24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Suyun Rüyası Ë Oğuz ÖZDEM ’li yıllarda şiir yazmaya başlayan Engin Turgut, “Artshop” yayınlarından çıkan “Suyun Rüyası” (Ocak, 2008) adlı kitabıyla şiir serüvenini kesintisiz olarak sürdürüyor. Bu kesintisizliğe yaptığım vurgu, bir şairin şiiri üzerine düşünürken sondan başa veya baştan sona doğru bir yolculuk yapmak gerektiğini belirtmek istememden kaynaklanıyor. Ancak, son kitapların bütün süreçlerin birikimini de barındırdığını düşündüğüm için şimdilik bir “rüyayı” birlikte yaşayalım diyorum... Engin Turgut şiirinin temel taşı “sevgi dolu, naif bir dünyanın” açılımıdır, diyebilirim. Ancak bu açılımdaki en önemli özellik, şairin hayatın içindeki yerini terk ediştir. Üçüncü kitabının adının “Küs” olduğunu da hatırlarsak, hayata karşı bir küskünlük ve kırgınlık içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu küskünlük ve kırgınlık içerisinde “Ellerinizde aşka küsmüş bir gelinciğin dumanı mı tütüyor” dizesinde ifadesini bulan, geçmiş ve gelecek arasında, yaşayamamışlıktan kaynaklanan ve özlemi duyulan giderek temenniye dönüşen bir yaşam atmosferi oluşur. Bu atmosfer ikili bir özellik gösterir. Birincisi şairin kendi özelindeki aşk kırgınlıklarında odaklaşırken ikincisi çocukların ağırlıkta olduğu ama tüm insani duyguların yoğunlaştığı, “ Ben bir dünya insanıyım, aşktan yapıldım ben” diyerek evrenselleşmek isteyen sevgi ve mutluluk dolu bir tablonun boyanması şeklinde kendini gösterir. 80 bir dize yapısı; ritmin soluk alma duraklarında zaman zaman hızlanarak, zaman zaman da duraklamalarla kendini sürdürür. Bu yapı içerisinde yalın ve anlaşılır sözcükler üzerinden yürürken, bazen dizeler düzyazıya dönüşse de “maskelenmiş” sözcükler diyebileceğim imge yükünü barındıran sözcükler de bütün yalınlığıyla kendilerini hissettirir ve amaçlarına ulaşırlar. Bu yapı içerisinde kurduğu dizelerin ve imgelerin içinde kendi varlığını, konuşan kişinin kendisi olduğunu okura hep sezinletir. Anlatım birinci tekil kişi üzerinden yapılırken karşıdaki kişiyi de yakına çeker ve hitap edilen kişi olarak konumlandırır. Zaman zaman da; “Hangi düşlerin içinde bu kadar çok hayat vardır / Gar lokantasında Haydar vardır, bir kadeh rakıdır” dizelerinde olduğu gibi tanıdık mekânları da şiire taşıyarak şiire bir sahicilik duygusu kazandırır. Sonuç olarak, duyular arası deyim aktarımlarıyla şiirlere bir hareket kazandıran Engin Turgut şiiri için; “Ah, biliyorum yaz okulu olmalı parmaklarındaki gülümseme / Çocuklar sevinsin diye parmakların dans ediyor renklerle” dizelerinde olduğu gibi görsel bir şölen oluşturan, mutluluk özlemiyle “Ah!” kırgınlığı arasında hüzün dokuyan bir şairdir diyebilirim. ? Suyun Rüyası/ Engin Turgut/ Artshop Yayınları/ 60 s. Engin Turgut Buluşmalar Ë Aslı SOLAKOĞLU “... Otuz yıl boyunca yeryüzünde ne olup bittiğine bir edebiyatçı gözüyle bakmak, kendi içinde kapalı bir zaman bütününü oluşturdu (...) Benim buradaki bütün rolüm, bizim neslin varoluşunun anlamını yüceleştiren değerleri ve yaşanmış olayları okura iletmede aracılıktan başka bir şey değil.” uluşmalar, Zweig’ın önsözdeki bu cümleleriyle başlıyor. Neyi, neden yazdığını açıklarken, okuru kendi tanıklıklarına ortaklık etmesinin önemine ve bu yolla anlam üretiminin çoğalacağına dair vurgu da yapmış oluyor. Bu nedenle Zweig’ı okumaya başlamak için seçilmiş doğru bir ilk kitap, Türkçede de ilk kez yayımlanan Buluşmalar. Başka bir doğru nedense, yazarın edebi inceliklerle örülü dilinin, denemelerine de yansıyan çekici yanı. Bu özelliğiyle Zweig’ın düşünsel alanı aracılığıyla sadece dönemi değil; onun yazınını şekillendiren olayları, insanları, dahası dönemeçleri de okumuş ve anlamış oluyoruz. Buna en iyi örnek, ilk bölüm olan “İnsanlarla Buluşmalar”da anlattığı siyonist lider Theodor Herzl ile olan anıları. Bir sistemin dünyada kökleşmeye başladığını düşünüp buna dayanamayarak intiharı seçen bir karşı adam olarak Zweig’ın Herzl ile yazınsal düzlemde başlayıp ilerleyen dostluklarını; Herzl’in ölümüne yakın aslında düşüncelerinin uyuşmadığı alanların varlığını da okumak mümkün bu yazıda. Zweig’ı, bu erken dönem tanıklıkları aracılığıyla anlamaya tam da buradan başlayınca, ortaya şöyle bir düşünce de çıkıyor: Belki de Zweig, hayatı devam ettirenin umut olduğunu içselleştirenlerdendi. Öyle ki, farklı koşullar ve düşünceler de bir araya gelip o umudu kaybettiği anda varlığının gereksizliğine hükmetti ve ölümü seçti. Savaşın karanlık günlerinde hem de Yahudi kökenli bir yazar olarak, göçlerin yön verdiği yaşamının ardından, hepten katlanılması zor bir dünyaya yazmak zorunda hissetmişti kendini. Yurtsuzluğunun tetiklediği denizaşırı yolculukları, ona altmış yaşına kadar güç verdi. Freud felsefesine yakınlığını da hesaba kaStefan Zweig tarsak, Zweig, faşizmin altında iyice ezilmiş ve kendini bu dünyada küçücük bulmuştu belki de. Şaşkındı, kaygılıydı. İnsanı büyütenin üretmek olduğunu bilmesine rağmen umudunu, inancını kaybetmişti. Oysa 1916 yılında kaleme aldığı “Yaşamı Umursamayanların Arasında” yazısında, “Bugün nerede o büyük topluluk? Parçalandı, rüzgârlarla dağıldı, savaş onları yok etti. Yok artık ‘umursamazlar’!” diyor, sürü dediği o grubu eleştirerek kendini ayrı bir yerde konumlandırıyor, savaştaki umutluumutsuz insanları resmediyordu. Buluşmalar’da, dört ana bölüm var. Arturo Toscanini, Bruno Walter, Frans Masereel, John Drinkwater, Maksim Gorki gibi sanatın farklı dallarında ürün veren insanların portrelerini çizdiği ilk bölümde bahsi geçen hemen herkesin Zweig’daki ortaklığı, hayatın en az bir alanında mükemmel olmaları. Gorki’nin sade yazarlığının betimlemesinde bile, “O gözler hiçbir şeyi büyütmüyor, küçültmüyor, değiştirmiyor, yanlış görmüyor, karartmıyor da” gibi yücelten cümlelerle karşılaşmak mümkün. Zaten Zweig, insanları, kentleri, kitapları en iyi ve en belirgin özelliğiyle kurguluyor. “Zamanlarla Buluşmalar” bölümünün ilk yazısı olan “Tekdüze Bir Dünya”da, yaşamın tekdüzeleşmesinin en belirgin göstergesi olarak dansı örnek veriyor ilkin. Her ulusun kendine özgü dansının yerini, çabuk unutulan, kişiliksiz melodilere ayak uydurularak yapılan birtakım hareketlerin aldığını söylüyor. Şimdi bu durum daha da acıklı bir seviyede değil mi sizce de? Zweig’ın yazılarındaki edebi lezzeti oluşturanın, kurgusal bir bütünlükte yazmasından ileri geldiğini söylemek mümkün. Kimi zaman çok belirgin olan bu seçilmiş anlatım şeklinin, aslında Zweig için kendini ifade biçimi olduğunu, kitabın diğer bölümleri olan kentlerle ve kitaplarla buluştuktan sonra iyice anlıyoruz. Bu bütünlüğe bir örnek, “Tekdüze Dünya” yazısının biçimini de belirleyen bir yöntem. Tekdüzeleşmeyi örneklerle tespit ettikten sonra “sonuçlar, kaynak, direnç, kurtuluş” alt bölümleriyle anlamaya, anlatmaya, sorgulamaya, çözüm yolları aramaya devam ediyor Zweig. Okurun anlam üretimine katılması için açılmış dâhiyane sade bir yol bu aslında. Yanı sıra, “Dünya Savaşı Sırasında Düşünceler” yazısında olduğu gibi “Ulusların ve halkların değişimiyle istesek de istemesek de hepimiz değişeceğiz. Olup bitenlerde herkesin parmağı var...” şeklindeki düşüncelerini okura açıkça söylemekten de geri durmuyor. Son bölüm olan “Kitaplarla Buluşmalar”ın ilk yazısı “Kitap: Dünyaya Açılan Kapı”da, yeryüzünde bütün hareketlerin kaynağı olarak insan bilincinin iki buluşu imleniyor: Mekânda hareket, tekerleğin bulunması ve kâğıdın buluşu, düşüncenin yayılması. Sahiden de Buluşmalar’ı okuduktan sonra, onların hayatımızın durak noktaları haline geldiğini duyumsamamak mümkün değil. İyi bir romanı, öyküyü, şiiri okuyup bitirdikten sonra, elimize aldığımızdan farklı olacağımız gerçeğini, her cümlesiyle anımsatıyor çünkü Zweig’ın Buluşmalar’ı. ? MAVİNİN AĞIRLIĞI... Bu tablo, “ Hangi garda bu kadar güzel bir şair vardır / Gardını almış, kötülük bizden uzak dursun” diyen şairin şiirlerine bir derinlik ve görsellik kazandırır. Bir ıssızlığın, sessizliğin içinden seçtiği sözcükler bağırıp çağırmayan fısıltı halinde konuşan ama – şairin ressam oluşunun etkisiyle yoğrulmasından olacak renklerle bezenen bir görüntü yumağına dönüşür: sesinizdeki yalnızlığın ıssız bir rengi var...”, hisli bir mavi...” sanki beyaz bir kuş...”, sesiniz narin ve utangaç”, sesiniz yumuşak ve kaygan”, “komşuluğun mavi şarkısı”, kalbi kırık bir beyazlık”,”mavi bir kalp”, “renklerin içindeki cömert mavi sizdiniz”, “meleklerin mor rüyası”, gülüşünüz yemyeşil” ... gibi mavinin ağırlıkta olduğu, nesnelerin özgürce boyandığı şiirsel bir tablo çıkar ortaya. Tutkuların ruhsallaştırılmış durumu olan düşlerin, rüyaların şiirini yazmak; gerçekle, gerçek dışının bağlamsal olarak ortak hareket etmesini gerektirir. Gerçek dışının imgesel atılımları bilincimizi uyaran, onun uyku halinde yaşamasını engelleyen bir durumdur. İmgelem otomazmi içinde uyuyup kalmış olan şairi baştan çıkaran ya da onu tedirgin eden sınıra getirir. Bu durum dizelere yansırken sözcüklerin ritmik atılımları ve çağrışımsal gücü bir anlamda şairi de yönlendirir. B İMGE YÜKLÜ, YALIN SÖZCÜKLER.. Tutkuların, düşlerin, rüyaların içinde dolaşan Engin Turgut şiirinin şiirsel üslubunu da bu bağlamda düşünebiliriz. Onun şiirleri de ritim duygusuyla, sözcüklerin birbirini mıknatıs gibi çektiği SAYFA 18 Ahmet Arpad/ Yordam Kitap, Haziran 2008/ 286 s. solakogluasli@yahoo.com Buluşmalar: İnsanlar, Kentler, Kitaplar/ Stefan Zweig/ Çeviren: ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 963
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle