06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

001, yeni bir sürecin de simgesi. 1000’e varıldığında sanki süreç tamamlanıyor, 1001’le birlikte yeni bir süreç için işaret fişeği atılıyor… 1001’i besleyen bir önemli yan da şu; çeşitliliği, çoksesliliği dile getiriyor 1001… Sözgelimi dilimize yerleşmiş deyişleri anımsayalım. Bin bir gece, bin bir renk, bin bir güzellik, bin bir çeşit… Sonra bin bir ayak bir ayak üstüne gibi deyimler de söz konusu… Öyleyse Cumhuriyet Kitap’ın elinizdeki 1001. sayısı, şimdiye dek görevini tamamlamışlığın, işlevini yerine getirmişliğin öne çıktığı bir süreci tanımlıyor, binlik yeni bir süreç dumanı üzerinde başlarken… Son yedi yılın “Kitaplar Adası” için de geçerli bu… Başlayan bu yeni süreç hem değişime yönelik tutum sergilemeli hem de çeşitliliği gözeten ipuçları barındırmalı bağrında… Bu yedi yılda toplam 372 yazara yer açmışım. Önümüzdeki süreçte bunların dışında yazarlara yöneleceğim demektir. Şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: Bugüne dek bir biçimde verimlerini konu edindiğim yazar sayısı bu toplamın çok çok üzerinde elbette. Ama şimdi bunlara yenilerini ekleyecek olmak sevindiriyor beni… BİR METNİ YAZINSAL KILMAK... “Eleştirmen”lik nedir diye sorsalar, yetkinleşmiş yazarlık derim kestirmeden. Çünkü “yazarlık” diye meslek vardır da “eleştirmenlik” yoktur bana sorarsanız… Temel insan erdemlerinden biridir olsa olsa, yetkin yazarlık örneğidir, konumuz yazın olduğuna göre. Bunun gibi resimdeki eleştirmenlik yetkin ressamlık, müzikteki eleştirmenlik de yetkin müzikçilik olarak düşünülmeli… Oysa bizde bunun tam tersi yaklaşım sergileniyor. Yetkinleşememiş ne kadar yazar, ressam, müzikçi vb. varsa, “eleştirmen” diye çıkarılıyor karşımıza,çengelliiğneyle iliştirilen bir küçümseme eşliğinde… Akademik çevrelerdeki eleştiri çalışmalarını bunun dışında tuttuğumu ekleyeyim. İşi yazarlık, ressamlık, müzikçilik vb. olanlar için söylüyorum bunu. Ne ki eleştirmen dediğimiz kişinin ardında başarılı olamamış, silik kalmış bir yazar varlığından söz ediliyor da, önemli bir yazar olamayışın temelinde, öncelikle iyi bir eleştirmen olamayışın eksikliği görmezden geliniyor nedense… Hayır, insan kendisine “yazar” diyorsa yazardır, kendisini böyle niteleyecekse kim karışabilir buna? Ötesinde içtenlikle inanabilir de buna. Ama gelin en eskisi Homeros, en yenisi için de Yunus’u örnekleyelim sözün gelişi “yazarlık” için. Bu ölçüde önem taşıyan, çoklu anlam derinliklerine sahip olabilmek için, öldükten sonra bile üzerinizden en iyimser bakışla bir yarım bin yıl geçmesi gerekmiyor mu?… Günümüze kalan bu yazarların en önemli özelliği nedir diye sorsanız bana, kendi eleştirmenliklerini yapabilmiş olmalarını, 1 Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA giden yolda iyi bir zanaatçı olmak zorunlu… Eğer öykünün, romanın, oyunun, denemenin, eleştirinin vb. zanaatçısı olamamışsanız sanatçısı, yazarı da olamıyorsunuz… ZANAATTAN SANATA USTALIĞIN SIRAT KÖPRÜSÜ... Turhan Günay’ın aracılığı olmasaydı böyle bir deneyimi yaşayamaz, yaşamım bu anlamda mayalanıp kabaramazdı… Novartis’in gerçekleştirmeyi öngördüğü “Usta Eller” tasarımında görev üstlenince bu konuya özgülenebilecek ilk adımı da atmış oldum. Fotoğraf sanatçısı arkadaşlarımla birlikte Türkiye’nin pek çok yöresinde dolaşıp çeşitli mesleklerin son temsilcileri sayabileceğimiz “usta eller”le görüştük, onlar aracılığıyla ülkemizin ekin atlasını çıkardık bir bakıma. Belgesel sinemacıyım ya, sonrasında bu tasarım bir belgesel kitapla da taçlandı: Usta Eller (Novartis Kültür Yayını, 2008). Zanaatsanat ilişkisine önümüzdeki haftaların birinde ayrıntılı olarak gireceğim nasılsa. Bu çalışma çerçevesinde yaşı sekseni aşmış yirmi dolayında meslek ustasıyla yaptığım yüz yüze görüşmenin yaşamımın en ayrıksı köşelerinden birini oluşturduğunu söylemekle yetineyim… Bu ustalardan birinin dile getirdiği söz zınk diye yerime çaktı beni. Artık aramızda yaşamayan Münir Tamçevik (19052008) diyordu ki: “Sanatın ya muhtacı ya âşığı olmalı ki insan, iyi bir eser çıkarabilsin ortaya.” Üstelik o büyük ustaların her biri birer derviş gibi alçakgönüllülüğün imbiğinden geçmişlerdi, yüzlerce yıldan bu yana her biri, bir öncekinden aldığını ekleyerek zanaatına, konusu olan nesneyi daha yararlı kılmak için çabalamıştı hep. Oysa sanat, sağlayacağı yarar için değil kendi nesnesi için yapılan iş yalnızca. Ama zanaatçı sabrınız yoksa, iğne iplik, örs çekiç, talim yapmamışsanız ne bileyim sözgelimi dilinizde yıllar yılı, yol alabileceğinizi mi sanıyorsunuz sanatta öyle kolayca? “Kitaplar Adası” yazılarıyla boğuşurken ben, kargo görevlisi farklı yayınevlerinden kitap paketleri getirdi. Kitaplardan birinin üzerine, “Tanıtım içindir. Ayrıca parayla satılamaz” damgası vurulmuştu. Dondum kaldım; belediye tarafından mezbahada etlere vurulan damga gibi buz soğukluğundaydı… Eleştirmenlik haa? Hadi canım… Baksanıza yayınevleri bile, kitap gönderirken uyarıyor onları, “gönderdiğimiz kitabı satmayın” diye. Bunun gerçeklik payı taşıdığını birkaç gün sonra internette gezinirken kavrayabildim ancak. Kendilerine Usta Eller kitabı armağan edilmiş kimileri, bunları satışa çıkarmıştı. Bir ucundan gazeteci, reklamcı satıyor, öte ucundan yazar, eleştirmen… Andığım ustalarla birlikte zanaat tükeniyordu… Günümüz usta yazarları da teker teker çıkıp gidiyor mu yoksa yaşamımızdan? O halde ister eleştirmen isterse okur yazar olalım, sıralı biçimde, ama süreğen olarak bakımdan geçirelim kendimizi… “Kitaplar Adası” için de geçerli bu. Bunca söz bunun için zaten… Yazarın da, okurun da bu yanı ilgilendiriyor beni, ötesi lafı güzaf! Bu çerçevede “Kitaplar Adası” yazılarının, bu yeni sürece ayak uydurmaya çalışacağını söyleyebilirim. Kendimi bu değişime hazırladığımı ekleyerek. Sıra okurla yazarda… Eh, yolcu yolunda gerek öyleyse… Göç de yolda düzelmez mi zaten?.. Hadi yallah, ikinci 1000’e doğru…? 1001... bunun sonucunda ulaştıkları yalınlık olduğunu söylerim hiç duraksamadan. Ama bunların hiçbiri yetmiyor yine de tek başına… Eleştirmen dediğiniz kişi bir yere kadar taşıyabiliyor kendini… Eleştirmenin gücü, kendi dinamiğinde gizli değil yalnızca. En azından yazınsal kamuoyunun eleştirmene verdiği değerle de ilgili bu. Geçmişten günümüze onca ad var yaşayanı, yitmişiyle… Peki bu eleştirmenlerin verimlerine yönelik “atıf sıklığı”, “atıf yoğunluğu” ne? Gelin baştan başlayalım… Sözgelimi Behçet Necatigil, şiirimizde çok saygın bir yere sahip olmanın ötesinde bir “eleştirmen” olarak da “yetke” konumunda alınabilir bana göre. Oysa yazınımızda eleştiri geleneği içinde adının anıldığına rastlamadım bugüne dek onun. Ama yapıtlarla, yazarlarla ilgili değerlendirme ya da yargı söz konusu olduğunda yazınımızda en sık, en yoğun atıf yapılan ad Behçet Necatigil… Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, öylesine bir kunt yapı oluşturmuş, şairin görüşleri öylesine yerine oturup genel kabul görmüş ki yazın ortamında bu tanıklığa başvurmak geleneğe dönüşmüş bir biçimde. Üstelik Necatigil, yalnızca sözlük çalışmasıyla sınırlı tuttuğu halde işini… Oysa yine çok seçkin bir şairimiz olarak Cemal Süreya, Türk eleştirideneme yazınının en önemli adları arasında sayılması gerekirken, atasözüne dönüşmüş bir iki sözü dışında ne bu yönüne vurgu yapılıyor ne de kendisine atıf yapılıyor… Peki size yadırgatıcı gelmiyor mu bu? Necatigil gibi en sık atıf yapılan öteki iki yazar Cevdet Kudret’le Berna Moran yanılmıyorsam. Cevdet Kudret, Edebiyatımızda Hikâye ve Roman, Berna Moran da Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtlarıyla doruk oluşturmuş iki ad… İlki şair, romancı, oyun yazarı, öteki bilimci. Kendimce bunu gerekçelendirebiliyorum. Edebiyatımızda Hikâye ve Roman, çok geniş bir tarama içeriyor, yanı sıra günümüzde erişilemeyecek kimi yazarlarla Arap abecesi ya da Osmanlıca verimlenmiş yapıtlara da yer açıyor. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış ise hem bütünsel yaklaşımı açısından hem de buna dayalı olarak her bir yazar için getirdiği “komprime” değerlendirmeleri bağlamında atıf yönünden çekici hale geliyor. Bu yargının, kaba bir gözleme dayalı olduğunu söylemeliyim yine de. Çünkü bu amaçla taramaya yönelmiş, karşılaştırmalar yaparak sayısal verilere ulaşmış değilim… Ama şaşırdığım şu: Yazınımızda adı eleştirmen olarak en çok anılan iki yetke Nurullah Ataç’la Fethi Naci, kendilerine en az atıf yapılan iki eleştirmen aynı zamanda… Yadırgamamak elde değil bu sonucu. Muzaffer İlhan Erdost’un, “Şiir yazardım, şairler beni aralarına almazdı; öykü yazardım öykücüler, kitaplarını ‘Eleştirmen M.Erdost’a’ imzalardı, eleştirmenler ise eleştirmen olarak tanımaktan kaçındılar beni” deyişi, bu alanda sergilenen kafa karışıklığını göstermeye yetiyor olmalı. Ataç’a, Fethi Naci’ye değil Necatigil’e atıf yapacaksınız, Cemal Süreya’nın varlığından bile haberdar olmayacaksınız bu arada… Demek eleştirmen olarak ağzınızla kuş tutsanız da insanlar bu çalışmalarınızı değerlendirip, sizi bir yerden öte yere taşımadığı sürece orada duruyorsunuz öylece. Şu beylik söz dizisini yuvarlamanın sırasıdır yanılmıyorsam: Eleştirmen uçmaz, uçurulur; uçamayan eleştirmen tutulur, tutulmayan eleştirmenin kanatları yolunup bir kıyıya atılır… Yapılacak ilk iş, “eleştirmenlik” konusundaki kafa karışıklığını gidermek demek ki! BİR METNİ YAZINSAL KILAMAMAK... Salt yazar ya da okur olmaktansa okuyan yazar ya da yazan okur olmayı yeğledim yaşamım boyunca. Abartı gibi alınabilir ama, Cumhuriyet’te 196567 arasında yayımlanan çocukluk dönemi yazılarımda bile gözlenebilir bu tutumum. Oysa neredeyse kusur sayılacak bir özellik günümüzde bu. Nitekim yazın çevrelerinde kutsandığı görülüyor saltık yazarlık anlayışının. Okurluk da, tüketici bağlamda alınıp sıradanlaştırılıyor alabildiğine. Gitgide müsamere toplumu olmaya yöneldiğimiz söylenebilir. Müsamerede ritüel, tapınım egemendir; sonra tekseslidir, buyurgana uyulur askere uğurlama törenlerinde görüldüğünce. Tiyatro ise çokseslidir, kuşkularla, sorularla yol alır. Sonrasında işte kopyayla çoğaltılmış bir örnek okur, yazar, yayıncı dolduruyor ortalığı; dökülüyor küfelerle, çuvallarla, kasalarla kitap pazarlarına. Sele ya da sepet okurluğunun kitleselleşmesi de bunu göstermiyor mu? Yazınsal değer, kitabın adının az veya çok duyulmuşluğu ya da az veya çok satılmışlığıyla, yazarının adının az veya çok bilinir oluşuyla ilişkilendirilebilir mi? Örneğin aşk kadınla erkek arasında yaşanan doğal sıradanlıktır, ama yazında sıradanlıktan kurtarılıp sıra dışılığa kavuşturulduğunda gerçeklik kazanır ancak. İki insanı doğa, birbirine âşık olmaya zorlar, türün geleceği sağlanır bu yolla. Oysa yazında yaşandığı gibi, yaşandığına yakın biçimde ya da düz veya sıradan değiştirime uğratılarak aktarıldığında aşk, ortaya bir yazınsal yapıt çıkacağı düşünülmemeli. Yaşamdaki aşkı anlatarak edebiyat yapılmaz. Gündelik yaşamda bir biçimde tanık oluğumuz, duyduğumuz kimi olayları, ilişkileri derli toplu anlatmak anlamına gelmiyor çünkü yazın. Resim, müzik, tiyatro, sinema, öteki sanat türlerinde başka başka ölçülerle, biçemlerle, yazında ise dilde kurulan yanıyla çıkıyor karşımıza yapıt. Evet, edebiyat bir dil içi olayı. Siz aşkı kaleme aldığınız dilde, bunu dil içi kılabildiğinizde, herhangi aşkı, o yapıta özgüleyip biricik kıldığınızda dal kıpırdanıp tomurcuklanıyor, bin bahar açıyor o zaman. Öyleyse yazarlar da sınıfta kalabileceğini unutmamalı! Peki sınıfı geçebilmek için ne yapmak gerekiyor? Öncelikle sanatçılığa Nurullah Ataç Fethi Naci Behçet Necatigil Cevdet Kudret Berna Moran Cemal Süreya Muzaffer İlhan Erdost SAYFA 26 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1001
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle