27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Gustave Flaubert’den ‘Bir Delinin Anıları’ Bir ustanın acemilik çağı Gerçekçilik akımının kurucusu ve en önemli temsilcisi Gustave Flaubert, tüm dünyada Madame Bovary ile tanınıyor. Dünya edebiyatında bir devrim niteliği taşıyan bu yapıtının dışında Flaubert, sadece belli başlı birkaç romanıyla biliniyor ve yazarın geçmişte kaleme aldığı yapıtlar genelde göz ardı ediliyor. Yazarın çok genç yaşta kaleme aldığı ilk romanı olan Bir Delinin Anıları okuyucuya, Gustave Flaubert’in hangi aşamalardan geçerek ismini kazandığını anlaması açısından ön ayak oluyor. Bu kitap, ilk kez Türkçeye kazandırılması bakımından da önem taşıyor. Ë Eray AK ustave Flaubert, dünya edebiyatında çığır açmış, birçok ahlaki değeri kurcalayarak o zamana kadar edebiyata taşınmayan “bireyin problemlerini” gerçekçi bakışla kaleme almış bir yazar. Bugün, dünya edebiyatında bir kırılma noktası olarak görülen “gerçekçilik” akımının kurucusu ve en önemli temsilcisi. Yazarı, bu bakış açısıyla dünyaya tanıtan romanı ise Madame Bovary. Daha öncesinde kaleme aldığı romanlar da var Flaubert’in; fakat akıllarda en çok yer eden romanı şüphesiz o. Öncesinde ne yaptığı herkesçe pek bilinmez. Flaubert Madame Bovary’yi 1856’da, yani otuz beş yaşındayken yazmış. Peki bunun öncesinde, o tarihe gelene kadar ne yapmış? Bu çığır açan yazarın edebiyat dünyasındaki serüveni nasıl başlamış? 1838’de, daha henüz on yedi yaşındayken yazdığı bu roman, yazarın olgunlaşmayan fikirleri ve oturmamış kaleminin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Romanda büyük yazar Gustave Flaubert’ten çok, edebiyata meraklı bir genç olan Gustave’ı ve onun okul sıralarındaki buhranlı yıllarını görüyoruz. Okuldaki arkadaşları tarafından dışlanan Gustave’ın, kendini kitaplarda arayışı, yalnızlığı ve kafa karışıklığı kitabın temel konusunu oluşturuyor. Roman, Flaubert’in o çığır açan “gerçekçi” bakışından, bazı bölümlerde yaptığı ayrıntılı tasvirlerle yer yer de olsa izler taşıyor fakat yazarın o yetkin kaleminin biraz uzağında bir görüntü çiziyor. Önemi ise, yıllar sonra büyük bir yazar olacak Flaubert’in hangi aşamalardan geçerek, dünya edebiyatında bir dönemi kapattırabilecek seviyedeki yetkinliğe ulaşmasını görmemize yardımcı olmasında yatıyor. Flaubert Bir Delinin Anıları’na azılı, korkutucu bir deli portresi çıkararak başlıyor. Yazar, bu deli portresini abartılı kılabilmek için elinden geleni yapıyor. Onu, salyalar saçan, haykıran ve kendi kendine yırtınıp duran bir tip olarak çiziyor. İlk başlarda tam olarak anlaşılamıyor bu “deli”nin kim olduğu. Yaşamla ve onun getirdikleriyle sıkıntısı olan birinin başından geçen olaylar olarak, tamamen kurmaca bir metin gibi algılanıyor; fakat sonrasında, kitabın başında da verilen Flaubert’in kısa biyografik bilgileriyle paralellikler gösterdikçe görülüyor ki, bu “deli” kendisinden başka birisi değil. Genç yaşında kendini yaşlanmış, yaşamın içinde sıkışmış hisseden bir yazarın kaleminden dökülüyor tüm bu kelimeler. Romanın bir iç dökümü olacağını, daha en başında belirtiyor yazar. Kitabın ilk sayfaları, romanın adeta “önsöz”ü niteliğinde. Flaubert, kendi kitabının tanıtımını yapıyor bu sayfalarda. “Bu kitabın içinde zavallı bir delinin eğlenceleri dışında bir şey arayan haksız düşer!” diyor. Okuyucunun canını sıkacağından da korktuğunu belirtiyor. Kendine duyduğu güvenin tam olarak oturmadığı hissediliyor bu satırlarda. O yüzden de yazının daha başında, bu romanın bir “Flaubert romanı” olarak değil, edebiyata meraklı genç Gustave’ın iç sıkıntılarını anlattığı bir metin olarak görülmesi gerektiğini söyledim. Metnin ilerleyen bölümlerinde, bu çok daha net bir şekilde hissediliyor: Bir Delinin Anıları, güveni oturmamış, ahlaki dogmalardan ve din korkusundan sıyrılamamış bir gencin, Gustave’ın “ezilmiş” ergenlik yıllarını anlatıyor. FLAUBERT’İN ERGENLİK İSYANI Genç Gustave’in ne anlatmak istediği de açık değil bu sayfalarda. Kitabın başında, kendi “kısa” yaşamından bahsedeceğini söylüyor ama yaşamından bahsedinceye kadar anlatmak istediği daha başka şeyler var. Döneminde ona “yapmacık” gelen sosyetik yaşamdan dem vurarak konuya giriyor ve “neredeyse yaşamadığını” söylüyor. İğneleyici bir şekilde, hatta onlarla dalga geçerek hiç metresinin, hizmetçisinin, maiyetinin olmadığını söylüyor. Lafı, onların “yapmacık” yaşamlarının unsurlarına getirerek, bunlar olmadan sosyetenin bir hiç olduğunu anlatmaya çalışıyor. İnsanlığın tanrısının “para” ve “makine” olduğunu söyleyebilecek kadar da sert çıkışlar yapabiliyor. Metinde bu bağlamda, dönemine dair bazı konular hakkında eleştiriler görülüyor. Kitapta, genç Gustave’ın “arayışları” çok önemli bir yer kaplıyor. Bu arayışlarının önemli bir kısmında da “şüphe” en belirgin öğe olarak karşımıza çıkıyor. Şüphe denizinde yüzdüğü günleri bir kâbus gibi anlatıyor yazar. Tanrı’dan, erdemden ve yaşama dair her şeyden şüphe ederek mutluluğu yakalayabileceğini sandığını; fakat bu düşüncenin kendisine mutluluktan çok ıstırap getirdiğini söylüyor. “Mutluluğu şüphede bulacağımı sanıyordum, ne akılsızmışım!” diyerek de samimi bir itirafta bulunuyor ama bu itirafı, onun ahlaki çizgilerle sınırlı kalmasına neden oluyor. Flaubert’in, çizdiği bu ahlaki çizgilerin dışına çıkmamak için kendini zorlaması, romanın geneline yansıyan bir “bunalıma” itiyor onu. Okuldaki arkadaşlarının onunla alay etmeleri, her türlü zevkten kendini uzak tutmaya çalışması hep bu kendine çizdiği ahlak anlayışı çerçevesinde oluşuyor. Bu ahlak anlayışı onu bazen öyle zor durumlara sokuyor ki, bunu çok arı bir şekilde ilk cinsel deneyimini itiraf ettiği sayfada görüyoruz. Genç yazarın bu sayfada, kafasını kuma gömmek istediğini hissedebiliyoruz. BÜYÜK LAF ETME TUTKUSU! Romanda genç Gustave’ın samimi itirafları gerçekten dikkat çekici. Bu, bizi dünyaca ünlü bir yazarın geçmişine götürüyor; onu daha yakından tanımamızı sağlıyor. Bu itiraflar, Flaubert’in ilk aşkına kadar uzanıyor. Flaubert’in ilk aşkı Maria adında evli ve çocuklu bir kadındır. Maria’yı, yazı geçirmek için gittiği bir sahil kasabasında tanır ve ona sırılsıklam âşık olur. Bu, genç Gustave için öylesine bir aşktır ki, onu çok uzun süre aklından çıkaramaz. Flaubert’in, Maria’ya duyduğu bu platonik aşkını anlattığı sayfalarda, yoğun bir romantizm dikkat çekiyor. İlerleyen yıllarda, romantizmin ilkelerini yıkarak “gerçekçiliği” dünya gündemine sokan bir yazarın, bu ilk kalem sınamalarını gözlemlemek gerçekten ilginç bir okuma olanağı sunuyor. Yazarın, Maria’nın özleminden ve okuldaki bunaltılarından kaçtığı tek yer ise kitaplar oluyor. Genç Gustave, tüm o “korku geçitlerinden” kitapların dünyasına sığınarak biraz olsun huzur bulmaya çalışıyor. Kitapların dünyasında da Byron’ın, Goethe’nin sayfalarında nasıl kendinden geçtiğini görüyoruz. Hamlet’i, Romeo’yu adeta “sömürdüğünden” bahsediyor. Gustave Flaubert’in kendi döneminin edebiyatına hâkim olduğunu ve ileride yıkacağı, okuduğu yazarların anlayışını da çok iyi bildiğini görüyoruz. Yani, Flaubert “neyi yıktığını çok iyi biliyor” ve her şeyin farkında. Kitapla ilgili, bir başka ilgi çeken okuma olanağı ise yazarın diğer yapıtlarının izini sürmemize yardımcı olması noktasında yatıyor. Bir Delinin Anıları’nda sık sık Doğu gizeminden, oraları görme isteğinden bahsediyor yazar. Yazar, bu çok istediği Doğu seyahatini ileride gerçekleştirecektir ve bu seyahat Flaubert’in Salambo’suna ilham kaynağı olacaktır. Kitapta Flaubert’in sıklıkla anlattığı o Doğu özleminin nerelere dayandığını görebiliyoruz. Gustave Flaubert’in bu ilk roman denemesinde kurgu ve üslupla ilgili çeşitli kusurlar da göze çarpmıyor değil. En önemli kusurlarından biri, anlatmak istediği konunun bütünlüğünü sağlayamamış olması. Bir diğeri ise romanda, Flaubert’in anlatıcı olarak kendini çokça belli etmesi. Daha yetkinliğini kazanmamış, on yedi yaşında bir kalemin böyle hatalar yapmasını doğal karşılamak gerekiyor. Bu, Flaubert’in hiçbir şekilde yazarlığına gölge düşürmez. Zaten, sonrasında kaleme aldıklarıyla herkese yetkinliğini fazlasıyla ispatlıyor. Romanda gençliğin getirdiği büyük laf etme tutkusu da dikkat çekiyor. Oysa Flaubert’i dünyaca ünlü bir romancı yapan, gördüğünü anlatmasıdır. ? Bir Delinin Anıları/ Gustave Flaubert/ Çeviren: Burak Zeybek/ Sel Yayıncılık/ 94 s. SAYFA 23 G İLK ROMAN Gustave Flaubert, yazmaya daha okul sıralarındayken ilk romanı Bir Delinin Anıları’yla başlamış. Flaubert’in Flaubert Bir Delinin Anıları’na azılı, korkutucu bir deli portresi çıkararak başlıyor. Yazar, bu deli portresini abartılı kılabilmek için elinden geleni yapıyor. Onu, salyalar saçan, haykıran ve kendi kendine yırtınıp duran bir tip olarak çiziyor. İlk başlarda tam olarak anlaşılamıyor bu “deli”nin kim olduğu. Yaşamla ve onun getirdikleriyle sıkıntısı olan birinin başından geçen olaylar olarak, tamamen kurmaca bir metin gibi algılanıyor; fakat sonrasında, kitabın başında da verilen Flaubert’in kısa biyografik bilgileriyle paralellikler gösterdikçe görülüyor ki, bu “deli” kendisinden başka birisi değil. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1053
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle