Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
da’har, biraz daha yakınlaştırdı. Önümüzdeki zaman bakalım neler gösterecek. Ancak o şiirin yakınımda bir yerlerde olduğunu hissediyorum, biliyorum, arıyorum... Kanda’har’ın ana teması bende, tek düşürülmüş’lük ve çokluk olarak beliriyor. Kitabın tek düşürülmüşlük konusunda, Kandahar’daki, Kerbela’daki, Gazze’deki, ya da dünyanın puslandırılmış herhangi bir köşesindeki bedensel parçalanmanın yanı sıra; kültürün, tarihin ve zihinselliğimizin de parçalanırken hep birlikte imha edilmekte bulunuşumuzu işaretliyor. Ama sözünü, insandaki ve toplumlardaki yıkımların kaynağında yatan kapital yayılmacılığında tüketmiyor. Hepimizi, düzene uyumun izin verdiği küçük ve uçucu itirazların ve itaatin bakışlarında yerleşmiş kayıtsızlığın üzerinden yakalıyor ve çıplak bırakıyor: Hepimiz sorumluyuz. Kapılarını çal, bütün şehrin kapılarını diyen şairi de bu sorumluluğa katarak. Şiirinde, Neden ağlıyorsun? Ağlayacağına / elini uzat bana diyen Ahmatova’nın sesini duyuyorum; ama aynı zamanda vurduğun kamçıyı ve sancısını da. Ne dersin, Berger’in “şiirin saati” dediği, tam da bu saat mi? Oysa şuara şiire ayrı bedenler, ayrı gömlekler biçmek ile bu kadar meşgulken? ÜRKÜTÜCÜ SESSİZLİK Şiirin saati, Kerbela’da bisikletinden vurularak düşürülen çocuğun gözündeki yaşın çoğaldığı zamandadır. Ata’m Nesimi’den günümüze kadar şiir, her zaman, o gözyaşının suladığı yerde büyüdü. Şimdinin kimi şiir yazıcılarının şiiri bir anlam ifade etmiyorsa, o gözyaşının aktığı yerde olmadığındandır belki de. Filistinli o şair, Mahmut Derviş çok büyükse bugün, şiirini o gözyaşı tarlasında tuttuğu içindir. Şiir için hangi gömlekler biçilirse biçilsin, şiir; insanın acısını, çağının acısını anladığı ölçüde büyür ve kalır. Dünyada yaşanan acılardan, kederden ve kandan elbette hepimiz sorumluyuz. Acı kapıları çalmaya başlayınca, su içtiğimiz ırmaklardan irin akınca, gökten misket bombası kapılara yağınca, bu kapı hepimizin kapısıdır kaçınılmaz olarak. Ve fakat birtakım safdiller bunun yalnızca Irak halkına, yalnızca Afgan halkına yöneldiğini sanıyorlar. Oysa kapitalist vandalizmin şiddeti bütün bir yeryüzünedir. Yeryüzüne böylesine vahşice yönelmiş şiddet, şiiri sarsıcı bir biçimde ilgilendirmezse, şiirin geleceği elbette karanlık olur. Bu biraz da vicdandır. Eğer vicdan insanlık burcundan düşmüşse burada “yara fitil tutmaz”. Amerika’nın coğrafyamızdaki birtakım bölgeleri işgalinden sonra genel olarak şiire bakın, ürkütücü bir sessizlik göreceksiniz. Bu işgallere gerektiği sertlikte yanıt vermeyen şiirin kaleleri düştü. Çünkü “vicdan” insanlık burcundan düştü. Yaralı bir hayvan gibi sokaklarda soluyan şiiri “vicdan” yatağına çağırırdı ve şiir o sese kulak verirdi. Şimdi “vicdanın” kendisi yaralı bir hayvan gibi solumakta. Şiire hayat dışı gömlekler biçenler bunu anlamalıdır. Şunu da anlamalıdır. Şiir gündelik hayatın dışında değildir. Hayattan öğrendikleriyle, hayatı yeniden dönüştüren insandır şair. Bu basit bilgi yakın zamanlarda unutuldu ne yazık ki. Korkuyorum ¥ bu gittikçe sislenen günler içinde kaybolup gidecek “insan” ve “şiir.” Kanda’har’da ‘tek’in önüne diktiğin ‘çokluk’ konusuna geçmek istiyorum. Görüntümüz / değmese de birbirine / değer / ateşimizdeki duman... dizelerinde olduğu gibi pek çok yerde, bu küresel kâbusun içinde kalan herkesin aynı kadere maruz bulunduğunu algılatıyorsun okura ve omuzdaşlık, birliktelik talebi uyandırıyorsun. Çokluk’un omurgasız bir birlikteliği mi bu? Başkaca dizelerin de bu sorunun peşinde mi? Evrenin de üstünde bir kalp, gürül gürül işliyor sen işliyorsun, duyuyorum her gece sokakları terinin amber kokusu sarıp sarmalamış dünyayı dizelerindeki gümbürtü, hâlâ akıp duran bir ırmağın çağıltılarını arar gibi mi? Çokluğa nitelik veren ve birliğin gücünü ona iade eden, teloscu bir talepkârlığın uğultusu mu bu, göğün altındayız birlikte, unutma! Göğün altında ve birlikte, unutma! , dizelerinin eşliğinde? Ve Nesimi’nin soluğunu beynimize ve bedenimize katarak: Yerü gökü düzen menem, geri dönüp bozan menem. Ey Tuğrul Keskin, yolda kan, dört yan tufan; bu girdaptan nasıl çıkacağız? Kanda’ki har’ın gücüyle, kulaç atmayı inatla, dirençle sürdürdükçe mi bulacağız yanıtları? Hiç şüphe yok ki, insan başlangıçtaki ütopyasına ihanet ettiği için tek düşürüldü ve artık güç karşısında çaresiz. Neydi insanı diri tutan şey, birliktelik. O birliktelik, tarihin her döneminde, Babek’ilerden, Karmati’lerden, Marksist Bolşeviklere kadar insanın, insanca yaşama yürüyüşünün yaratıcı imgesi olmuştu. Ne yazık ki insan, tekleşmenin karanlığına öylesine hızla çekildi ki, şimdi hiç kimse tek başına yolunu bulamıyor. Son iki yüz yıla yakın bir zamanda dünyamızdan geçmiş bunca kan dökücüden bizlere, üzülerek söylüyorum ki bizlerden de çocuklarımıza kanlar içinde bir dünya kalacak. Bunu ne Amerika’nın yeni Obama’sı düzeltebilir, ne de Tanrı. Kapitalist vandallar yeryüzünü kendi pisliklerini bırakıp gidecekleri bir ağıl gibi görmekten kurtulmadıkça ve insan, karanlık bir girdapta olduğunu kendisine itiraf etmedikçe bu zor görünüyor. İşte şairler, en azından bir “şaman” gibi bu “karanlık girdaptan” çıkışta bir ışık gibi taşıyabilirler şiirlerini. Yol gösterici olabilirler. Şiir tarihimiz bu büyük şairlerle doludur. Ben işte bunu söylüyorum; Türkçe ilk şiiri yazdığı varsayılan Aprın Çurtingin’den, yakın geçmişimize kadar bu ulu şairlerimizi anlayıp dönüştürdükçe, insan da, şiir de, başladığı bu uzun yolculuğu kendisine yakışır bir biçimde tamamlıyacaktır. Yani akıp giden zamanın, yani Kandahar’da, orda, burda akan kanın farkında olacağız. En önemlisi bu kanımca, farkındalık. Farkında olan insan yol arar ve bulur. Bu da hiç şüphe yok ki, birlikte, omuz umuza, kardeşçe bir arada durmanın tarihsel, onurlu yoludur. ? Kanda’har/ Tuğrul Keskin/ Everest Yayınları/ 100 s SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1001