Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ ve üretim fazlasından doğan artığın yakılabilmesi; sermayenin yeniden yapılandırılması ve gerektiğinde el değiştirerek merkezileşmesinin sürdürülmesi... Bunun için gerektiğinde mevcut sınırların yeniden çizilmesi gerekecektir. Özellikle dünya enerji kaynaklarının yoğunlaştığı Ortadoğu ve Kafkaslar gibi ülkemizin de yakın olduğu coğrafyalarda. Amerikalı ve Avrupalı birçok sosyal bilimci bu tür bir düzeltici savaşın aslında “terörle savaş” maskesi altında zaten başlatıldığını ve genişletilmesine çalışıldığını vurguluyor. Hani insan Rosa Luxemburg’un o ünlü sözünü anımsamadan edemiyor: “Bundan böyle ya sosyalizm, ya barbarlık”! AĞIRLIKLARIN DEĞİŞMESİ Mİ? Kitabın özellikle ilk bölümünde “yeni emperyalizm” deyişi, güncel gelişmelere ışık tutacak bir kavram değeri kazanacak kadar merkezi bir rol üstleniyor. “Eski emperyalizm” Lenin’inki idiyse bu yenisinin özellikleri nelerdir? Bunlar yepyeni özellikler midir, yoksa bu emperyalizmi “yeni” kılan, “eski” emperyalizmin özelliklerinin göreli ağırlıklarının değişmesinden mi ibarettir? Andre Malraux’nun Umut adlı romanı, malum, İspanyol içsavaşını işler. Franco faşizmine karşı savaşan Cumhuriyetçilerin yenilgisinin nedenlerini irdelerken Malraux kitabın kahramanının ağzından şöyle bir yorumda bulunur: “1917 Bolşevik devrimi 20. yüzyılın ilk devrimi olduğu kadar, aslında 19. yüzyılın da son devrimiydi” der. Evet, Lenin’in çağında kapitalizmin finansal küreselleşmesi ile bugünkü küreselleşme dalgası arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da var. Emperyalizmin aşama aşama yeni suretlere büründüğünü gözlemliyoruz. Küresel çaplı “genişleme ve kriz” süreci kuşkusuz insanlık tarihinde ilk defa yaşanmıyor. Kapitalizmin yaklaşık 600 yıllık tarihi boyunca birçok kez küresel boyutta genişleme ve kriz olgularına tanıklık edildi. Ancak, şunu vurgulamalıyız ki kapitalizmin küresel genişlemekriz süreçleri hiçbir zaman basit ve tekdüze bir dalgalanmadan ibaret olmamıştır. Öyle olsaydı, “tarih basitçe tekerrürden ibarettir” der, tarihin yeniden yorumlanmasına hiç gerek duymazdık. Nitekim, mevcut kriz dalgasını bundan önceki tüm kriz süreçlerinden ayıran çok önemli bir olguya işaret etmemiz gerekiyor: mevcut küresel kriz, insanlık tarihinde paranın hiçbir altın ya da değerli madenin standardına bağlı olmadığı hayali değerlerin hüküm sürdüğü bir finansallaşma sürecine denk geldi. Günümüz finansal küreselleşmesini, kapitalizmin tüm önceki küresel çaplı genişlemekriz evrelerinden ayırt eden en önemli özellik, günümüzde paranın değerini belirleyecek bir standardın olmayışıdır. Özetle, günümüz kriz döneminde paranın değerini belirleyecek bir “nesnel değer” bulunamamaktadır. Paranın ve dolayısıyla finansal varlık değerlerinin saptanamaması, “belirsizliğin” bir türlü giderilememesine ve küresel piyasalarda “güvenin” bir türlü kurulamamasına neden olmakta. Halbuki örneğin1944 yılında kurgulanmış olan Bretton Woods sisteminin parasal ekonomiye ilişkin temel bir değer ölçüsü bulunmaktaydı: dolar altın standardında, diğer ulusal dövizler ise Amerikan Doları’na sabit kurlar aracılığıyla bağlı durumdaydı. Dolayısıyla Bretton Woods sisteminde paranın değerini belirleyen çapa, sabit kur sistemi tarafından verilmiş idi. Böylelikle, döviz spekülasyonu ve dolayısıyla risk ve belirsizlik unsurları da Bretton Woods sistemi tarafından ayıklanmış olmaktaydı. Şimdi ise spekülasyonun ve belirsizliğin hâkim olduğu sanal bir dünya değerler sistemi içerisindeyiz ve bu nedenden ötürü kapitalist pazarlardaki belirsizliğin ve spekülatif anarşinin önüne geçilemiyor. Öte yandan dünya ticaret kalıpları 19. yüzyılda çoğunlukla sanayileşmiş merkez ülkelerin sömürgelerden elde ettiği birincil ve ara mallarıyla olan ticaretine dayanmaktaydı. Sömürgecilik 19. yüzyılda o zamanlar kapitalizmin merkez hegemonik gücü olan İngiltere’nin diğer metropol ülkelerle birlikte aralarında kıyasıya bir sömürge pazarı elde etme savaşına dayanıyordu. Günümüzde ise, kapitalizmin yeni finansal küreselleşme aşamasıyla birlikte, gelişmiş kapitalist metropoller, ulusCUMHURİYET KİTAP SAYI 989 ötesi şirketler ve uluslarası finans kapitalin, bir kolektif güç olarak, azgelişmiş dünyanın ekonomilerini tahakküm altına alma savaşımı içine girdiği gözlenmekte. “Kolektif emperyalizm” şeklinde niteleyebileceğimiz bu sürecin yürütücülüğünü ise öncelikle Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası üstlendi. Bu süreçte “kalkınmakta olan ülkeler” de bir grup olarak “yükselen piyasalar” diye adlandırılır oldu. Bu ülkeler birbiri ardına küresel kapitalizmin yeni işbölümü içerisinde kendilerine verilen görevleri yerine getirmekle koşullandırıldılar. “Washington mutabakatı”, “ideolojilerin sonu” türü kavramlar böylece ortaya çıktı. Azgelişmiş ülkeler, bir yandan dış ticaretlerinin ve kambiyo rejimlerinin serbestleştirilmeye zorlanması sonucunda birer ithalat ve ucuz işgücü deposu haline dönüştürülürken, bir yandan da “özelleştirme” ve “doğrudan yabancı yatırım” fetişleri altında kamusal varlıklarına yok pahasına el konuldu. Söz konusu ülkelerin zaten çok genç ve zayıf olan demokratik kurumları “istikrar önündeki bürokratik engeller” olarak gösterilirken, “bağımsız üst kurullara dayalı denetim ve yönetişim” gibi makyajlanmış politikalar altında ulusötesi şirketlerin ve uluslararası finans sermayesinin doğrudan denetimi altına sokuldular. Dolayısıyla, “yeni” emperyalizmin iktisadi yasalarını, Lenin’in döneminden ayıran en önemli unsurun sömürgeleştirme düzenindeki reel değişim olduğunu düşünüyorum. Artık emperyalizm sadece orduları ve hükümetleri yoluyla değil, “üst kurulları”, “Dünya Bankası”, “IMF”si, ve “Dünya Ticaret Örgütü” gibi örgütleri ve “derecelendirme şirketleri” gibi örgütlenme biçimleriyle de bu “yeni” emperyalist saldırıyı düzenler konumda. “İktisat” belki de insanlık tarihinde hiç olmadığı denli emperyalist bir güce dönüşmüş durumda. DÜNYA VE TÜRKİYE... Uluslararası iktisat camiasının gerek kurumsal düzlemde gerek akademik yayınlarınız bakımından seçkin bir üyesisiniz. Sisteme muhalif iktisatçıların mesleki pratiği, bunun barındırdığı olanaklar ve zorluklar açısından Batısı ve Doğusuyla dünyayı Türkiye ile karşılaştırır mısınız? Bugün gerek ulusal, gerekse uluslararası yazında sadece iktisatçıların değil, hemen tüm akademisyenlerin önünde duran en önemli sorununun “yabancılaşma” olduğunu düşünüyorum. Çeşitli disiplinlerden gelen hemen bütün bilim insanları giderek toplumsal gerçeklerden ve yaşamın dinamiklerinden uzaklaşmakta; sadece kendi akademik unvanlarını ileriye götürebilmek için kıyasıya bir rekabete sürüklenmekte. Akademik terfi ve tayin yarışı kendi başına bir hedefe dönüşmüş durumda ve bu süreç içerisinde bilim insanları gerek içinde bulundukları reel dünyaya, gerekse mesleklerine ve meslektaşlarına, giderek yabancılaşmakta. İktisadi bilgi üretimi somutunda ise bu durum giderek sadece soyut modeller kurma becerisine indirgenmiş ve üretilen soyutlama düzeyinin gerçek veriler ile sınanması yöntemi de göz ardı edilir hale geldi. Kanımca iktisat akademisyenlerinin mesleklerine ve meslektaşlarına giderek yabancılaşmasının altında yatan en önemli neden, söyleşimizin başında kısaca temel özelliklerini vurguladığımız neoliberal dünya görüşünün iktisadi dinamikleri tarihdışı ve toplumdışı bir soyutlama oyunu olarak görmesinde yatmakta. Bir hegemonik ideoloji olarak neoliberal paradigma, iktisat araştırma yöntemlerinin sınırlarını çizmekte ve tüm iktisatçıları bu sınırlar içerisinde kalmaya zorlamakta. Bu genel gözlemin ulusal akademi dünyamıza yansıması ise bir “çevre” ülkesi olarak Türkiye’nin sorunlarının doğrudan bir yansıması olduğu söylenebilir: Taşeronlaştırılmış bir akademik üretim faaliyeti; taklit ve tekrara dayalı ezberci bir eğitim sistemi ve piyasalaştırılmış araştırma faaliyetleri... Sisteme muhalif bilim insanlarını, bir yandan dışlanma baskısı, bir yandan da bilim dünyasına katkıda bulunma yükümlülükleri bekliyor. Hiç kolay değil... ? Küreselleşme, Kim İçin?/ Erinç Yeldan/ Yordam Kitap/ 303 s. SAYFA 17