25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Tarihsel gerçekliği romanlaştırmak... R oman sanatı, insanın “bağımsız” varlık haline geçmesiyle başlıyor… Bu çerçevede kölelikten kurtulması, kul olmaktan çıkması, kadın erkek eşitliğinde adım atılması, yani kişinin gerçek anlamıyla “özne”leşmiş olması gerekiyor… Kadınla, aileyle, bunların en geniş biçimde kendilerine yer bulacağı tarihsel gerçeklikle başlayan roman, bütün bunların ortak paydası olarak aşkın da alıp başını dağlara çıkışıyla, doruk yapıp doğal bir süreç olarak işliyor… Demek ki roman sanatında da insanın ayaklarını yere sağlam basar hale gelebilmesi için insan usunun dinden bağımsızlaşması, laikliğin yaşam biçimine dönüşmesi, özetle aydınlanmanın enikonu gündelik yaşama katılması zorunlu. Dünya, Rönesansın ardından buna hazırdı zaten. Yazınsal bu yeni tür selamlanırken roman sanatı da bir “devrim” olarak yaşamımıza katılmış oldu böylece. Bu nedenle bizde de roman sanatının, genel anlamda cumhuriyetle birlikte başlayıp yaygınlaştığını, cumhuriyetin armağanı olduğunu söylemek, doğrusu ya abartı sayılmamalı. Hatta roman sanatında ortaya çıkan yenileşme hareketinin, romanımızdaki yükselişin, deneysel açılımların 1960’tan sonra ortaya çıkmasını, bireysel özgürlüklerin önünü açan 1961 Anayasasına bağlamak bile usa aykırı çıkarsama olarak görünmüyor bana. Nitekim bizde roman sanatıyla toplumsal, sınıfsal bağlar temelinde kurulan ilişkinin derli toplu, dizgeli biçimde ele alındığı ilk verim olarak kabul edebileceğimiz Fethi Naci’nin Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (1981) başlıklı doruk yapıtında, bu doğrultuda güçlü sezdirmelerle karşılaşılmadığı düşünülmemeli! Bu yöndeki örneklerin cumhuriyet öncesinden başlayarak sıralanışı bizi aldatmamalı, laiklik, kadın erkek eşitliği vb. konularda olduğu gibi bu konunun da cumhuriyet öncesinde başlayan tohumlamayla, batı odaklı yansımanın etkisini taşıması doğal elbette. Bu çerçevede Halit Ziya’nın Aşkı Memnu, Mehmet Rauf’un Eylül, Reşat Nuri’nin önde gelen yapıtları, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak, Ankara, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur, Orhan Kemal’in Murtaza, Cemile, Yaşar Kemal’in kimi romanları anımsanabilir. Biz bu romanlarda kahramanları aile yapıları içinde gözleriz, kadının konumunu, aşk ilişkilerini yine bu doğrultuda yerine oturturuz… Bütün bunların 1960’tan sonra çok daha büyük çeşitlilikle zengin bir yelpazede kendini gösterdiği ileri sürülebilir. Bunun gibi roman sanatının tarihsel gerçeklikle ilişkilenişi de bu çerçevede ele alınabilirmiş gibi geliyor bana. SAYFA 20 KENDİ TARİHİ İÇİNDE TARİHSEL ROMAN... Roman sanatımızın anlatımcı, ötesinde ahlakçı, mürebbi nitelikte, geleneksel çizgide aşk, tarih romanlarıyla yaygınlık kazandığı, bu anlamda nicel olarak yaşanan birikimin, bu alüvyonal roman yoğunluğunun soyutlayım, dönüştürüm temelinde bir romancılığın önünü açtığı söylenebilir. Aşk romanlarında kadınların, tarih romanlarında ise erkeklerin açık farkla önde görünüşü de bu bağlamda temele oturacaktır kuşkusuz. Gerçekten de Mükerrem Kâmil Su, Halide Nusret Zorlutuna, Nezihe Muhittin, Suat Derviş, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, bir dönem Peride Celal vb. yazarlarla aşk romanlarının toplumsal yaygınlık kazanışı, Nihal Atsız, Feridun Fazıl Tülbentçi, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Oğuz Özdeş, Kemal Tahir, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Gürsel Korat vb. yazarlarla tarih romanlarının kendine yer açışı bu yönde örneklenebilir. Ancak andığım yazarlarca ilk dönemlerde kaleme alınan romanlarda neredeyse hiçbir dönüştürüme rastlanmadığı da yazınsal bir olgu olarak önümüzde duruyor. Nitekim romanların çok büyük bölümünün kullanmalık, gündelik iletişim diliyle, ötesinde “tefrika” mantığıyla kaleme alındığı, bunlarda düz değiştirim yönünde nahif soyutlayımlarla yetinildiği, roman evrenlerinin hiçbir dönüştürüme uğratılmadan kurularak kahramanların yazarın türevleri olarak yaratıldığı öne sürülebilir rahatlıkla. Bu kavrayışla yazılmış aşk, tarih romanları, 1960’lara dek enikonu rağbet görmüşken, bu tarihlerden başlayarak yaklaşık otuz yıl boyunca bunların unutulur gibi oluşunu anlamak da kolaylaşıyor bu durumda. Ustan, aydınlanmadan uzaklaşılan şu son yıllarda aşk romanlarıyla, tarih romanlarının yeniden sahne aldığını, hatta bu arada yeniden yükselişe geçtiğini görüyoruz. Günümüzde verimlenen kimi tarih romanlarına getirmek istiyorum sözü. Bu yönde özellikle özyaşamsal ya da yaşanabilirlik temelinde aileler özelinde verimlenen tarih romanlarının sayıca ciddi boyuta ulaştığı ortada. İlginçtir tarih romanları, artık gençler tarafından da özellikle ilgilenilen uğraş alanlarından birine dönüşmüş bulunuyor günümüzde. Nitekim genç yazarlar olarak Erol Hızarcı’nın (d.1972) River Clyde (+1 Kitap, 2006) adlı romanı ile Ufkun Balkış’ın (d.1977) ilk romanı İncecikten Bir Kar Yağar (Ariya, 2008) bu konuda örneklenebilecek iki kitap… Genç bir yazarın tarih gerçekliğine yönelip bu konuda roman verimleyişi elbette övgüye değer bir tutum, ancak verimlenen ro manlar üzerine ciddi değerlendirmelere girişmek, eleştirinin ışığında genç yazarlarımızın önünü açmak da o denli önem taşıyor… Peki biz, genç yazarlarımızın bu girişimi, yaptıkları üzerinde gereğince duruyor muyuz? Geçen hafta “Kitaplar Adası”nda Gürsel Korat’ın tarihseli dönüştürdüğü son romanı Kalenderiye (İletişim, 2008) üzerinde durmuştum. Bu hafta, genç yazarların bu iki romanda getirdikleri üzerinde durup konuyu sürdüreyim istiyorum. İKİ GENÇ ROMANCI: UFKUN BALKIŞEROL HIZARCI Gerek Balkış’ın gerekse Hızarcı’nın, yüzyıl önce Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan, toplumumuzda derin izler bırakmış olan iki ayrı tarihsel olayı romanlarına odak aldıkları görülüyor. Balkış, 1914 Sarıkamış dramını, Hızarcı ise 1915 Çanakkale savaşlarını işliyor romanında. Geçen aylar içinde (24 Temmuz) tarihsel gerçekliğe özgülenmiş bir bölük romanı konu aldığım bir “Kitaplar Adası” yazısında Ufkun Balkış’ın romanı üzerinde durmuş; özellikle belgesel olandan kalkılarak tarihselin dönüştürüldüğü roman kavrayışı bağlamında İncecikten Bir Kar Yağar’ın taşıdığı değerle ilgili bir iki noktada açılım getirmeye çalışmıştım. Bu kez iki genç yazarın romanına Gürsel Korat’ın Kalenderiye’sini göz önünde tutarak yaklaşırken romancıların konuya eğilişinin önemine getireyim istiyorum sözü. Balkış, İncecikten Bir Kar Yağar’da iki dramatik anadamara (aks) yaslanıyor;1.Enver Paşa, 2.Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelerek Sarıkamış harekâtına katılan askerler. Bunlara eklemlenen yan kahramanlar sonra: hırslarıyla öne çıkan Enver’in öteki askerleri, komutanlar. Bunlarla, Anadolu kökenli erlerle Enver’in içtendıştan yaşadığı dramatik çatışma. Sonra “serap” gibi mektuplarıyla olgusal gerçeklik zeminine yerleştirilen, bu nedenle sürekli yanında gezindiği izlenimi bırakan Naciye Sultan. İşte roman evrenini bu karşıtlıklar dengesinde götürmeye çalışıyor Ufkun Balkış. Ama yine de anlatımcı bir roman kurgusuna dayamak zorunda kalıyor sırtını. Sözgelimi kahramanlar, gerek Enver, onun kurmay çevresi, gerekse peşine takıp karlı dağlarda ölüme sürüklediği ordusu, çok canlı biçimde yansıtılmakla birlikte anlatımcı kalıba uygun yapıt olarak geliyor önümüze roman. Balkış, İncecikten Bir Kar Yağar’ın karakterleri aracılığıyla bu savaşı aktarmaya girişirken kahramanlarına yaslandığı için doğru tutum izliyor elbette, ne var ki bir “Tanrı romancı” tutumundan da kurtaramıyor kendini. Erol Hızarcı, River Clyde’da Avustralya’dan başlatıyor olayları. Avustralyalı askerlerin bakışıyla gemiler dolusu genç erkeğin eğitilmek için Kahire’ye gelişleri, sözde eğitilip İskenderun’dan yola çıkışları, sonra Çanakkale önlerinde dökülüp kalmaları… Ufkun Balkış, klasik gerçekçi bir anlatımı benimsiyordu yapıtında. Hızarcı ise, zaman zaman aykırı gerçekçi tutumla kol kola giriyormuş izlenimi bırakıyor insanda. Hatta kimileyin romanını şakacı havada bir anlatımla sarmaladığı da oluyor Hızarcı’nın. Uzaklardan bir çalım Yaroslav Haşek’in Aslan Asker Şvayk’ı bile anımsanabiliyor böyle durumlarda. Sözgelimi romanın üç kahramanı, savaş gemilerine verilen adlarla anılıyor. Romanın anlatımcısı River Clyde, adını babasının ölümüne yol açan gemiden alıyor. Queen’e, Ocean’a verilen adlar da öyle… Kurmaca iki kahraman, biri (River Clyde) halktan birinin oğlu, öteki (Queen) silan tüccarının. Sonra bir tragedik yazgının eşliğinde ölümsüz dostluk duygusunun doğması, yaşanışı… “Başımızı kaldırmıştık ki, alevlerin arasından, toz duman içinde birinin geldiğini gördük. Sırtında bir yaralı taşıyordu. El sallayarak, gelmesi için bağırdık. Sesimizi duyup bize koşmaya başladı. Yaklaştığında, bir Türk eri olduğunu fark ettik. Çavuş tüfeğini doğrultup nişan aldı, biz de öyle yaptık. Türk eri, bunu gördüğü halde koşa koşa geldi, sırtındaki subayı aramıza atıp, gerisingeri koşmaya başladı. /Çavuş subayla ilgileniyor, biz ağzımız açık, Türk erini izliyorduk. (…) /Ocean, ‘Vay canına! Benden kahramanları da varmış’ dedi. /Çavuş dönüp Ocean’a baktı… /Türk erinin getirdiği subay, bizim yüzbaşıydı.” “Queen, ’Burası Türklerin sargı yeri ama bir süredir biz de yaralı getiriyoruz. Artık ortak sayılır…’ dedi.” (73, 78) TARİHSEL ROMANCILIKTA GENÇLERİN ÖNEMİ... Ufkun Balkış’ın elöyküsel anlatımla kurduğu İncecikten Bir Kar Yağar da, Erol Hızarcı’nın özöyküsel anlatımla kurduğu River Clyde da, genç yazarların tarihsel gerçekliğe yönelik ilgisi göstermesi bakımından çarpıcı iki örnek. Roman evrenlerinin, toplumca bir varoluş kavgasının verilmekte olduğu bir sürece oturtulmuş olması, bu iki genç yazarın, işin başında daha, peşin peşin övgüyü hak etmesine yol açıyor kanımca. Üstelik her iki yazarın da tarihsel, olgusal gerçeklik bağlamında iyi çalıştıkları, ele alışlarında enikonu bir soyutlayım yarattıkları görülebiliyor. Ancak Balkış’la Hızarcı, buraya kadar gelebiliyor. Ötesinde romanlar, herhangi dönüştürüme uğratılmadan, gündelik tüketimci bir kavrayışa dayalı olarak ortada kalmış gibi oluyor. Yani okunup bitirildiğinde tüketiliyor yazık ki… Balkış da, Hızarcı da genç yazarlar olarak, iyi yapılandırılmış, evrenleri sağlam zemine dayalı, kahramanları olabildiğince içeriden anlatılmaya çalışılan, çizgisellikten uzak birer romana imza atmış oluyor böylece. Ne var ki bundan öteye geçilemiyor İncecikten Bir Kar Yağar ile River Clyde’da. Diyeceğim tarihsel romandan bekleyebileceğimiz dönüştürümle karşılaşmıyoruz bir türlü. Ama genç yazarların bu bağlamda tarihsel dönüşürüm olgusunu, bundan kalkarak kurulacak kavramlaştırmayı sezmedikleri söylenemez. Bunu gerçekleştirebilmek için zamana gereksinimleri var belki genç yazarların, belki ileride verimleyecekleri yeni romanlarında bunu da başarmış olarak çıkacaklardır karşımıza onlar, kim bilebilir bunu… İşte Gürsel Korat’ın Kalenderiye’si önümüzde öylece duruyor. Bundan ötürü söz konusu eksikliği bilerek, ama ilgi göstererek mutlaka okumamız gerekiyor bu iki genç yazarı… Başka türlü nasıl gelişecek roman sanatımız?? CUMHURİYET KİTAP SAYI 989
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle