03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

O ahide Birgül yeni romanı Eflatun Koza’da (Eylül 2009, Everest yay.) insanın hallerinden, ilişkilerinden yola çıkan gerilimli bir hikâye anlatıyor. Sıradan görünen bir hayatın nasıl gizlerle dolu olabileceğini örnekliyor. kuduğum Kitaplar METİN CELÂL dayanak noktalarından olması. Gülsoy’un yazdığına göre John Barth, “Yorgunluğun Edebiyatı” adlı postmodernizmin manifestosu olarak kabul edilen makalesinde Borges’den bu alıntıyı tezlerine kanıt olarak sunarken Binbirgece Masalları’nda böyle bir gece olmadığını belirtmeyi de ihmal etmez. Gülsoy, araştırmalarını derinleştirdikçe çarpıcı bilgilere ulaşmış ve bize aktarmış. Postmodern kuramsal metinlerde bu tip sorunlar olduğunu tespit etmiş. Örneğin postmodern kuramcıların yazılarının denetlenmeden yayımlandığını düşünen Alan Sokal’ın keyfi ve spekülatif yargılarla dolu ama postmodern jargonla yazılmış makalesi postmodern kültürel çalışmalar dergisi Social Text’de hemen kabul görmüş, hakem heyetinden geçirilmeden yayınlanmış. Daha sonra Sokal yazının içeriğinin tamamen uydurma olduğunu açıklayınca ortalık karışmış. Murat Gülsoy Kendini Fark Eden Hikâye altbaşlıklı 602. Gece’de Borges’ten yola çıkarak edebiyatın modernizmden postmodernizme evrilmesini inceliyor. Modern’in ne zaman postmodern olduğu önemli bir tartışma konusu çünkü postmodern yapıtın net bir tanımı yapılamıyor. Postmodern kuramcılar bir yapıta postmodern derse o postmodern sayılıyor. Oysa postmodern sayılan Joyce, Proust, Wolfe, Pound, Kafka, Faulkner gibi yazarların birçok ürünü aslında modernizmin öncü başyapıtları. Postmodern kuram onları sahiplenmeye çalışıyor. Bir açıdan bunu normal sayabiliriz, çünkü adı üzerinde postmodern, modern sonrasıdır, onun mal varlığı üzerine kurulmuş bir yapıdır. Modern olmasaydı postmodern olmayacaktı. Türk edebiyatına baktığımızda ise tartışılan kimin modern sayılacağı. Henüz postmodern’lik pek telaffuz edilmiyor. Gülsoy, Orhan Pamuk’un Tanpınar’ın modern bir yazar olup olmadığını sorguladığı makalesinden yola çıkarak bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyor. Nâzım Hikmet’ten başlayarak, Garip, İkinci Yeni, 50 Kuşağı yazarları, Sevim Burak, Bilge Karasu ve nihayet Oğuz Atay’a dek birçok isim saymak mümkün ama bunlar modernist miydi yoksa modernizmin yöntemlerini kullanmakla yetinip Nâzım Hikmet örneğinde somut olarak gördüğümüz gibi modernist bir dünya görüşü savunmadılar mı? Murat Gülsoy, Fowles’un Fransız Teğmeninin Kadını adlı romanının postmodern edebiyat için iyi bir örnek olduğunu söylüyor. Belki de ilk kez bu denli somut bir postmodern edebiyat tanımlaması okumamızı sağlıyor. “Fransız Teğmeninin Kadını’nın sofistike bir yapısı ve anlatım biçimi vardır; oyunludur, geçmiş anlatım biçimlerinin parodisini yapar, metakurmacasaldır, geniş kitlelere ulaşacak denli “kolay”dır, popüler kültürün içine kolayca eklemlenmiştir (sinemaya uyarlanmıştır). Postmodernist romanın özellikleri adeta bu romana bakılarak belirlenmiş gibidir.” Murat Gülsoy “602. Gece: Kendini Fark Eden Hikâye” adlı 81 sayfalık ilk makalesi ile kuramı örnekleriyle tartıştıktan sonra Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’u “modernist arayışın duraklarından biri olan metakurmaca üzerinden” okuyor, yorumluyor. Kitabın girişinde yer alan “Duvarı delmelisin” diye başlayan ve Kafka’nın Şato’sundan alındığı söylenen ve yaygın kabul gören alıntının izini nasıl sürdüğünü anlatarak bir anlamda kitabı başa döndürerek sözü tamamlıyor. ? Eflatun Koza C İletişim fakültesi mezunu genç kadın babasının eskiden matbaacılık yaptığı bir gazetede çalışmaya başlamıştır. Yapacağı ilk iş, kayıp kişiler hakkındaki bir yazı dizisinin bir bölümünü yazmaktır. Birlikte arabalarıyla yola çıktıktan sonra kendilerinden bir daha haber alınamayan iki kadının kaybolmalarının öyküsünü yazacaktır. Anlatıcının hayatında da bir kayıp öyküsü vardır. Kız kardeşi Ece, anlatıcının ilk ve tek aşkıyla birlikte kaçmış, çiftten bir daha haber alınamamıştır. Adının Evrim olduğunu romanın sonuna doğru öğrendiğimiz anlatıcı terzilik yapan annesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası yıllarca önce ölmüştür. “Gri boyalı eski bir apartmanın giriş katında, az ışık alan, iki oda bir salon sıradan bir daire”de yaşayan anne kızın insanın içini sıkacak kadar tek düze ve içine kapanık bir hayatları vardır. Evrim’in hayatı da evinden pek farklı değildir. Aynı evde yaşamalarına rağmen annesiyle bir diyalog kurmaz. Evde birlikte ama birbirlerine dokunmadan yaşarlar. Meraklı komşular dışında kapılarını çalan olmaz. Evrim’in hiç arkadaşı yoktur. İçine kapanmış, kendine kurduğu dünyasında yaşamaktadır. Belki de bu yalnızlık onun hemen her şeyden korkmasına, insanlarla ilişki kurmasına engel olmaktadır. Çocukken yaşadığı bir olay nedeniyle örümceklerden korkmaktadır. Her yerde örümcek arar. Annesinin tahta prova mankeni bile zaman zaman bir korku kaynağı olur. Sayfalar ilerledikçe Evrim’in kendisini bu denli izole etmeye çalışmasının temelinde kız kardeşinden nefretinin yattığını öğreniriz. Evrim’in anlatımına göre kız kardeşi onun tamamen zıttıdır. Güzel, akıllı, girişken, saldırgan, insanlarla kolayca iletişim kurabilen, onları kullanmayı, istediklerini elde etmek için yalan söyleyebilen bir kızdır kardeşi. Birlikte yaşadıkları sürece Evrim’i anne babasının gözünden düşürmek için her şeyi yapmış, sonunda sevgilisini çalıp kaçmıştır. Evrim, kayıp kadınların hayatlarını öyküleştirebilmek amacıyla araştırma yapmaya başlar, kadınların akrabalarıyla, tanıdıklarıyla görüşür. Bu görüşmeler hem onun yeni insanlar tanımasına hem de hayatı boyunca belki de hiç gitmeyeceği yerlere gitmesine neden olur. Bu sayede hayatında ilk defa gerçek anlamda arkadaşım diyebileceği, olaylar biraz daha gelişse belki de aşk ilişkisine bile girebileceği Necla ile tanışır. Kadınlar için bir eşcinsel kulübü işleten Necla hem ona araştırmasında yardımcı olur hem de boğucu hayatından kurtulması için bir olanak sağlar. Birbirlerine âşık olup evlerini, sevgililerini terk edip kaybolan iki kadının hakkında bilgileri çoğaldıkça olay iyice çözümsüzleşirken Evrim’in hayatı da ruhsal açıdan karmaşıklaşmaya başlar. Aslında hiçbir şey anlatıldığı gibi değildir. Necla’nın tamamen uydurma bir hikâye ile Evrim’i kandırdığını/avuttuğunu öğrenirken Evrim’in baştan beri bize anlattığı çok şeyin aslında doğru olmayabileceğini de fark etmeye başlarız. Birçok ayrıntı Evrim’in anlattığından başkadır. Evrim’in söylediği gibi çirkin bir kız olmadığını, aslında ayağının aksamadığını, annesinin evde hemen hiç görünmemesinin nedeninin kızıyla iletişimsizliği olmadığı gibi birçok şey Evrim’in anlattığı gibi değildir. Cahide Birgül, biz okurlarını kayıp kadınlar araştırmasına yoğunlaştırıp kadınların akibetini merak ettirirken eflatun kozayı yavaş yavaş kuruyor. Roman boyunca anlatıcısı hakkında verdiği ipuçları, küçük ayrıntılar, sonunda bizim tüm okuduklarımız anlatıcının uydurması mıydı, gerçek tamamen farklı mıydı kuşkusunu duymamıza neden oluyor. Cahide Birgül, yalın bir anlatımla, iç konuşmalarla gelişen bir anlatı kurmuş. Eflatun Koza bu yalınlık içinde gerilimi güçlü bir şekilde okura aktarıyor. Kayıp kadınların akıbetini bir yana koyup Evrim’in geçmişini ve gelecekte başına neler geleceğini merak ederek romanı hızla okuyorsunuz. Roman güçlü bir finalle ama cevaplanmamış birçok soruyla son buluyor. O soruların cevapları belki de ayrıntılarda gizliydi, romanın akıcılığına, konunun cazibesine kapılıp kaçırdım düşüncesiyle romanı dönüp tekrar okumamak elde değil. 602.GECE “Hiçbiri, tüm o gecelerin içindeki büyülü 602. Gece kadar altüst edici değildir. Bu garip gecede sultan, Şehrazat’ın dudaklarından kendi hikâyesinin döküldüğünü duyar. Tüm diğer hikâyeleri ve dolayısıyla kendisini kapsayan o hikâyenin başını duyar” demiş Borges ve 602. Gece hikâyesi “adeta Binbirgece Masalları’nın kendisidir” diye sözü bağlamış. Bu satırları okuyan Murat Gülsoy, yeni bir keşif yapmanın heyecanı ile kitaplığına koşmuş, Binbirgece Masalları’nın 602. Gece’sini açmış ve hayal kırıklığına uğramış. Çünkü Şehrazat, “diğer masallar gibi bir masal anlatıyordu”r. Borges’in dediği gibi kendi hikâyesinden söz etmiyordur. Kurmacalarında sık sık okuru yanıltan Borges, bu kez bir makalesinde okurunu aldatmıştır. Üstelik Binbirgece Masalları hakkındaki Borges’in bu yargısı Todorov gibi önemli kuramcılarca kabul görmüş, gerçekliği araştırılıp soruşturulmadan tartışılmış, üzerinde konuşulmuş. Çarpıcı olan Borges’in bu yargısının (ya da iddiasının) postmodernizmin önemli Cahide Birgül, biz okurlarını kayıp kadınlar araştırmasına yoğunlaştırıp kadınların akibetini merak ettirirken eflatun kozayı yavaş yavaş kuruyor. Murat Gülsoy Kendini Fark Eden Hikâye altbaşlıklı 602. Gece’de Borges’ten yola çıkarak edebiyatın modernizmden postmodernizme evrilmesini inceliyor. SAYFA 12 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1027
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle