Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Erinç Yeldan’la ‘Küreselleşme, Kim İçin?’ üzerine ‘Neoliberal ekonominin temel varsayımları yanlış’ Erinç Yeldan, dünya çapında yayınlarının etki değeri ve sayısıyla ülkemizin en tanınmış iktisatçılarından biridir. Ama onu bu akademik başarısından da daha değerli kılan, bütün toplumsal ve iktisadi gelişmelere hep “büyük insanlık”, yani emekçiler açısından bakan bir sosyalist, ilerici bir bilim insanı oluşudur. Dünyanın ve Türkiye’nin ağır bir çöküntünün öncü dalgalarıyla boğuştuğu günümüzde, son yıllarda bu gelişmeleri hazırlayan sorunların oluşumunu, niteliklerini, nasıl ve ne yönde çözülebileceklerini irdeleyen yazılarını topluca okuyabilme fırsatını Yordam Kitap’tan çıkan Küreselleşme, Kim İçin? Dünyada ve Türkiye’de derlemesi sunuyor. Bu kitabın yayımlanması vesilesiyle Nail Satlıgan Erinç Yeldan ile bir görüşme yaptı. nın ve sistemik olarak denetim altına alınmasının başka seçeneği olmadığı anlaşılmıştır. Şimdi artık neoliberalizm dünya gerçekleri ile yüzleşmesinin zamanı geldiğini kabullenmek zorunda kalacaktır. İktisat ders kitaplarındaki matematiksel tekniklerin büyülü dünyasının ardına sığdırılan hayali kapitalizm modellerinin yerini gerçek yaşam alacaktır. Gerçek yaşamda ise tekelleşme, eksik rekabet, piyasa tökezlemesi, “büyük” oyuncular, bilginin manipülasyonu ve kirletilmesi, vb vb olgular var. Neoliberalizmin aşılması, dünyanın bu gerçekliğinin kabul edilmesi sayesinde gerçekleşecektir. arttırılması anlamına geleceğinden, sermayenin kârlılığı açısından kabul edilebilir değildi. Dolayısıyla geriye tek bir seçenek kalmaktaydı: Sermayenin hızla finansal yatırım alanlarına çekilmesi ve uluslararasılaşması. Kısacası, Keynesgil iktisat öğretisinin “finans ulusal bir meseledir” anlayışına dayalı düzenleyici politikaları finans sermayesi için artık dayanılmaz bir baskı unsuruna dönüşmüştü. Böylece “finansal sistemin kuralsızlaştırılması ve serbestleştirilmesi” yenimuhafazakâr neoliberal politikaların temel şiarı haline dönüştürüldü. Kâr oranlarındaki durgunluğun aşılması ancak 1980 sonrasında ABD’de başkan Reagan ve Fed başkanı Volcker’in muhafazakâr sermaye yanlısı politikalarının devreye sokulmasıyla mümkün olabilmişti. Muhafazakâr neoliberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla birlikte, 1980’lerin ortasından başlayarak ABD’de finans dışı kesimlerin kâr oranlarının da yeniden yükselişe geçtiğini görüyoruz. Kâr oranlarındaki bu artış, reel sektör şirketlerinin giderek rantiye gibi davranarak, kârlarının faaliyet dışı finansal spekülasyon yatırımlarından beslenmesiyle mümkün olabilmişti. Finansal spekülasyon ve finansal rantlar, sanayi kârlarındaki gerilemeyi telafi etmekteydi. Ancak bir yandan da spekülatif kazançların özendirdiği finansal şişkinlik giderek başlı başına bir istikrarsızlık unsuru haline geliyor ve kapitalizmin başıboş ve anarşik niteliklerini de gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir ürünüdür. Kapitalizmin merkez ülkelerinde sermaye, artık kâr oranlarını sürdürebilmek için finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı durumdadır. Mevcut krizin aşılması için öne sürülen yenidüzenlemeler veya denetleyici kurumların oluşturulması gibi girişimler, finans dünyasının bu tatlı kârlılığını engelleyeceğinden, küresel kapitalizmin mantığına aykırıdır. Sermaye yanlısı muhafazakâr ideologların “şeffaflık” veya “yönetişim” gibi muğlak söz oyunlarıyla finansal serbestleştirmenin sınırlamasına karşı durması boşuna değildir. Şu halde sorulması gereken soru şudur: Kapitalizmin yeni finansal küreselleşmesinde sermaye kendisini yeniden sabit kurlar ya da benzeri araçlarla kısıtlamak suretiyle belirsizliğin azaltılmasına ve piyasalarda güvenin yeniden oluşturulmasına rıza gösterecek midir? Finansal riskin getirdiği spekülasyonun ve “yükselen piyasa ekonomileri” diye anılan pazarlardaki yüksek getirilerin cazibesine kapılan küresel sermayenin, bu türden bir yenidenkurallaştırma ve denetleme yetkisini kimseye tanımaya niyetli olmadığı ortadadır. Ancak, ekonomik yaşamda devletin kamu denetiminin tekrardan oluşturulmasına olanak tanımayan ve piyasaların “iktisadi mantığını” sosyal hedefler karşısında feda etmeye yanaşmayan bir düzenlemenin, kapitalizmin anarşik yapısının küresel çaplı krizlere dönüşmesine engel olamayacağı da açıkça görülüyor. Kısaca vurgulamak gerekirse, 1980 sonrası finansallaşma dönemindeki tatlı kârlara alışmış olan sermaye, ne kadar istikrarsız ve acılı da olsa, küresel ekonominin mevcut ticaret ve finans kalıplarını sürdürmekten yana. Mevcut birikim modelini dönüştürmeye veya Keynezgil düzenlemeler ile denetlenmesinin hazmedilmeyeceğini düşünüyorum. Hani halk masallarındaki deyişle, “cin şişeden çıkmış” durumda. Öte yandan küresel ekonominin sistemik bir kriz içinde olması ve sürdürülemeyecek birikim ve harcama kalıplarına dayanması da şu anda kapitalizmin en büyük açmazı. Bu açmaz yolda bizleri neler bekliyor? Ne gibi dönemeçlerden geçeceğiz sizce? Bu noktada biraz “futurist” davranmak kaçınılmaz olacak. Ama şu iki ana sürecin işlemekte olduğunu düşünmeliyiz: Bir yanda dünyanın fabrikaları ve atölyeleri, yani reel üretici merkezleri giderek Çin, Hindistan ve diğer “ucuz” işgücü maliyetli Asya ülkelerine veya Meksika’nın Maqiladora diye de anılan “serbest” (kayıt dışı, vergi dışı...) coğrafyalarına kayıyor. Uzun dönemde bu üretim potansiyelinin yanına, dünya finans sistemini de yönlendirebilecek boyutta bir finansal güç eklenirse, kapitalizmin yeni bir türüne tanık olabiliriz. Ben bunu “üçüncü dünya” kapitalizmi olarak nitelendiriyorum. Kapitalizmin küresel ölçekte eksik talep, aşırı üretim döngüsünü hiç olmazsa bir süre daha kırabilecek yeni bir birikim biçimi olmaya aday bir süreç bu. Ë Nail SATLIGAN itabınızın basılma aşaması ABD ekonomisi, dünya ekonomisi, o arada Avrupa ekonomisi ve Türkiye ekonomisi açısından son derece hareketli gelişmelere eşlik etti. Kitabınızdaki öngörü ve uyarıları büyük ölçüde doğrulamış olsa da, bu söyleşinin verdiği olanaktan yararlanarak bu gelişmeleri değerlendirmek ister misiniz? “Kapitalizmin sonu” müjdeleri herhalde abartılı – ama neoliberalizmin sonunun geldiği, kapitalizmin yeni bir “birikim rejimi”ne geçişin eşiğinde olduğu yolundaki değerlendirmeler konusunda ne düşünüyorsunuz? Evet, doğru bir gözlem: Kapitalizm 1930 “büyük buhran”ından bu yana en şiddetli krizini yaşıyor. Bunun da ötesinde, mevcut kriz dalgası 1990’larda “yükselen piyasa ekonomileri” diye de adlandırılan ülkelerde değil, doğrudan doğruya kapitalizmin merkezinde patladı. Ortada “yanlışlık”, “devletin popülist politikaları” ya da “ahbap çavuş kapitalizmi” diye de anılan “müdahaleci” politikalardan değil, doğrudan doğruya “serbest” piyasa düzeninin normal işleyişinden kaynaklanan bir krizle karşı karşıyayız. Bu kriz, açıkça söylemek gerekirse elbette ki “kapitalizmin sonu” değil. Değil, çünkü önümüzde somut olarak kapitalizmsonrası toplumun gerçekçi bir alternatifi yok. Ancak şu gerçek çok açık: Uluslararası finansal sistem çökmüş durumda. Önceleri sadece Amerikan konut ve “vasıfsız kredi” piyasalarına özgü bir finansal çalkantıdan ibaret olacağı savlanan kriz, etki alanını giderek genişletmiş ve tüm küresel reel ekonomileri tehdit eden bir “küresel durgunluğa” dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizmin 1980 sonrasında tanıklık ettiği ticaret ve finans kalıplarının artık sürdürülemeyeceği bir noktadayız. Bu gerçek ne kadar önce kabullenilirse bu krizin düşüngüsel anlamda anlaşılması ve etkilerini hafifletecek tedbirlerin uygulamaya konulması o denli daha çabuk ve göreceli olarak daha az sancılı olacaktır. Aksi durumda ise “uzun ve acılı” bir yolun daha başında olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor. Bu acılı ve uzun yoldan neoliberal ideolojinin içinde olduğu açmazları mı kast ediyorsunuz? Evet, kesinlikle. Öncelikle, neoliberal ideolojinin, düşüngünün temel varsayımlarının yanlış çıktığı gerçeğinin kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Neoliberalizm, “serbest piyasa”nın hiçbir müdahale olmadan kendi kendine çalıştığında en yüksek refahı sağlayacak bir sistem olduğu ve dünyada kaynak dağılımını en etkin bir biçimde dağıtmakta olduğu savları yanlış çıkmıştır. Küresel krizden çıkartılacak en önemli ders kuşkusuz ki şudur: Piyasaların kendi kendini, derecelendirme kuruluşları ya da üst kurullar aracılığıyla denetleyebileceği savı boşa çıkmıştır. Finansal ekonominin gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde topyekun bir kurallar bütünü içinde gözetim altında tutulmasıSAYFA 16 K KEYNESCİLİĞE DÖNÜŞ MÜ? Peki bu aşamada sizce Keynesciliğe bir geri dönüşü bekleyebilir miyiz? Kapitalist dünya 1950 sonrasında sanayileşme ve ticaret politikalarının devlet müdahaleleri tarafından yönlendirildiği ve finansal sistemin ulusal politikalar tarafından düzenlenerek sıkı bir şekilde denetim altına alındığı bir uluslararası sistemin inşasını gerçekleştirdi. Bretton Woods adıyla anılan bu sistemin ayırt edici özelliği Amerikan Doları’nın küresel pazarlarda temel alışveriş parası olarak kullanıldığı ve döviz kurlarının da ABD Doları’na görece sabitlendiği bir parasal sistemin kurgulanmış olmasıydı. Bir yandan da emek ile sermaye arasında göreceli bir “barış” ortamı, devletin “sosyal” işlevlerinin devreye sokulmasıyla sağlanmaya çalışılmaktaydı. Kısaca anımsarsak, kapitalist dünya 19501974 arasını baş döndürücü büyüme hızlarıyla geçti. Söz konusu dönemde dünya ekonomisinin büyüme hızı yüzde 2.9’a ulaşmış; Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul emekçileri tarihte ilk defa reel gelirlerinde bir artış olanağı yaşamışlardı. Bu niteliklerinden ötürü 195074 arası iktisadi büyüme yazınında “altın çağ” diye nitelendirilir oldu. Ancak, bir yandan da artan küresel rekabetle birlikte kapitalizmin değişmez yasaları işlemekteydi. Üretim kitleselleşip sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr oranlarında da kaçınılmaz bir düşüş boy gösteriyordu. 1960’ların ortalarından başlayarak hemen hemen tüm kapitalist dünyada sanayi kârları geriledi. Ben bu dönemi irdelerken, Marx’ın “son tahlilde kapitalist üretim tarzının önündeki en önemli engel gene sermayedir” yönündeki öngörüsünü anımsamamız gerektiğini düşünüyorum. “Altın çağın” artık sonuna yaklaşılmaktaydı. Sermayenin ulusal sınırlar içindeki birikim temposu yeni yatırımları gerçekleştirmek için çok daha yüksek kârları gerekli kılmakta; ancak sermayenin kârlılığı ise içinde bulunduğu ulusal pazarın büyüklüğü ile sınırlı durumdaydı. Bu koşullar altında bunalımdan bir çıkış yolu yurtiçi talebin uyarılması ve sermaye birikimine bu yolla ivme kazandırılması olabilirdi. Ancak bu yöntem, emeğin gelir paylarının doğrudan ÜÇÜNCÜ DÜNYA KAPİTALİZMİ Ancak bu yeni “üçüncü dünya kapitalizminin” özü itibarıyla enformelleşmeye ve gerek emeğin, gerekse de doğanın acımısazca sömürüsüne ve tahribatına dayanacağını öngörmemiz gerekir. Eğer yeni sömürü olanakları olmazsa zaten kapitalizm mevcut aşamasında sermaye birikimini sürdürmeyecektir. İnsanlık tarihi belki yeniden Charles Dickens’ın romanlarına konu olan açık sömürüye ve proleterleşmeye tanık olacaktır. Bir ikinci husus ise, böyle bir üçüncü dünya kapitalizm merkezinin, Amerika ve AngloSakson tipi “eski” merkezlerce nasıl karşılanacağıdır. Kapitalizmin mevcut hegemonik gücü olan Amerika’nın bu tür bir dönüşümü gönül rızasıyla kabullenmeye yanaşmayacağı çok açıktır. Peki şu anda küresel ekonominin mevcut çelişkisini oluşturan “finansal şişkinleşme aşırı üretim – eksik talep –” açmazları nasıl aşılacaktır? Tarih bize bu tür dönemeçlerin son derece acılı ve yıkıcı sonuçları olduğunu gösteriyor. Hitler faşizmi, 2. Dünya Savaşı veya daha gerilere gidersek 19. yüzyılın sonunu getiren Balkan ve Birinci Dünya savaşları; Hindistan ve Afrika’yı sömürgeleştirme çabalarının insanlık vahşetleri hep bu dönemeçlerin ürünüydü. Kapitalizm, iç çelişkilerini çözemez konuma sürüklendiğinde yeni bir savaş ile çözüm aramaktan çekinmeyecektir. Rosa Luxemburg’un deyimiyle “düzeltici bir savaş” bu tür krizlerin ve açmazların aşılmasında önemli bir rol oynayabilir. Düzeltici savaş, elbette ki sermayenin mantığı açısından “düzeltici” değil mi? Kesinlikle... Mesele finansal şişkinliğin ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 989