27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K Yüreği hep kısa filmci gençlerle atmış olan Lütfü Özalay’ın sevgili anısına… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Kısa filmin uzun öyküsü “Avrupa ülkelerinde, kısa metraj filmlerin ayakta durmasını sağlayan üç unsur vardır. Devlet desteği, televizyonlar ve festivaller./ Ülkemizde devlet, bir iki kurmaca kısa metraja altyazı yaptırmaktan öte hiçbir olumlu yaklaşım göstermemiştir. 1995 yılında CINE5’in düzenlediği yarışma ve TRT2’nin Genç Sinemacılar programı dışında, hiçbir televizyon kanalı genç sinemacılara dönüp bakmamıştır. En iyi çalışan organizasyonların festivaller olduğunu, …düzenlenen yarışmalarda, genç sinemacılarımızın filmlerinin seyirciyle buluştuğunu ve ödüllendirildiğini görüyoruz.” Bu özetlemeyle “kısa”nın felsefesine geliyoruz… Tür olarak kısa filme giriş yaparken “kısa” için bir ön felsefe zorunlu görünüyor. Sanatsal türlerin kendilerine dayanak yaptığı “kısa” için neler söylenebilir? Ne tür niteleme getirilebilir kısa filmin kısalığına değgin? SANATIN BİR GÖSTERENİ OLARAK “KISA”... Bizde tuhaf bir anlayış var… Bir şeyi, diyelim disiplini konumlandırmak, anlatmak, yerli yerine koyabilmek için ille gösterişli, tumturaklı bir tarihçeye gereksinim duyulur nedense. Bilimin yerine bilim tarihinin, sanatın yerine sanat tarihinin, felsefenin yerine felsefe tarihinin, devrimlerin, Aydınlanma’nın yerine tarihlerinin vb. geçirildiğine tanık oluruz sıklıkla. Bir alanın gereksinim duyacağı tanımları, kavramları, yöntemi, işleyiş bütününü tarihçeyle birlikte anlamlandırmaya karşı çıkılamaz elbette. Ne var ki bu çerçevede içi, özü işlenmeden, sorulara yenileri eklenmeden, aykırı, uç, deneysel bakışa dayalı farklı açılımlar getirilmeden eğer alan, buna özgü bir tarihçeyle anlamlandırılmaya çalışılır, bu durum sürekli kaşınırsa, doğru sonuca varma olasılığı kalır mı orta? Bu nedenle en azından tarihçeyi, şimdilik kaydıyla ayraç içinde bir yana bırakıp “kısa film”in “kısa”lığı üzerinde düşünce üretmeye girişmenin yadsınamayacak yararları olmalı şuracıkta! Önceleri de birkaç kez üzerinde durmuştum konunun. Sanat yapıtı, zamanla yoğun değil yalnız yeğin de ilişkileniş sürdürüyor. Bu doğrultuda yapıt, taşın zaman içinde sertliğini, pürüzünü gidererek enikonu saydam bir somutluğa dönüşmesine, adeta yontulaşmasına benzer biçimde hem geçen zamanı gereksiniyor hem de zaman karşısında dayanıklık göstermesini bekliyor ondan. Bu yoğun, yeğin ilişkileniş karmaşası kısa film, kısa oyun, kısa öykü vb. türlerde açık biçimde görülebiliyor. Nitekim dışarıdan bakanlar, verimleyicilerin bu türleri uzun metraja, oyuna, romana geçiş için kullandıkları evre bağlamında algılayabiliyor. Böyle de algılansa, geçiş için uğranılması gereken zorunlu bir basamak olarak da alınsa sonuçta sıradan insanların bu türleri ustalığa geçişte “aşama” biçiminde düşündüğünü gösteriyor demektir yine de. Tersinden alalım konuyu; kısa filme hiç çalışmamış bir sinemacının uzun metrajda, kısa oyun, kısa öykü kaleme almamış bir yazarın oyunda, romanda başarı sergilemesi, bu türlerde ürün verimlemiş sinemacıya, yazara oranla görece daha sönük kalmayacak mıdır? Birer sanatsal form değil yalnız, apayrı bir anlatım diline, mantığına dayalı türler aynı zamanda kısa film, kısa oyun, kısa öykü… Bu nedenle bu türlerde ürün verenlerin sonraki aşamada uzun metraja, oyuna, romana yöneldiğinde ulaştığı başarı, yaşanan çıraklık süreci kadar bu türlerin diline, mantığına dayalı bir çalışma disiplininden de kaynaklanıyor kuşkusuz… KISA FİLM YA DA YAŞAMI YENİDEN KURMADA ÖZGÜNLÜK O halde ister kurmaca ya da belgesel isterse canlandırma olsun kısa filmin başarısı, yaşamı yeniden kurmakta gösterdiği hünerde çıkıyor ortaya, bunun için yaslandığı mantıksal yapıda, dilde… Gerçekten kısa filmde, gündelik yaşamın tüm zenginliğini, en işlevsel yanlarıyla, bol ayrıntıyla, katmanlı art alan boyutuyla yansıtabilmek, uzun metrajın görece uzaklara düşen kapsayıcı dil mantığına oranla çok daha olanaklı. Bunu yönetmenin bakış açısından, öznel kamera kuşatıcılığından çok daha öteye geçmiş boyutta düşünmek gerekiyor. Engin Ayça’nın, “Kısa film sinemanın geleceğidir, ya da sinemanın geleceği kısa filmdedir” (62) deyişini bu bağlamda almak olanaklı. Bunun için kısa filmin bağımsızlığının önü açılmalı, ona sonsuz bir özgürlük alanı tanınabilmeli. Ayça’nın yaklaşımıyla sürdürelim: “Aslında bütün sanatlar arasında ortak noktalar vardır. Sinema için de bu böyledir. (…) Ama sinema, diğer sanatlarla olan ortak noktalarıyla değil, kendini onlardan ayıran, kendine özgü nitelikleriyle kendini 7. Sanat olarak kabul ettirmiştir. Sinema bütün diğer sanatları kendi içinde içerir gibidir, hepsinden yararlanır. Ama onlar olmaz.” “Sinemayı, pazar ilişkilerinin dili yerine, yaratıcının diliyle konuşmanın zamanı çoktan geldi. Deyimlerin bu bakımdan tartışılmasında ve değiştirilmesinde yarar olduğu kanısındayım. Sinemada yatırımcının değil, yaratıcının ölçüleri ve deyimleri geçerli olmalıdır.” (59, 61) Ayça’dan aktardıklarıma Nur Akalın’ın sözlerini ekleyebiliriz: “Kısa film, politik görüşlerin hizmetinde olsa da, ‘devrim sineması’ gibi, sosyal bir görev edinse de, estetik ve tarihi niteliklerle uygulansa da her bir biçim altında bir felsefi yapı bulmak zorundadır, sanatçısı tarafından. Yönetmeni değil sanatçısı. Çünkü sinema sanattır. Ve sinemanın ticari kalıplarının dışında bir uygulama alanıdır ‘kısa film’.” (27) Kısa filmin başarısı, dünyayı, yaşanan gerçekliği yeniden kurarken gösterdiği yetenekte, yeterlikte, bunları bütün olarak kucaklayan öz olanaklarında aranmalı. Bu, bize kısa filmin düşünsel, felsefi zemininin çok sağlam temeller üzerinde oturduğunu, dayanaklarının sağlamlığı kadar bunların estetize edilmiş minimal alanlar yarattığını ele veriyor… Kısanın felsefesi işte burada çıkıyor ortaya. Bunların ise kısa öyküde ya da kısa oyunda olduğu gibi ortak bir atanın karakterlerine karşılık geldiği apaçık… Demek ki kısa film, sinema sanatının temelinde gerek sanat koyucuyapıcı olarak gerekse uygulayıcı bir ilke olarak yalnız sinema sanatımızın ön açıcısı değil, öteki sanatların da alçakgönüllü bir kılavuzu… Yeter ki biz ayırdında olalım bunun. ? ısa filme bir uzun tarih biçmek gerekir mi ille? Sinemanın kendisi kaç yıllık geçmişe sahip ki? Ama bizde kısa filmin çeyrek yüzyıldan bu yana süregelen bir festivali var yine de sözgelimi. Büyük başarı bu… 8 Kasım Pazartesi’den 14 Kasım’a dek bir hafta sürecek 22. Uluslararası İstanbul Kısa Film Festivali, bu tarihçenin bir kanıtı gibi duruyor sanki… Belgeseli de kısa filmin yanına koyduk mu, 28 Ekim4 Kasım’da gerçekleştirilen 13. Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali’yle birlikte yaşadığımız şu günlerin kurmaca, deneysel, belgesel, canlandırma olarak kısa filmin egemenliğinde geçtiği öne sürülebilir pekâlâ… Kısa filmin uzun bir tarihi değilse de uzun bir öyküsü olmalı… Tıpkı kısa oyun, kısa öykü türlerinin upuzun birer öyküye sahip olması gerektiği gibi… Herhangi filmi, oyunu, öyküyü kısa tutabilmek, bambaşka hüner gerektirir herhalde. “Kısalaştırma”, apayrı bir erkeye, çabaya gereksinim duyar çünkü… Demlendirme, süzüp yoğunlaştırma, kıvamlandırma, katmerlendirme vb. eylemleri getirelim göz önüne. Bunlar seyreltildiğinde, yaydırılıp genişletildiğinde, gevşetilip uzatıldığında ilk hallerine nasıl dönüşmezse bunun gibi kısa film uzun metraja, kısa oyun oyuna, kısa öykü uzun öyküye veya romana dönüşmez kesinlikle. K Ne var ki kısa filme dönük yayınlara baktığımızda upuzun düş kırıklığı yaşıyoruz yazık ki… Süleymâ Murat Dinçer’in hazırladığı Türk Sinemasında Kısa Film (Dünya Kitle İletişim Araştırma Vakfı yayını, 1996), bu konuda tek başına köşe taşı halinde duruyor neredeyse. Andığım yapıt, alana değgin geniş çaplı bir soruşturmaya dayanıyor. İki bölüm halinde gerçekleştirilen soruşturmada Dinçer, “kurmaca ve belgesel kısa film için” yedi, “Türk ‘canlandırma sineması’ için” dokuz soru yöneltiyor katılımcılara… Üretime katılan yirmi yedi kurmacacı, belgeselci, on altı da canlandırmacı kısa filmcinin soruşturma yanıtları okuduklarımız. Süleymâ Murat Dinçer, “Önsöz”ünde, “soruşturmadaki yazılarda yer alan en ilgi çekici ortak yargı hiç kuşku yok ki ‘Türk sinemasında kısa filmin tarihi yoktur’ yargısıydı” deyip şu saptamayı getiriyor: “…Yazılmamış, çözülmemiş bir tarihle karşı karşıya olduğumuz aşikâr. Ve bunun temel nedeni de kısa filmin giderek tecime ayak uyduramayan doğası olagelmiş gibi görünüyor.” Bu önemli saptamayla girebiliriz konuya… KISA FİLMİ, KISANIN FELSEFESİYLE SOBELEMEK! Bilim, sanat, felsefe vb. etkinlikler kendine özgü koşullarla çıkıyor ortaya, öyle de sürüyor. Bu tür alanların tecimsel koşullara ayak uydurup bununla kol kola ilerlemesi doğalarına aykırı. Sonuçta bunlar, ya kendi alanlarının sınırları içinde üretilecek ya da “o şey”miş gibi sunulsa bile tecimsellik kalıbında, ama artık kendisi (bilim, sanat, felsefe vb.) olmaktan çıkmış halde gerçekleştirilecek. Tecimsel temelde üretilen herhangi etkinlik sanatın içiyle değil dışıyla ilgilenmez mi? Buna göre başarıdaki tek ölçüt, kazanç hanesindeki eğrinin yükselişi değil midir? Oysa sanat, söylenecekler kadar bunun söyleme biçimi, biçemi olarak bilinir… Dinçer de vurguluyor bunu: “…Sonuçta söyleyecek sözü olan her topluluk kendi sözüne özge bir kanal açmaya çalışmıştır bütünün –dünya sinemasının içinde. Yani ki iş söyleyecek bir sözü olmakta. Değilse her ne olursa olsun film yapılabilen bir ülkede, yapılan filmlerin başarısızlığını ya da önemsenemezliğini haklı çıkarmaya hiçbir gerekçe yetmese gerek…” Soruna yaklaşırken iki boyutu da göz önünde bulundurmak zorunlu: 1. Kısa filmci, söyleyeceği sözü biçemle buluştururken bunu yaşamsal bir varoluşun nedenine, gerekçesine dönüştürmüş, kısa filmini bu ölçüde içselleştirmiş öte yandan sanatın içsel büyüsüyle yoğrulmuş olacak; 2. Bunun üstesinden gelebilmek için tecimselliğin, buna dayanak olan güncelliğin, popülerliğin, sığlığın, yayvanlığın tuzağına hiçbir zaman düşmeyecek… Türkiye’de “kısa filmin babası” olarak anılagelen sevgili Hilmi Etikan, andığım kitap için kaleme aldığı “Sunu”da, ülkemizde yaşanan manzarayı birkaç satırla özetlerken kısa filmciliğe yönelik sanatsal özü de şöyle vurguluyor: “Her ne kadar ikisi de sinematografik dili kullanıyor olsa da, kısa metrajı, uzun metrajdan ayıran özellik, onun iç dinamizmi, yaşamın ayrıntılarını yakalayabilme çabası ve göreceli de olsa, büyük bütçeler gerektirmediği için yarattığı özgürlük ortamıdır.” SAYFA 20 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1082
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle