzieu’nün bu rüyası, insandan alınmış üstderi parçasının laboratuvar ortamında muhafaza edilip geliştirilmesi sonucu, yıllar sonra tekrarlamaya başlar. Bu kez rüyada görülen, Doğal Deri Satıcısı adlı bir dükkândır. Rüyalarının sesine kulak vererek deri transferi yapmaya girişen Anzieu, çocukluktaki deri değiş tokuşu hayalini gerçekleştirecek, kimi dillerdeki “kendini başkasının derisine sokmak” deyimi basit bir metafor olmaktan çıkacaktır böylelikle. Dünyanın dört bir yanından gelen, dövmelerle, sembollerle, motiflerle süslü derilerin satıldığı bir “dükkân” açar. Zamanla ünü sınırları aşar, koleksiyonerler kapısını aşındırır. Ancak bir süre sonra işler tersine döner. Çünkü asıl kökeninden koparılan deri parçası er ya da geç sertleşecektir. Üstelik yabancı bir deriye aşılanan parça asla tamamen entegre olmaz. Başkasının derisinin içine kendini resmen koymayı başaramamanın, derimizin bize hem bol hem de dar gelişinin ve tüm emeklerinin boşa çıkmasının üzüntüsü içinde bu macerayı sonlandırır. “Deriben” kavramını ortaya attığı ilk yapıtı DeriBen’de, deribeni şöyle tanımlar Anzieu: “Çocuğun beninin, gelişmesinin erken evreleri sırasında, beden yüzeyi deneyiminden hareketle, kendini kendisine ben olarak temsil etmek için kullandığı bir şekillendirme.” Böylece adı konan bu “deriben”, dokunsal duyusallığa yaslanan birincil ve metaforik bir ben temsili olarak ortaya çıkar. Derinin işlevleri, tutma, içerme, uyarılma engeli, bireyleşme, duyular arasılık, cinsel uyarılma desteği, libidonun yeniden dolması, izlerin kaydedilmesi ve özyıkımdır. MAKYAJ, ESTETİK CERRAHİ VE KENDİNİ KESME Bu bağlamda Marina de Van’ın hem yönettiği, hem de başrolünde oynadığı In My Skin adlı filmin, “deriben”e ulaşma arzusunun dile gelişini göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. İyi bir işi, mutlu bir ilişkisi, lüks yaşam standartları olan Esther, bir kaza sonucu bacağında oluşan yarayı zamanla saplantı haline getirir. Bacağı derken, vücudunun diğer bölgelerini de kesip yaralar açarak kendine şiddet uygulayan Esther, kopardığı et parçalarının bir kısmını yerken bir kısmını bozulmadan saklayabilmek için çare arar. Hâkim güzellik anlayışına karşı performanslarıyla tanınan Orlan ise farklı kimlikleri deneyimlemek için bedenini cerrahi yollarla değiştirir. İzleyicinin seyrine açık operasyonlarda teninden kopan et parçalarınıysa satışa çıkarır. Çalışmalarında vücut ve ten, değiştirilemezlik ya da “genel kabul gören tarzlara göre” değiştirilebilirlik niteliğini kazanırken Orlan, bir performansa dönüştürdüğü estetik ameliyatları, güzellik kavramını yeniden yapılandırmak için kullanır. En son projesi, her ırktan insanın teninden parçalar alıp birbirine ekleyerek bir elbise yapmak olan Orlan için önemli olan, acı duymadan bedeninin kesilip açıldığını gözlemlemektir. Bedenini kesmek, kadınlara insan olduklarını, canlı olduklarını ispat etmektedir Marilee Strong’a göre. Kendi bedeni üzerinde değişiklikler yaparken deneyimlediği acı, sevinç gibi onu güçlendirir, içsel kaosuyla baş etme, onu kontrol altına alma biçimi olarak ortaya çıkar. Bir yer olarak deri ve onun üzerindeki işaretler, kadına yaşamındaki olayları her an hatırlatan bir hafızadır zira. Kadın bu işaretlere bakarak kendi tarihini okuyabilir. Kadının teni, teniyle ilişkisi ve erkek egemen söylem tarafından kurgulanışı, ortaçağdan ve romantik dönemden bu yana, feminist teoriler ve çalışmalar sayesinde hayli değişti. Bouillon’un belirttiği gibi, antikçağ erotizminde zayıflık ve solgunluk aşkla bağdaştırılırken beyaz ten, aristokratik güzelliğin göstergesi olarak baş tacı edilir, solgun, hastalıklı, porselenimsi ten, kadında aranan bir özellik haline gelir. Emile Zola, Rahip Mouret’nin Hatası adlı romanında Albine’in sütbeyaz teninden söz eder, erkek kahraman Serge’nin teni ise buğday renklidir. Oscar Wilde’ın Dorian Grey’in Portresi’nde de yine cazibesine karşı konulamayan, yanık tenli, romantik yüzlü bir erkektir. William Shakespeare’in Venüs ve Adonis’i, Ovidius’un, Aşk Sanatı, kadın teninin saflığının, solgunluğunun ve beyazlığının temrinidir. “Âşık bir kadın mutlaka solgun olmalıdır, kadın gönlünü kaptırdığında ona yakışan tek renk budur” Ovidius’a göre. Kleopatra’dan Marlene Dietrich’e varıncaya kadar yüzyıllardır ideal kadın imajı, solgunluk ve kırılganlıkla bağdaştırılırken I. Dünya Savaşı’nın ardından gelişen sanayi toplumu ve değişen yaşam biçimleriyle bronz ten, müreffeh bir sınıfa aidiyetin göstergesi haline gelir. En azından, güzel bir tatil geçirildiğinin nişanesidir. Charles Baudelaire, 1800’lerin ortasında yazdığı Makyaja Övgü’de, makyajı yeren filozofları eleştirir. Zira makyaj, doğanın tene acımasızca ektiği bütün lekeleri silen, onu tanrısal ve üstün bir varlığa dönüştüren bir araçtır. Makyajın yapmacık bir biçimde olmasa da bir tür saflıkla kendini sergileyebilmesi gerekir Baudelaire’e göre. Baudrillard ise makyaj ve yüzdeki derinliği silmeye yönelen kozmetik uygulamaları, yüzü ayrıcalıksız bir anatomik parça şekline dönüştürmenin yöntemi sayar. Baştan çıkarma aynı zamanda bir “süslenme stratejisi” gibi işler ve makyaj da yüzü geçersiz kılmanın, parlak ve pürüzsüz bir anatomik yüzey yaratmanın yoludur. Makyaj sırasında yüzdeki unsurların kıvrımları izlenerek yüzün taşıdığı ifade katı yavaş yavaş silinir ve beden tümüyle türdeş bir baştan çıkarma yüzeyi şeklini alır. Radikal feminist düşünür ve politik bilimci Sheile Jeffreys ise Batılı güzellik uygulamalarının, Birleşmiş Milletler’in zararlı kültürel pratikler kapsamına alınmasını talep eder. Çünkü biçimleri değişiklik gösterse de, makyajdan kozmetik estetik cerrahiye dek tene uygulanan her tür pratik, kadının bedensel ve ruhsal özgürlüğüne şiddetle yönelmiş bir müdahaledir. ? Deri: Bedenin Örtüsü/ Claude Bouillon/ Çeviren: Ömer Aygün/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s. Ë Hande ÖĞÜT lman yönetmen Robert Schwentke, tüyler ürpertici filmi Dövme’de (Tattoo), ülkesinin karanlık geçmişiyle yüzleşirken insan derisini kullanır ironik olarak. Kentte işlenen seri cinayetler düğümü, bir Japon sanatçının çalışmalarını toplayan bir fetişistte, yani tende çözülür. Bu efsanevi Japon sanatçının dövmelerini bedenlerinde taşıyan insanlar bir bir öldürülür, derileri kesilerek koleksiyon zenginleştirilir. Kara film klişelerini ve stereotiplerini sonuna dek kullanan Schwentke’nin hikâyesini ilginçleştirmek adına kullandığı bir klişe değil bu. Gerçekten de Japonya’da kendi bedenlerini sanat eseri gibi işleyen bir grup var. İrezumi denilen bu insanlar, vücutlarının her milimetresine dövme yaptırıyor ve bu kıymetli sanat eseri onu taşıyan bedenler ölse de yaşamaya devam ediyor. Süslü de A SAYFA 22 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1053
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle