24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ergun Çağatay ve Doğan Kuban sizleri ‘Türkçe Konuşanlar’ın dünyasına davet ediyor ‘Türk insanı kendini çok az tanıyor’ Ergun Çağatay ve Doğan Kuban imzalı Türkçe Konuşanlar (Y.E.M Yayınevi), bilmediğimiz bizi, derin araştırmalar sonucunda titizlikle ayrıntılanan tarihi arka planıyla bize anlatan, dev bir kaynak. Türk dünyasında değişmeyen ortak paydanın, süregelen tek kimlik kanıtının Türkçe olduğunun anlatıldığı kitapta, biz Türklerin neden kimlik ve dil bilincimizi koruyamadığımız sorgulanıyor. Önceleri Çarlık Rusyası ve sonraları Sovyet yöneticilerinin ve şimdilerde de ABD’nin ‘Türk dünyasının birleşme’ kaygısı ve bunun sonucunda aldıkları ‘önlemler’ tarih ve günümüz bağlamında gözler önüne seriliyor. Türklerin Arap etkisine girmesinin sonuçları, din olgusunun o ‘dönüştüren’ gücü de satırlar arasında. Ergun Çağatay ve Doğan Kuban sizleri Türkçe Konuşanlar’ın dünyasına davet eder. Gelin bizlere katılın… orada büyük insan kitlelerini öldürmek için hazırlanan biyolojik silahların, mikropların, virüslerin deney alanı Rönesans Adası’nı görmek, ziyaret etmek, Sovyetler Birliği döneminde düşünülemezdi bile. ‘TEK DEĞİŞMEYEN TÜRKÇE’ Bu dev coğrafyada değişmeyen ortak paydanın Türkçe olduğunu söylüyorsunuz kitapta... Evet, yaşam düzeni, ekonomi, politik görüş ne olursa olsun bu belki de değişmeyen tek şeydi. Bu noktada bu kitabın adı çevresinde yeni bir tartışma başladı: Buralarda yaşayanlar Türkçe mi, yoksa kökü Türkçe olan başka bir dil mi konuşuyorlardı? “Türkçe” ile bizim bugün Anadolu’da konuştuğumuz dil kastedilirken, diğerleri için “Türki” kelimesi kullanılıyordu. Ben ise Türkçe için ya da Türkleri anlatmak için Türkçede bulunmayan bir ek ile oluşturulan Türki kelimesinin kullanılmasını dilimize yapılan bir haksızlık olarak yorumlarım. O nedenle kitapta bu sözcüğe hiç yer vermedik. Karşımdakinin Kazak, Özbek ya da Kırgız veya Konyalı olmasının davranışlarında fazla fark yaratmadığını; yaşam felsefelerinin çok benzediğini; aynı vücut dilini yansıttıklarını; benzer yemekleri olduğunu; aynı kelime ve tümleçleri kullandıklarını izledim. Ayrıca, bugün Türkiye’de olduğu gibi, değişik Türk toplumlarından gelen insanların kolaylıkla birbiriyle kaynaştığı, yıllardan beri süregelen Anadolu örneğinde de görülebilir. Orta Asya’da dolaştığım on yıl içinde gözlemlerim ve yaşadıklarım, “Türki” veya eşanlamdaki İngilizce “Turkic” kelimesinin sentetik bir ayrım sıfatı olduğu kanısının içime yerleşip kalmasına yetti. CEDİDLER VE BASMACILAR... Bu ayrım nasıl gelişmiş? Biraz gerilerde, önceleri Çarlık Rusyası ve sonraları Sovyet yöneticilerinin kurnazlığın da ötesindeki girişimlerinde yatıyor. Şöyle ki; Sovyetler’in Orta Asya’da yeniden hükümranlık kurmaya çalıştığı 1920’lerde Türk halklarını temsil etme kararlılığında olan aydınlar, ‘Cedid’ adıyla anılan bir hareket oluşturarak yeni rejimin içinde kimliklerini ve yönetimde kimliklerine dayanan yerlerini sorgulamaya başladılar. Sovyetler ise Buhara, Kokand ve Hiva’daki ortaçağ kalıntısı hanlıkları yok ettikten sonra, Orta Asya’yı “Türkistan” adıyla tek bir idari yönetim altında birleştirdi. Bu nedenle Cedidler kendilerini Müslüman halklarının temsilcisi olarak görmeye başladılar. Temsil ettiklerine inandıkları halkların başta eğitim ve vicdan hürriyeti olmak üzere Sovyetler Birliği içinde edinilecek politik bağımsızlıklarını kazanmanın peşine düştüler. Ve ortalık karıştı... Evet, çünkü aynı bölgede Cedidler’in yanı sıra Basmacılar adı altında, daha ziyade İslam felsefesine dayalı başka bir hareket daha vardı. Bu hareket, 1916’da ilk önce Çarlık yönetimine, daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra sürgüne giden Enver Paşa komutasında Bolşevikler’e karşı isyan bayrağını açmıştı. İki yıl süren isyan, 4 Ağustos 1922’de Enver Paşa’nın bugün Tacikistan sınırları içerisinde kalan Duşanbe yakınlarında öldürülmesi ile son buldu. Böylelikle Lenin’e korkulu rüyalar yaşatan Basmacı isyanı bastırılmış olurken, yeniden bir PanTürkist veya Panİslamist isyanına karşı, Sovyetler’in ilk yıllarında kurulan Sovyet Sosyalist Türkistan Cumhuriyeti yerine, Çarlık Rusyası’nın “böl ve yönet” politikasına uyularak, bölge beş yeni cumhuriyete ayrıldı. Acı ama gerçek! Bugün Türkistan yani lügat anlamıyla “Türklerin Yurdu” önemli ölçüde gerçek niteliğini kaybetmiş; aynen dişi kurt Asena gibi mitolojik anlam taşımanın ötesinde kaybolmuş bir ülke, bir rüyadır. ‘DİN İKİ TARAFI KESKİN BIÇAĞA BENZER’ Böl ve yönet, evet… Kitabınızda olanca hızıyla din olgusunun devreye girdiğini de okuyoruz... Din, iki tarafı keskin bir bıçağa benzer. Dinin katı kuralları, bireyin davranışlarını zaman zaman en sert biçimde sınırlamaya çalışır. Serbest düşünceyi boğan bu yaklaşım, toplumların gelişmesi yönünde en büyük açmazlardan biri olduğu halde, politik olarak baskı altında kalan kavim ve milletlerde, örneğin Tatarlar, Özbekler, Türkmenler, Uygurlar vs. gibi toplumlarda ise din, bireylerin asimile olmasına karşı ulusal kimliğini koruyan, bireysel saygınlığın devamını sağlayan öğedir. (Tarihte asırlardır yaratılan tüm olumsuz şartlara rağmen yine ayakta kalmayı beceren Yahudi topluluklarını da aynı perspektiften değerlendirmek gerekir.) İslamiyet, ilk önce Çarlık Rusyası’nın sınırları içindeki topraklarda yaşayan, daha sonraları Sovyetler Birliği yönetiminde kalan bazı Türk topluluklarının birbirlerine olan bağlarının devam etmesini sağlarken, aynı şeyi kişilik erozyonu yaşayan diğer küçük Türk toplulukları için söylemek güç olur. Örneğin, Şamanizmden koparılarak Ortodoks olmaya zorlanan ve Kazan kentinin hemen batısında bulunan Çuvaşlar.. Ya da Hıristiyanlaştırılmak istenen Güney Sibirya’daki bir milyona yakın Hakas Türk toplumu… Ayrıca Moğolistan’ın hemen üstünde bulunan, tüm zorlamalara karşın Lamaist Budizmi ve Şaman inançlarını terk etmeyen Tuvalılar… Bir istisna da Lituvanya’da yaşayan Karay / Karaim (Karait) adıyla tanınan; Musa Peygamber’in dinine ve sadece Tevrat’a bağlı kalan; Talmud gibi daha sonraki tefsirleri reddeden ve sayıları bin dolayında bulunan bir Türk topluluğudur. İMPARATORLUKLAR DA GÖÇER! Bir de göçerlik geleneğine değinirsek.. Göçerlik tam bitmediyse de dönüştü, tarihi arka planda yerleşik hayatla birlikte gelen asimilizasyona yengiye de vurgu yapıyorsunuz... Erken dönemlerde ordularıyla önlerine hangi devlet çıktıysa ezip geçerek yeni imparatorluklar kuran göçerler kültür birikimleri, ele geçirdikleri topraklarda yaşayan yerleşik düzendeki uluslarla karşılaştırılınca kıt ve kısıtlıydı çünkü. Yönetimleri altına giren Çin, Hindistan ve Bizans gibi köklü medeniyetler kurmuş ülkeler, zamanla ya Türkleri asimile etti veya geleneklerini Türklere benimsettiler. Büyük bir güç olarak devamlı hareket eden Türkler zaman içinde kültür taşıyıcısı oldular. Timurlu gibi büyük bir kültür potasının içinden yetişen Timur’un torunu Babür, tüm hanedanının hep Türk soyundan geldiğini söylemesine karşın, hem Hindistan’da kurduğu devleti ve hem de kendisi için, Batılı yazarlar inatla “Moghul/Moğol” kelimesini kullanırlar. Farsça barbar sözcüğüyle eşanlamlı kullanılan Mogol kelimesinden türetilen Moghul deyimi, Timur ve soyunun bugünkü Özbekistan, Afganistan ve Hindistan’da yarattığı ve geride bıraktığı ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 951 E. Çağatay Ë Gamze AKDEMİR aşadığınız korkunç bir olayın ertesinde hız verdiniz “Türkçe Konuşanlar”a.. Vücudumun yüzde otuz sekizi yanık olarak, 1983 Temmuz’da Paris’in dışındaki askeri hastanede bir iki gün ölümle yaşam arasında gidip geldim. Nedeni, ASALA örgütünün Paris’in Orly havaalanındaki Türk Hava Yolları kontuarına koyup patlattığı ve on kişinin ölümüne, iki düzine insanın yaralanmasına neden ev yapımı bir bombaydı. Her tarafım yanık yaralarıyla doluydu, çektiğim acılar bir süre sonra geçmişin tatsız anıları olarak beynimin bir köşesine yerleşirken, hafızamda, ilk düşündüğüm andaki canlılığını koruyan tek şey “Türkçe Konuşanlar” kitabı idi. Fakat sonraları daha iyi farkına varacağım gibi, TC pasaportu ile Orta Asya’da dolaşmam imkânsıza yakındı. Başka bir gerçek ise Sovyetler Birliği çökmeseydi, bu kitabın hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğiydi. Kitabı hazırlamak için geçen on yıldan fazla sürede gün geldi, eski komünist yönetim zamanında gitmeyi hayal dahi edemeyeceğim Rusya ve Orta Asya’nın en ücra köşelerine kendi aracımla seyahat ettim. Rusya’nın bir ucundaki Petrograd’dan Novosibirsk, Abakan, Kızıl gibi diğer uçtaki kentlere gittim. Kazakistan’da nükleer testlerin yapıldığı alana en yakın kentte radyoaktiviteden çarpılmış insanları gördüğüm gibi, bir dönem Sovyetler Birliği’nin önemli araştırma merkezlerinden sayılan, adını yıllar önceden duyduğum, Novosibirsk’te Akademi Gorodok’u ziyaret ettim. Çar Petro’nun Batılılaşma kararlılığının gösterisi olarak kurduğu Petrograd’dan, insanoğlunun yarattığı en büyük çevre felaketi olan Aral yöresini ve Y Manas Destanını okuyan manasçı veya aşık, Kırgızistan. (Albümden) SAYFA 4
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle