Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cahit Kayra’yla “İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri” ‘Ben öncesine ait hayaller kurarım’ İstanbul inişleri çıkışları olan büyülü bir şehir. Her gün yeni bir güzelliğini keşfetmek mümkün. İstanbul’un yokuşlarıyla merdivenleri de bu güzelliğin vazgeçilmez bir parçası. Cahit Kayra’nın yeniden yayımlanan kitabı, İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri, belki de çok üstünde durulmayan bu ince detayı fotoğraflarla ve edebi bir üslupla anlatıyor. Kayra’yla kitabını konuştuk. Ë Elif ARDA ahit Bey, aslında uzun yıllar siyaset yaptınız. Edebiyatçı yönünüzü nasıl keşfettiniz? Çocukluktan. Ablam öğretmendi, ben de ailenin en küçük çocuğuydum. Ablam genç, idealist bir öğretmen olarak beni yetiştirmeye kalktı ve ilk okuduğum kitaplardan birisi Çalıkuşu oldu. Hep söylediğim bir şey var: Çocuk doğunca dört duvar arasında bulurmuş kendisini, sonra bir peri gelirmiş ona bir merdiven verirmiş ve istediğin yere çık dermiş. Ben merdiveni yanlış yere koydum ve maliyeci oldum. Ama tabii yıllar boyu içimde kaldı bu. Emekli olduktan sonra emeklilik çok güzel bir dönemdir, hastalık olana kadar içimde kalan bu isteğin filizlendiğini gördüm. Edebiyatçı diyerek iltifat ediyorsunuz. Ben ikinci sınıf, üçüncü sınıf bir yazarım, mühim bir yazar değilim fakat insanların kendilerini gerçekleştirmeleri diye bir şey var; yaşama yanıt vermek diye bir şey var. Yaşam olağanüstü güzel bir şey ve ona cevap vermek lazım. İnsanlar türlü şekillerde cevap verirler, hayvanlar çiçekler de cevap verirler. Eşim de çok edebiyata meraklıydı, aslında okunacak kitapları bana o söylerdi. Bütün ev kitap doludur ve hep onun kitaplarıdır. Onun da teşvikiyle olacak, böyle başladı işte. Siz, Sayın Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yaptınız. Sayın Bülent Ecevit de siyasetçiyazarlarımızdandı. Sayın Ecevit’le aranızda siyasi sohbetlerinizin dışında edebi sohbetlerde geçiyor muydu? Şüphesiz. Yalnız şunu söyleyeyim: Bizim dönemimiz çok çalkantılı bir dönemdi. Üst üste olaylar yaşanıyordu. Partide değişiklik, İsmet Paşa’dan ayrılmak, peşinden savaşlar, siyasi mücadele... O dönemde bu konuya zaman ayırdığımızı söyleyemem ama Ecevit’in bana verdiği kitaplar vardır. Mesela bir tanesini hatırlarım: “An Organ for the Sultan” yahut Neruda’nın şiirleri. Böyle kitaplar verdi, bunları konuştuğumuz oldu. Belki de eşim müzisyen olduğu için, daha ziyade müzik üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Kitabınızın başlığı İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri. Bu konuyu seçmenizin özel bir nedeni var mı? Gençlikte merdiveni yanlış yere koyunca ve daha sonra emekli olunca başka bir istikâmet bulmam gerekti. Haritalar, Osmanlı sarayı gibi çok çeşitli konularda kitaplar yazdım. Yokuşları ve merdivenleri yazmak karımın fikriydi. “İstanbul’u yazıyorsunuz madem yokuşlarını, merdivenlerini de yazın” dedi. Oğlum ve albay bir yardımcım vardı, onunla birlikte biz de bu konuyu çalışmaya başladık. Sokak isimlerinden çok etkilendiğiniz anlaşılıyor. Oralarda yaşayan insanlarla sohbet ettiniz mi, kendi sokaklarının adıyla ilgili olarak? Maalesef o sokaklarda yaşayan insanların çoğunun yaşadıkları yerle hiç ilgileri yok. Öyle ilginç sokak adları var, ama oradakiler buna hiç kafa yormamışlar… Siz kendi sokağınızın hikâyesini biliyor musunuz? Atıfet Sokak mesela ... Zannediyorum Atıfet Hanım diye herhalde çok zengin bir hanım vardı ki karşıda çok büyük yeşil bir apartman var, o da Atıfet Apartmanı. Ben zaten buraya 1990’da geldim, hayatımın çoğunu Ankara’da geçirdim. Gerçi Kadıköy’de doğdum, doğduğum ev de duruyor ama benim değil. ON SEKİZ YIL SONRA... İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri, ilk kez 1991’de yayımlanmış. 1991’den bugüne 18 yıl geçti. O arada İstanbul’da neler değişti? Çok şey… Bu bir vandalizm, bir canavarlık. Durup dururken ismini değiştiriyorlar sokakların, yerine birtakım insan isimleri koyuyorlar. Çok güzel isimler var halbuki: Solgun Söğüt Sokağı mesela... Mimari olarak birkaç örnek verebilir misiniz ne gibi değişiklikler oldu İstanbul’da? Tabi İstanbul’un en büyük değişikliği bu göktırmalayanlardır. Le Corbusier’in bir lafı var: Dünyada silüeti olan tek şehirdir, diyor İstanbul için. Şimdi bu silüet başka bir şekil aldı, böyle hep yirmişer katlı, ellişer katlı binalarla… İstanbul’u konu aldığınız başka kitaplarınız var mı? İstanbul hakkında Bebek kitabı var, bir de Çengelköy kitabı var. Çevirisini yaptığım, Büyük Efendi’nin Sarayı kitabı var. II. Mahmud’un İstanbul’u kitabımı gördünüz mü? Bostancı Sicilleri diye bir şey var, biliyor musunuz nedir? Padişah o bilmem kaç kürekli kayığına binip Boğaz’ı dolaşırken, silahtarağa da yanında bulunur ve kıyı boyunca dizilmiş yalılarda kimin oturduğunu kendisine söyler. Tabii bunları hatırlayabilmesi için Bostancı Si C Fatih, Merdivenli Mektep Sokak. cilleri denilen bu defterleri tutar. Bostancı Sicilleri 18. yy’dan başlar II. Mahmut’a kadar gelir. Bu kitap bunun içindir. Peki yokuşlarıyla merdivenleriyle, eski haritalarıyla, zaman ve mekânlarıyla İstanbul’un sizin hayatınızdaki yeri nedir? Çok zor ve çok da hayal kırıcı bir sual... Yok, İstanbul’un benim hayatımda çok büyük yeri yok. Niye yok? Doğru, İstanbul’da doğdum, çocukluğumu İstanbul’da geçirdim fakat ondan sonra 30 yıl İstanbul’dan ayrıldım. Hayatımın en hareketli, en kavgalı dönemi İstanbul dışında, Ankara’da veyahut yurtdışında geçti. Ancak 1980’den sonra İstanbul’a döndüm. O benim bildiğim Yeldeğirmeni dahi yok. Tabii bildiğim Moda da böyle değildi… İstanbul sizin için bir çeşit hayal kırıklığı mı oldu? Hayal kırıklığı da var... İstanbul, tabii çocukluğumun İstanbul’u, başka bir şeydi. Hep hayallerle yaşarız, hayal kurmak çok güzel bir şeydir, yalnız hep ileriye doğru hayaller kurarız. Yani ileride ne yapacağım, ne olacağım, neyle karşılaşacağım, neyi bekliyorum, buna bakarsınız. Benim hayal kurmam tersine, retrospektif bir şey adeta. Ben 1938 öncesine ait hayaller kurarım. O dönem çok güzeldi. 1938 öncesi yaşayıp ölmek çok güzel bir şey olurdu. O heyecanı yaşamak bize nasip olmadı. Benim çocukluğum o günlere denk geldiğinden yine de hatırlıyorum. Mustafa Kemal’in cenazesinin Ankara’ya gelişini hatırlıyorum. Çünkü 21 yaşındaydım o tarihte. Mustafa Kemal’in Kral Edward’la karşılaşmasını hatırlıyorum: Kayıkla yatının etrafına gidip onları seyrettiğimizi hatırlıyorum. Mustafa Kemal’in Belvü Gazinosu’na gidip oradaki halkla karşılaşmasını hatırlıyorum. Mustafa Kemal’i dört kere gördüm ömrümde, birisini hayal mi ediyorum, gördüm mü görmedim mi bilmiyorum. İnönü’yle uzun uzun görüştüm, fakat Mustafa Kemal’i dört kere gördüm. Birisi hayal gibi. Bizi altından tren yolu geçen bir köprüye götürdüler, alttan tren geçti. Trenin en arkasında, sahanlık gibi bir yerde insanlar gördüm. “Mustafa Kemal bu,” dediler. Mustafa Kemal’i daha başka çeşitli vesilelerle gördüm: Bir tanesi işte Kral Edward’la ve Miss Simpson’la birlikte kotradaydı. Krem sadakor derdik biz o zaman, ipek gömleği vardı, beyaz pantolonu vardı, öyle konuşuyordu, o zaman gördüm. Mustafa Kemal’i asıl bir seferinde, Mülkiye’den mezun olacağımız zaman gördüm. Mülkiye’nin bir geleneksel balosu vardı Ankara’da, çok fakir bir balo, Türk Ocağı’nda mezun olacağımız yıl o balo verildi. Mustafa Kemal o baloya geldi. Balo haziran ayında oldu, biliyorsunuz birkaç ay sonra da vefat etti. Tabii o baloya geldiği zaman herkes hemen hareketlendi, yer açıldı, ben hemen karşı tarafa gittim çünkü sorular soruyor çocuklara, ben de hazır cevap bir insan değilim. Şaşırırım, ne söyleyeceğimi bilmem diye uzak durdum. Ama olduğum yerden gözledim, yanında kimler vardı bilmiyorum ama herhalde Saffet Arıkan vardı, Afet Hanım da vardı galiba. Elinde sigara vardı, yüzü fildişi rengindeydi artık belli ki çok ıstırap içindeydi. Sağa sola sorular sorup biraz oturduktan sonra, kalktı biriki zeybek figürü yaptı o haliyle. Heyecanla onu seyrettik. Mustafa Kemal’i bu kadar gördüm. YOKUŞ TIRMANMAK Yokuş tırmanmak biraz meydan okumak gibi. Çünkü çok dik bir yokuşu tırmanmak ilk başta gözünüzde büyür, yorgun argın çıkarsınız ama sonra aşağı baktığınızda güzel bir duygudur o yokuşu tırmanmış olmak. Siz hiç böyle şeyler hissettiniz mi? Çok. İnsan birtakım disiplinler içinde yaşar; yani okul bir disiplindir, aile bir disiplindir, iş bir disiplindir, trafik bir disiplindir. Şimdi siz o uzun yokuşlara sardığınız zaman o disiplinlerden kurtuluyorsunuz. Bir kere yokuşun yorgunluğu var, onunla mücadele ediyorsunuz, diğer taraftan geçtiğiniz yerler sizi ilgilendiriyor. Şimdi nasıldır bilmiyorum ama Hardal Yokuşu’nun ortasında dönüp bakıyorsunuz, akıl almaz bir güzellik var önünüzde, bütün o disiplinlerden kurtuluyorsunuz. Öyle bir tarafı var. Yoksa şimdi Moda Caddesi’nde o havaya giremezsiniz. ? İstanbul’un Yokuş ve Merdivenleri/ Cahit Kayra/ Sel Yayıncılık/ 112 s.s Fatih, Dervişzade sokağı. SAYFA 8 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1027