07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Alper Canıgüz ile ‘Gizliajans’ üzerine ‘İçimize dokunan her neyse, gerçektir’ Tatlı Rüyalar, Oğullar ve Rencide Ruhlar adlı kitapları ile özellikle genç okurların ilgisini çeken Alper Canıgüz’ün yeni romanı Gizliajans adını taşıyor. Uzaylıların işlettiği bir reklam şirketinin içinde dönen garip hikâyeleri ve ilişkileri anlatıyor kitap. Canıgüz‘le romanını konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP lper Bey, geçenlerde okudum; sizin, romanın parodisini yaptığınızdan bahsediliyordu; katılır mısınız? Katılmıyorum. Öyleyse ne yapıyorsunuz romanlarınızda, neler yazıyorsunuz? Romanın paradosi midir yaptığım bilmiyorum ama, mesela, bir sonraki yazmayı düşündüğüm hikâye, kendine bakan bir roman olacak. Tam da böyle bir şey yazacakken, yapmadığım bir şeyin bu şekilde anlamlandırılması doğru gelmedi bana. Psikologsunuz değil mi? Eğitimini aldım, ama devam etmedim sonrasında. Yazdığınız romanlara mesleğinizin katkısı olmuştur hiç kuşkusuz? Tatlı Rüyalar aslında oldukça psikolojik bir roman. Onu ben askere gitmeden önce yazmıştım. O sırada Hacettepe Üniversitesi’nde master yapıyordum, elektro fizyoloji alanında. Bu da tabii bol miktarda Freud okumama sebep oldu. Şunu hep söylerim: Muhasebecilik de okusam, bir yerinde psikolojiyi kullanacak malzeme bulurdum. Sonuç itibarıyla psikoloji kerhen bir malzeme oldu benim için; yoksa o beni edebiyatla buluşturdu diye bir şey söz konusu değil. Zaten ben eskiden bu yana yazıyla gönül bağı olan biriydim. Sosyal bilimlerle de ilgileniyordum; psikolojiyi de okumuş bulundum, bu da doğal olarak yazıma yansıdı. Romanlarınızda insan psikolojisiyle fazlaca uğraşıyorsunuz ama… Yazdığım bütün hikâyelerde bireyden yola çıkarım. Bir derdim olmayan konuda da yazmıyorum. Doğal olarak oradaki karakterlerin ne hissettiklerine, hangi motifleri taşıdıklarına bakmak gerekiyor. Bunun adı insan psikolojisiyle ilgilenmekse, evet ilgileniyorum. Peki, Alper Canıgüz’ün yazma konusundaki derdi nedir? Şöyle söyleyebilirim: Öncelikle kenSAYFA 4 A dini kurtarmaktan geçtiğini düşünüyorum, bir şeyleri düzeltmenin yolunun. Bunu tabii, bireysel kendini kurtarmak olarak algılamamalıyız. Mesela, her kışlada, her evde dünyanın nasıl daha iyi bir yer haline geleceğine dair fikirler var ya… Söz ediliyor, konuşuluyor ve tartışılıyor ama bireyler kendi hayatlarında bunları yapamıyorlar. Kendi hayatında barışı sağlayamayan bir insandan ziyade dünya barışını sağlamak daha kolay geliyor sanki. O yüzden ben öncelikle kişinin kendi bahçesine bakması gerektiğini düşünüyorum. Ondan sonra işte bu diğer alanlara yansır. Montaigne’nin yaptığı gibi bir şeydir bu: Ben ne biliyorum sorusu etrafında döner hep. Baktığınız zaman Montaigne’in yazdıkları çok bireyseldir, ama akıl almaz bir şekilde de evrenseldir. Hâlâ okuyoruz onu ve hoşumuza gidiyor. Ben de Montaigne’in bu yolunu kendime düstur edindim. Ama romanda Durnev Hanım ve Barbaros Albatros ikilisine baktığımızda, Albatros’un kendi barışını ve huzurunu sağlamak için en yakınındaki insana zarar verdiğini görüyoruz... Romanda kendi barışını sağlamak isteyen kahramanların hemen hepsi huzursuz tiplerdir. Az önce derdiniz nedir diye sorduğunuz için devam etmek isterim burada da; bütün romanların alt metni olabilecek veya romanlarımdaki motif olarak söylüyorum bunu; yoksa birebir kahramanlar öyle yapıyor diye değil: kötülük yapan insanlar da benim kahramanlarım. PSİKOABSÜRD... Kitaplarınızın arka kapak tanımından hareketle, absürd romanlar yazıyorsunuz; psikoabsürd de deniyor kimi yerde. Absürd sözcüğünün açılımında durum saçma’lığa kadar varır; siz vardırır mısınız peki saçmalığa, yazdıklarınızı? Evet. Bunu açar mısınız biraz? Ben gerçekten de saçmalığı, gerçeği kavramanın güçlü bir yolu olarak görüyorum. Ayrıca bu, mizaha da çok elverişli bir durum. Yazdıklarımda da mizah fazlaca yer bulur. Absürd de tüm bu anlamlarla birlikte bana kullanışlı geliyor. Woody Allen söylüyordu; “Ben, çocukken seyretmeyi istediğim türden filmler yapıyorum” diye. Ben de işte, okumayı sevdiğim türden şeyler yazıyorum. Psikoabsürd derken, psikolojiyle nasıl bir bütünlük sağlar absürd? Psikoloji saçmalığı içinde barındırır mı? Her şeyle bağdaştırabilirsiniz absürdü. Psikoloji zengin bir dünyaya sahiptir. Mesela ilk kitapta direkt Freudyen paradosi varken, ikinci Alper Canıgüz ve Erdem Öztop söyleşide... romanım Oğullar ve Rencide Ruhlar psikanaliz bir detektiflik hikâyesidir. Polisiye ile psikanalizi birlikte işledim. Yeni romanım Gizliajans ise psikolojiden epey uzak duran bir kitaptır. Ama ilk ikisinde çok daha yoğun olarak vardır. Genel olarak da Freud; haliyle psikanaliz beni kendine çekiyor. Gizliajans’ta polisiye türüne daha yakın gibi sanki… Evet. Aslında üç romanda da bu izlek söz konusu, ama tabii Oğullar ve Rencide Ruhlar’da en net bir biçimde ortaya çıkıyor. Bazen düşünüyorum; bütün romanlarda bir polisiye taraf vardır. Hafiyeli romanlar, bütün romanların içinde yatan bir şeyi alıp daha tüketilebilir ya da daha rahat takip edilebilir bir hale getirmiş gibi geliyor bana. Bu anlamıyla Suç ve Ceza da bir tür polisiyedir; keza Sefiller de öyle. İleride polisiye yazarı ya da psikoabsürd bir yazar olarak anılmak ister misiniz? İkisi de değil tabii. Gizliajans’ın yazar biyografisinde ne olmak istediğimden söz ettim kısaca: “Kahkahalarla ağlatan ve hıçkırıklarla güldüren kitapların yazarı olarak anılmak.” Bu tür bir tanıma neden gittiniz? Oyunun bir parçası olarak görmeli. Garip olarak karşılanabilir belki ama yazarın aslında yarattıklarının arkasına saklanması benim hoşuma gider. Burada ciddiyetsizlik de oyunun bir parçası olarak görülmek istememden kaynaklanıyor. Ciddiyetsizlik konusunda eleştiriler aldınız mı? Gariptir almadım ama onun yerine röportajlarımı kesmeyi tercih ettiler. Gizliajans nasıl ortaya çıktı? Uzaylıların yönettiği reklam ajansı fikri, gerçekten ajansta çalışırken aklıma geldi. Hepimiz sonuçta çalıştığımız kurumlara söylenir dururuz ya, benim de bir kızgınlık anıma denk geldi. Öte yandan Gizliajans kaybetmekle de ilgili bir roman; bu da kişisel durumumdan kaynaklıydı, ağır bir ayrılık geçirmiştim; haliyle de içimdeki kırık taraflara bakmak istedim. Bakarken de böyle bir roman ortaya çıktı. Kitabın ilk cümlesiyle başlıyor öyleyse oyun: “Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım.” Edebiyatla oynaşmayı seven birisiyim. Bu numarayı Borges yapardı. Ben de bunu kendisine yapayım istedim. Edebiyat her şeye baktığı gibi kendine de bakabilen bir şey aslında. Düşünüyorum da hikâye üzerine değil, roman üzerine düşünen bir yazar olmayı istiyorum galiba. Absürdlük de bu yüzden açıyor beni, sınırlarımı genişletiyor. Borges’i Kemalettin Tuğcu yapmam da bundan; tabii diğer tarafıyla da romanın nasıl olduğuna dair bir atmosfer yaratmakla ilgili bir durum. Bir röportajınızda okumuştum; Sait Faik ve Oğuz Atay sizde ayrı bir yerde dururmuş. Hal böyle olmasına karşın bu iki yazarın metinlerine aşinalık yazdıklarınızda görülmez! Neden? Beni okur ve yazar olarak farklı yazarlar etkiliyor. Yazmanın ana hatlarına dair olan kısmında Michel Zevaco beni oldukça etkilemiştir. Pardayanlar’daki kurgusu çok iyidir. Bir de Bilge Karasu okurken aklıma takılan bir kip beni daha sonra bir yerde yakalıyor, bana dokunuyor. Ben de bana dokunanları metinlerim de birebir olmasa da kullanıyorum. Tatlı Rüyalar’daki Hamit karakteri örneğin, oldukça Oğuz Atay bir karakterdir. Dediğiniz gibi, zanaatiyle ilgili benzeşmez, ruhunda vardır. HER ŞEY BİR OYUN Bu kitap aynı zamanda bir aşk romanı gibi de okunabilir mi; ya da şöyle demeli; aşktan intikam alan bir roman! Ana kahraman Musa, iş arkadaşı Sanem’e bir anda sırılsıklam âşık olur ama sonunda, intikamını alan Sanem olur! Bu durum; ruh ikizi, ya da o an âşık olacakmış gibi… Ruhani bir durum mu, yoksa kazara oluveren bir şey mi? Yani yanıtlarla değil de sorularla ilgilenen bir roman. Bu kitapta aslında zor bir şey de yaptım ve sonunu okura bıraktım romanın. Birinci tekil şahısla yazarken bunu yapman çok zor; birinci tekil şahısta kahramanın bir algısı ve gerçeği oluyor, haliyle okur da onu takip ediyor. Halbuki bu kitabın sonunda kahramanın tercih ettiği gerçeklik, hakikaten gerçek gerçeklik mi tam da bilemiyoruz. Bütün o yaşadıklarını sonunda anlamlandırıyor; evet Sanem ve yaşadıklarım gerçekmiş deyip ona inanmayı ve bu şekilde aşk fikrine sabitlenmeyi tercih ediyor. Aslında hiçbir şeyin böyle olmadığı ve her şeyin bir oyun olduğuna dair ipuçları da bir o kadar romanda kuvvetli ama kabul etmiyor. Okur açısından da benim isteğim; bu ikilem arasında kalıp düşünmeleri. Musa kandırıldı mı; yoksa yaşadıkları birebir gerçek miydi? Ama Sanem de aşka lanet okuyor bir noktada; aşk diye bir şey yoktur diye söylemlere vardırıyor işi… Onun da kafası karışık. Burada sizi mi buluyoruz biraz? Sanırım. Absürdlüğün yanında fantastik bir yazar olarak görür müsünüz kendinizi? Hayır. Bu konularda kafalar epey karışık aslında; absürd, fantastik, sürreal… ? [email protected] Gizliajans/ Alper Canıgüz/ İletişim Yayınları/204 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 988
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle