02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ ler aldım. “BİR VİCDAN YARASI GİBİ” Son kitap Yüzünde Bir Yer’i konuşalım… Önce romanın öncesi, us’ta belirişini konuşalım mı? Nasıl oldu? Hızırla başladı. Çeşitli rastlantılarla Hızır konusunda merak duymaya başladım. Ardından uzun bir araştırma süreci... Derken “Ya Hızır” diye kulağıma çalınan bir sesi hatırladım. Bu ses sevgili babaannemin sesiydi. Hızır’la aramdaki bağı ören babaannemdi yani. Sonra çocukluğumda dinlediğim masallar dirilmeye başladı. Feci bir hayat deneyimi olan bu kadının Hızır inancı, onun evreni, doğa bilgisi açığa çıktıkça, romanın omurgası da kurulmaya başlamış oldu. Sonunda Dersim sürgünü Bese, Hızır ve incir ağacının birbirine sarmalandığı bir roman çıktı ortaya. Fransa’da yazdınız bu romanı… Kısa bir sürede kaleme aldınız sanırım? Olur mu hiç! Tam üç yıl çalıştım bu roman için. Romana başladığım zaman Margueritte Yazar Evi’ne kısa bir bölüm gönderdim. Onlar da bunu kurulda değerlendirerek bana bir burs verdiler. Ben oraya romanı tamamlamaya gittim. Farklı bir ülke, farklı bir mekân, bir yazar evi… Nasıl bir duyguydu peki, oradan burayı yazmak? Çok iyi oldu benim için. Her şeyden önce bütün gündelik sorumluluklardan muaf olduğum için romandan başka hiçbir şeye odaklanmadım. Kimse beni arayıp bir şey isteyemedi. Hikâyemle baş başa kalabildiğim, sessiz bir ortamdı. Nefis bir ormanın içinde kaldım. Yourcenar’ın kitaplarında sözünü ettiği Flandre çayırlarına bakıyordu pencerem. Pek fazla etrafı dolaşamadım gerçi. Toplam beş altı kez dolaşmaya çıkabildim. Başımı hiç kaldırmadan çalıştım. Dolayısıyla hikâyemin atmosferinden hiç çıkmamış oldum. Yüzünde Bir Yer, pek çok mekanı, pek çok gizil kahramanı ve pek çok hikâyeyi içinde barındırıyor… Temaların doğasında vardı bu. Biraz da içerik nedeniyle. Hızır zaten başlı başına bir büyük hikâye. Mısır’da Thoth, Sümer’de Temmuz, Hindularda Raca Jidar, Manas destanında Göksakal, Ortodoks âleminde Aziz Georgius ve daha neler neler... Kadim ve yakın bütün uygarlıkların içinden geçmiş bir ölümsüz. Ama ben daha çok Bese’nin Hızır’ına odaklandım elbette. İnsanlığın azabını bilen, yalnızlık çeken, teselli eden, ağlayabilen Hızır’a... Beşiktaş’tan yola çıkıp Dersim’e uzanıyor hikâye. Kahramanla babaannesinin hikâyesiyle bezeniyor. 30’lu yıllarda yaşanan Dersim Ayaklanması’nı da kaçan Bese’nin torununun harmanladığı bir hikâye çıkıyor karşımıza bu kez? 193738’deki olayların Dersim Ayaklanması ya da Dersim İsyanı adlandırılması, resmi bir söylem. Dersim anısıyla hayatta kalan herkes bunu katliam diye anımsıyor. Ayrıca Bese kaçmıyor, sürgün ediliyor. Şimdi olan bitenle tarihi bilgiler vermek bana düşmez ama kamuoyunun bildiğinden çok farklı bir gerçek var Dersim’le ilgili. Bu konuda yazılmış onlarca kitap var. Henüz birkaç ay önce yayımlanan Dersim 1938 ve Zorunlu İskân da bunlardan biri. Be se’nin hikâyesi ise bu feci olayın ardından gelişen suskunlukla ilgili ve bu suskunluğun bir sonraki kuşaklara nasıl sirayet ettiğiyle. Ben daha çok kahramanların bilinçdışıyla, manevi hayatlarıyla, hayatın içinde tutulmalarıyla ilgilendim. Dersim… Göze görünmeyenlerin ülkesi mi? Oraya kimse bakamıyor. Oraya bakan kör, sağır, dilsiz kalıyor. Dersim, bir vicdan yarası gibi. “SÖYLENCELERİ BOZMAK İÇİN” YENİ! İkinci tekilden anlatılıyor hikâye. Romanın ana kahramanı gibi okur da ortaklık eder hikâyeye. Böylelikle o ve biz bir acının ortak kahramanları oluyoruz, ne dersiniz? Öyle olmasını umuyorum. Seyrettiğimiz ya da görmezden geldiğimiz her olayın suç ortağıyız. Faili olmasak da bu bizi sorumlu kılar. Peki bu roman, kendi bilinmezliğimize bir yolculuksa, bulacağımız hikâye nedir ve nerededir? Şimdi böyle bir amacı yok romanın. Yazarı olarak benim önerdiğim bir yanıt da... Sanıyorum, maneviyatın biricikliğini, bölüşülemeyen mahremiyeti ortaya vuran bir roman bu. Ya da ben öyle niyet ettim. Bir de sırra karşı tahammülü olmak istedim yazarken. Bu romanın merkezinde, kalbinde bir sır var ve torun büyükannesinin sırrına erişemiyor. Bir bakıma erişilemezliğin hikâyesi bu. İnsanın bilinemezliği, aşılamaz bir mahremiyettir sonuçta. Yanılgıya düşersek peki? Gene romandaki gibi kurtarıcımız Hızır ve Zülkarneyn mi olur? Kimisinin olur, kimisinin olmaz. Bese’yi ayakta tutan Hızır’dı ama torunu için Hızır bir fanteziydi yalnızca. Birinde şiirsel gerçeklik var, öbüründe marazi bir şey. Her iki kahramanın hayatı okuma ve anlamlandırma yordamı çok farklı. Asıl bu fark ilgilendiriyor beni. İnciri konuşalım son olarak… Romanın ana metaforu incir üzerine kurulu. Ortak bir dil/hikâye yaratmak için mi? Tam tersine incir üstüne kurulan ortak söylenceleri bozmak, altını oymak için. İncire yüklenen kutsal ve şeytani bütün ikili anlamları üstünden sıyırıp ağacı kendi haline bırakmak için. İncir, bütün semavi dinlerin kutsal kitaplarında geçiyor. Çeşitli kültürlerde de var. Ama ağacın kendiliğine uygarlık izin vermiyor. Uygarlığın en büyük açmazı, dünyayı insanlaştırması zaten. Ben bu insanlaştırma tutumuna itiraz etmek istedim. Sanıyorum, incirden de yapraklarından da pek fazla şey beklememeliyiz, ne dersiniz? Kendi halinde kendi hikâyesiyle bırakmalı mı onu, yoksa hikâyesine, derdine ortak mı olmalıyız? Evet tam olarak öyle. Ağacın aklına vâkıf değilsek, o akla merak duyarak yeni başlangıç yapmalıyız. İnsandan azade bir varlık olarak görebilmeliyiz onu. Ne dişi, ne erkek, yalnızca incir olan incirin karşısında saflaşabilmeliyiz. Doğanın üstünde egemenlik kuramayacağımızı, kurduğumuz egemenliklerin başımıza yıkılacağını artık kabullenmek zorundayız. ? Yüzünde Bir Yer/ Sema Kaygusuz/ Doğan Kitap/ 176 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1027
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle