06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enis Batur’la ‘Suya Seng’ Su farklı derinlik kesitlerine çağırır çekirdek formunda tutulmasına ilişkin kişisel bir seçimin, kararın sonucunda kâğıda düşülüyor. Kolaycı yol sayılması beni üzer de, o yorum karşısında elimden bir şey gelmez. Sizin sorunuz bu değildi ama, farkındayım. 1996’dan bu yana, bir bakıma düzenli biçimde içbükeylere yöneldim. Suya Seng’i yaklaşık beş yıl içinde yazdıklarımdan yonttum, yayın aşamasında pek çok parçayı kitaptan düşerek. Bazı dönemlerde daha bir yoğunlaşıyorum aslında: Issız Dönme Dolap altı ayda ortaya çıkmıştı; altıncı kitap, Noksan, o da altı ayda yazıldı, önümüzdeki yıl yayımlanacak, yolda fikir değiştirmezsem. Sözün özü, tezgâhtaki ruh haline bağlı olarak öne çıkıyor, geri çekiliyor içbükeyler. Günlük bambaşka, o konuyu önümüzdeki ay çıkacak Ada Defterleri yayımlandığında konuşuruz artık! Şimdiden, kısaca da olsa, bir ayrım çizgi koyamaz mısınız burada? İçbükeyler, yazarın yazı hayatının akışına, düzenlenişine, beslenme kaynaklarına ilişkin pek çok ipucu barındırıyor da, hayatının öteki yönlerine fazla yer açmıyor. Günlük tuttuğunuzda, bu denge ters yönde değişir. Ada Defterleri’nde iki tabaka iç içe geçiyor: Bir yanda gündelik yaşamdan kesitler, ötekinde neredeyse düşünsel bir soruşturma, paralel düzende ilerliyorlar. Günlüğümü yayımlamayı düşünerek tutmadım bugüne dek. Bir gün, yayımlamaya karar verirsem, oturup üzerinde çalışmam, üçte ikisini yok etmem gerekir. Böyle bir çalışmayı yapmadan ölecek olursam, canyoldaşıma çok güvenirim, bütün günlüğümü yakmasını vasiyet ettim. Yolculuk günlüklerimi içeren Pasaport Damgaları’nı aylarca üzerlerinde çalışarak, enikonu budayarak yayına hazırlamıştım. Ada Defterleri’ni, baştan bir kitap olarak tasarlayıp kurmuştum, gene de, dokuz aya yayılan yayın hazırlığı aşamasında, bütünden önemli eksiltmeler yaptım. İçbükeylerle günlüğün temel farkı bu: Birisinde, kesip biçerken kendinizi korumaya çalışıyorsunuz; ötekinde, hayatınızdaki insanları da korumanız gerekiyor. Benimkisi, bu nedenle “içten günlük” olarak yazılan, ama okur önüne çıkması sözkonusu olduğunda o boyutu geniş çapta iğdiş edilen bir günce yazısı. Polemiklere girmezsiniz bilirim! Ama o an sussanız da, bu notlarda karşımıza çıkıyor yanıtlarınız! Neden bekliyorsunuz? Zaman geçiyor üstünden? Gerçi bir notunuzda da değiniyorsunuz polemik yazını diye bir tür olabileceğine… İsmet İnönü taktiği, diyebiliriz. Ortalıkta, durmadan burnundan soluyan boğa gibi dolaşmayı yakışıksız buluyorum. Gelgelelim, ‘öteki yanağınızı uzatın’ felsefesini de benimsemiyorum ben: Özellikle, dürüstlük sınırından taşmış, ahlaksızlık kuyusuna kovasını daldırmış birileri karşısında, “tenezzül etmem” burnu büyüklüğüne sığınmayı doğrularım arasında saymıyorum. İkide bir olmamalı, ama yeri geldiğinde, akrep kuyruğunu dikmeli. Suya Seng 20022007 arası tuttuğunuz notlardan oluşuyor. Tam da ortalarında notlar, müthiş bir karamsarlık içine giriyorsu Enis Batur’dan yeni bir kitap daha geldi. Bu kez 20022007 yılları arasında tuttuğu okuma notlarından oluşuyor Suya Seng adını verdiği kitap. Okuma notu demiyor gerçi Batur; “İçbükeyler, yazarın yazı hayatının akışına, düzenlenişine, beslenme kaynaklarına ilişkin pek çok ipucu barındırıyor,” diye tanımlıyor. Kendisiyle bu içbükeyler üzerine söyleştik. Ë Erdem ÖZTOP eni kitabınız, Suya Seng yayımlandı. İçbükeyler dizisinin beşinci kitabı bu. Siz, durgun suya mı yoksa alabildiğine köpüren suya mı atıyordunuz taşları? Yazı adamı, işinin başında çok küçük bir yer işgal eder. En büyük masa kaç metre karedir? Masayı bazen karanlık, uçsuz bucaksız kumullar, bazen da, çepeçevre ufku kaplayan umman bir su kütlesi kuşatır. O ortamları kararlarımızla deleriz. İskemleden kalkıp raftan Başo’nun şiirleriyle döndüğümüzde, bizi kuşatan zaman ve yer koşulları değişiverir. Televizyonda haberleri izlemek üzere kısa bir ara vermişsek, birden şimdiki zamanın boyutları dönüşür. Buna karşılık, iyice içimize doğru çekilmeyi seçtiğimiz anlarda, su farklı derinlik kesitlerine çağırır bizi. Yazma eylemi, sonuçta, yanlamasına ya da dikey yönde büyük hareket özgürlüklerine açıktır. Ama, bir yerden bir başkasına mı gidilir, yoksa kayboluşun ortasına mı düşülür, o ayrı konu. Suya düşen ‘seng’ nasıl bir hâle yaydı peki? Bu, attığımız, seçtiğimiz taşın büyüklüğüne bağlı biraz da. Taş, suya düştüğünde bir merkez yaratır hemen, oluşan halkanın çemberi hızla o noktadan, merkezkaç kuvvetle genişler. Nereye vardığını bırakın okuru, yazar bile çarçabuk göremez. Suya Seng, 20022007 dönemini kapsıyor. O parçalar, başka bütünlüklerin yazılışlarına eşlik etmişlerdir. Kimi, şimdiden okur karşısına çıkmış, kimi önümüzdeki birkaç yıl içinde yayımlanacak kitapların gölge metinleri bunlar. İçbükey, yazar eleştirmenleri ya da kuramcıları tarafından ortaya atılmış, onaylanıp “caSAYFA 16 nuz, yanılıyor muyum? 2000’lerin hemen başını düzey kaybı ve yüzeyde kalma açısından milat gösterebilir miyiz? Yoksa evveliyatı var mıydı? Türkiye’deki kırılmanın miladi takvimi 1980’de başladı. Ülkeler dönüşüm geçirirler, kaçınılmaz ve gereklidir bu, ama olumlu değerleri terk edip yozlarını benimseyerek doğru yönü tutturamazlar. Bugünkü kaosun büyük sorumlusu 12 Eylül’ün başaktörleri. Sonrasında, daha çok üzerine katıldı ne yazık ki. İki tür karamsar vardır; biri küser, pes eder, kabuğuna çekilir; ötekisi enerji harcamayı, direnmeyi sürdürür. Kendimi ikinci kategoriye koyuyorum. Gelgelelim yaşım ilerliyor, doğal seyri içinde vaktim ve enerjim azalıyor, bunu görebiliyorum. Ne olursa olsun, karamsarlıkla teslimiyetçiliği bir tutmamalıyız. Y non”un tasnif kategorisine eklenmiş bir yazı türü değil tabii. Onları kişisel temrin çalışmaları sayabiliriz. Dolayısıyla, suya düşen her taş parçası, cüssesiyle orantılı biçimde, paralel akış içinde yazmayı sürdürdüğüm öteki kitaplarıma açık ya da örtük göndermeler içeriyor bir yandan da. Çengelli iğneyle iliştiriyorum, diyebiliriz. “Kim görsün diye?” sorusu gelebilir burada. Gören görür, görecektir. Ama, görülmese de olur: yazar, köprü kurma gereksinmesi duyuyorsa işini yapacak, yoluna devam edecektir. Varsın, dönem görme dönemi olmasın. KEYİFLENDİREN TANILAR... Ne zamandır tutuyorsunuz bu notları? Kişisel günceniz var mı ayrıca? Nasıl ayrışıyor bu ikisi birbirinden? “Notlar” diyorsunuz, karşı çıktığımı sanmayın, her okur dilediği gibi adlandırabilir onları, ben “içbükey” demeyi yeğliyorum, yazarda vaftiz etme eğilimi hep olmuştur. Onca mercekten biri seçilmiş, kullanılmışsa, bu da bir gereksinmenin sonucudur. Benim gibi belli bir deneme kurma deneyimi edinmiş, deneme yazmayı sürdüren bir yazar, iki uca doğru arayışını, ayrıştırma çabası vermeyi kesintiye uğratmak istemez. Bir uçta genleşme, genişleme isteği belirdiğinde, araya anlatı damarının da karıştığı, oylumları 50 sayfayla 300 sayfa arasında değişen metinler ortaya çıktı. Ahmet Oktay “mutant metin”, Ali Teoman “uzun metraj deneme” tanısını getirdiklerinde keyiflendiğimi saklayacak değilim. Öteki uçta, kısalar ve kıpkısalar devreye girdi. Bakıldığında, farklı kaygıların yönlendirdiği farklı söz ekonomileri de denilebilir. Şimdi, bir içbükeyi okşayacak olsam, iki çırpıda “deneme”ye ulaşabilirim sanırım! Temrin –dileyen alıştırma ya da not diyebilir pekâlâ geliştirilebilecek bir düşüncenin DÜZEY DÜŞÜRMEDEN YAZMAK Okuru beklediğinizi imliyorsunuz! Nitelikli okuru… Ütopik de olsa bu beklentiniz, yer yer hayal kırıklığına uğruyorsunuzdur yukarıdaki sebeplerden ötürü? Hayır okuru, nitelikli okurun nüfusunun artmasını bekliyor değilim, bunun olmasını umuyorum bir gün, hepsi bu. Olur ya da olmaz, yazı adamının işi, uğraşını hakkını vererek sürdürmektir. Bugün, hâlâ, yazdıklarımızı yayımlamamızı anlamlı kılan bir nitelikli okur topluluğu var. Yarın olmayabilir. Bize gene düzey düşürmeden yazacağımızı yazmak düşer. Bir notunuzda, yazı dünyamızın günlük ya da yaşamöyküsü açısından güdük olduğunu, ama diğer taraftan da anı ve hatırat yönünden de zengin olduğunu vurguluyorsunuz. Bu, yazarın kişisel dünyasını ifşa etmek istememesinden kaynaklanıyor muhakkak. Peki bunun sebebi ne olabilir? Okurun metinlerinden uzaklaşma korkusu olabilir mi? Sanmıyorum, merağın zaman zaman yoz boyutlar alsa da azalmadığı ortada. Günce, yaşamöyküsü, anı, yazar “ben”inin ağırlıklı olarak öne çıktığı yazın türleridir. Bizim kültürümüzün yapısında, farklı kaynaklardan beslenen, bir “kendini ortaya koyma ayıbı” kavramının yeri büyüktü. Çok önemli, değerli bir ölçüdür bu. Bir noktadan sonra, dünya ölçeğinde yaygınlaşan magazin perspektifi geldi ölçüsüzlüğünü dayattı, dengeleri bozdu. Karşı kutupta, buna karşılık, bireyselliğin, kul olmaktan yurttaş olmaya geçişte yeri azımsanamayacak bireyselleşmenin önünü tıkayan bir sansür mekanizmasının işlediği gerçeği var, yolu tıkayan bir özdenetim çarkı devreye girebiliyor. Yazın adamına burada öncülük görevi düşüyor. Tartımlı bir üslupla “ben dünyası”nı eşelemek, derinleştirmek, sorunlarıyla yüzleşeceği doğru yazı formatları aramak, içinde yaşadığı toplumun dengesi açısından can alıcı önem taşıyor. “Ben edebiyatı”, tehlikeli sulardan, akıntılardan, beklenmedik engellerden oluşur. Bunları bilerek içine girilmeli, bunları görerek hepten uzağında kalmanın tutucu ortama katkısı hesaba katılmalı. Şüphesiz, herkesin ayarı kendince burada. Le Poète Travaille dergisi hakkında bir notunuz da adı üzerine ve taşrada olmasından, buna bağlı taşra entelektüeli bir ad bulması konusunda eleştirileri değerlendiriyorsunuz. Aklıma 50’li yılların hemen başında ‘taşra’dan çıkıp gelen Şairler Yaprağı dergisi geldi; Nedret Gürcan’ın çıkardığı bu dergide ilk şiirlerini yayımladı hatırı sayılır şairler… O tartışma, İstanbul’da, “merkez”de yaşayan bazı şairlerin, taşrada yayımlanan bir dergiyi küçümsemelerinden, ona tepeden bakmalarından doğdu. Bana kalırsa sorun, ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 963
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle