27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ amansız koşullar içinde yaşayan, yoksul, neredeyse tükürülmüş ailelerden birinin kızı. Dilan ötekilerden biri. Seçmediği bir hayatın içinde, tehlikenin tam ortasında debeleniyor. Eğitim alamıyor, bir iş, bir meslek edinemiyor, bu yüzden ailenin erkeklerine bağımlı, bu yüzden özgür değil, seçme hakkı, yaşantısını değiştirme olanağı yok, kötü bir çevrenin içinde her an başı derde girebilir. Şehrin nimetlerinden asla yararlanamıyor. Daha farklı çevrelerde ve durumda olan yaşıtlarının sahip olduğu olanaklardan hiçbirine sahip değil. Daha pek çok şey sayılabilir. Bütün bu koşullar içinde Dilan’ın başını yerden kaldırmak için yapılması gerekenler gerçekleştirildiğinde nasıl gerçekleşecekse artık hiçbir şey öyküdeki gibi olmayacaktır elbette. Dilan’a mutlu bir son yazsaydım... Dilan’a mutlu bir son yazabilir miydim?... Dilan’a mutlu bir son yazmayı istedim mi?... Niye mutlu bir son yazayım ki Dilan’a? Hayır, Dilan’a mutlu sonu ben biçmemeliyim. lerinden geçen ve içinden geçtikleri şehirle. Varoluşlarını inanılmaz sancılı yaşayabiliyorlar. Edebiyat sancıyı sever, değil mi? Hem, “onlar” da var demek istedim ben sanırım bu öyküyü yazarken. Dışardan algıladığımız algıladığımızı sandığımız mükemmel orkestrasyonda derin şaşkınlıklar, kaos, karmaşa, uyumsuzluk var ve yaşam şarkıları en az öbürlerininki kadar aksak, hüzünlü. Aslına bakarsanız sadece insan olmak, olmaya çalışmak bile çekilen acıyı haklı kılıyor. Bu nedenle şehirden gelip geçen binlerce kadının arasından uzanıp bu “iki boyutlu” kadınlardan birinin kolundan tutabildiysem, tutup da hikâyesini anlatabildiysem, sizin deyiminizle ona bir “üçüncü boyut” ekleyebildiysem ne mutlu bana! Aslı Tohumcu Öncesinde neden İstanbul’u genelleyip Kadıköy Çarşı ve akabinde de Ayser’in haykırışı, tanıkların hayatlarının bir noktada kesişmesi?.. Ortak manada, geçmiş acıların istemeden yazıya yenik düşüşleri öykünüzden çıkardığım sonuç oldu; yanılıyor muyuz? Kadıköy Çarşı; çünkü uzunca bir süredir Kadıköy Çarşı’ya bir taş atımlık mesafede yaşıyorum. Az biraz biliyorum yani buraları, çok da seviyorum. Çok renkli, çok kucaklayıcı buluyorum çarşıyı ve Kadıköy’ü. İstanbul’la on beş yıllık mazimde evim diyebildiğim, benimseyebildiğim ilk yer burası oldu. Birden çok hayatın/hikâyenin Mine Söğüt kesiştiği bir öyküyü anlatmak için ideal Aslı Tohumcu bir mekân bence. Ayrıca, koca İstanbul’u bir öyküye sığdırabilecek bir babayiğit varsa, helal olsun! Ben bu öyküyü (Fit’i) bir nedenle yazdım, herkes kendince bir şeyler çıkarsın ondan diye. Dolayısıyla sizin çıkardığınız sonuç doğru bir sonuçtur; kimse aksini iddia edemez. Öykünün bir okuru olarak benim çıkardığım sonuç şöyle bir şey ama; “Hayat hiçbir şeye yenik düşmez, hayatın umrunda bile değildir yazı. Ayser çarşının orta yerinde yaşadığı patlamayla, o hengâmenin içinde kendinden başka beş dişinin daha hikâyesinin anlatılmasına sebep olur. Bunların hepsi de kadına, kadınlığa dair hüzünlü ama gerçekçi hikâyelerdir. Aslında yazar ağını çarşıya daldırmış, bahtınıza çıkanı kâğıda dökmüştür.” Mine Söğüt Çok sert bir eleştiri var öykünüzde! Birincisi neden İstanbul’a ölümün kenti ithafını yaptınız? Sebebi yüzyıllardır bu kentin erkek olmasından mıdır; gene sizin tabirinizle? Hal böyle olunca, sürekli dile getirdiğiniz konuya, cinsiyetsizliğe getirmeli konuyu… Yazmak için masa başına oturduğumda hiçbir zaman “onaylayan” şeyler kaleme alamıyorum. O “çok sert eleştiri”, benim hayata bakış açımdan kaynaklanıyor ve doğrusu yazma dürtümü en çok bu açı kışkırtıyor. İstanbul tüm büyük, kalabalık ve fakir şehirler gibi ölümü ya da ölüm tehdidini baş köşeye oturtur. Böyle bir coğrafyada yaşanan mutlu ve huzurlu hayatlar bir masaldır. Sizin kendi hayatınız bu karmaşadan ne kadar uzak gibi görünse de bu karmaşanın içinde devam ettiği için dışardaki her şey size bulaşır. Güzel temiz ayakkabılarınızla ayakları bileklerinden kesik sakat dilencilerin yanından geçersiniz. Arabanın arka koltuğuna güvenle oturttuğunuz çocuğunuzun, arabanın camını silen ve arsız ve umutsuzca para dilenen yaşıtıyla göz göze gelmesini önleyemezsiniz. Siz “nerede, ne yesem” diye düşünürken birileri hep “açım” diye kolunuzdan çekiştirir. Aslında şehir sadece kadınlara değil tüm yoksullara düşmandır. Ve ne yazık ki hayat başı sıkıştığında dişlerinin arasından “önce çocuklar ve kadınlar” diye tıslar. nem diyor karakterlerinizden biri. Karakterlerinizin tümü çok parçalı, çok karakterli ve hatta şizofrenler. İstanbul, çocuklarını sevse de tıpkı annelerimiz gibi sevgisiyle delirtmiyor mu sizce? İnsanlar dünyanın neresine giderlerse gitsinler, sonunda İstanbul’a dönüyorlar. Bu sözleri söyleyen karakter de öyle, İstanbul dışında başka bir yerde varolamaz. Buna çoğu insanın tutku dediğini duydum, bana göre bağımlılık. Şunu demek istiyorum, İstanbul insanın kanına giriyor. Ben İstanbul’da şizofren bir kadından bahsetmek istedim, gerçek bir kadından, çünkü İstanbul’un şizofren kimliğine çok uyuyordu. İstanbul’u kadınlar üzerinden okumak çok ilginç ve o kadar doğru. Bu işin şimdi bizzat kadın yazarlar tarafından yapılması harika bir şey oldu. Benim anlattığım Sevinç Duman ne ünlü, ne de ikon, sıradan biri. Bir parçası günün birinde Meryem Ana gibi babasız çocuk doğurabileceğine inanıyor. Bu esasen erkek iktidarın üstüne tükürme biçimidir. İstanbul’a uzaktan bakan, onu keşfetmek isteyen bir kadın. Her şeyin çok hızlı tüketildiği, her türlü alışverişin baş döndürücü bir hızla yapıldığı ürkütücü bir yer ona göre İstanbul; ama bir yandan da sanatın, edebiyatın, şatafatlı magazin dünyasının mekânı ve ihtişamlı bir tarihin vârisi. Bu yönüyle İstanbul adeta mitsel, ulaşılmaz ve kavranılmaz bir çekiciliğe sahip. Başka bir şehirden gelen, kendi güvenli kabuğundan çıkmış olan kadın kahramanım ise biraz ürkek ve bu ürkekliğini yenmeye çalışan biri. Ama onun yabancısı olduğu böylesi bir kentte kendi şeytanını devreye sokması çok zor. Bu yüzden ancak evine geri döndüğü, yani kendini güvende hissettiği anda bedeninin seslerine kulak verebiliyor. Ama bu ses ne kadar güçlü çıkarsa çıksın, kadının arzuladığı erkek için önemsizdir. Çünkü o İstanbul’un hızla tüketen, sabırsız ve korkutucu yüzüdür; dolayısıyla uzaktan gelen bu sese kayıtsızdır. Ama ben yine de yazarın her yazdıklarına inanmayın derim. Bugün bir öykü kahramanım ürktüğü İstanbul’dan kaçar, onu uzaktan arzulamayı yeğler; yarın başka bir kahramanım onun bir sokağına, orada yaşayan bir kadına, bir erkeğe âşık olur, kendini dünyanın en korunaklı köşesinde buluverir ve orada kalır. İstanbul’u sevmek bence çok kolay; ona alışmak, onun kurallarıyla yaşamaksa biraz sabır ister. Şebnem İşigüzel Belleğin kaybedildiği, haliyle ölümsüzlüğün yitirildiği şu zamanda, bir kadın yazar olarak erkek kahraman yaratıp, onu Marilyn Monroe’nun İstabul serüvenine ortak etmek nereden çıktı? Memleketin belleği buharlaştı, çoktan kayboldu. 28 yıl geçmesine rağmen faşist, darbeci generallerin boynuna sarılarak şarkı söyleyen şarkıcılar, o adamları tonton dedeler sanan bir kuşak var. Daha da kötüsü, hâlâ ve hâlâ darbe yapılmak istenmesi, siyasete müdahale, sınıf çatışması, hatta topsuz ve tüfeksiz olarak darbe yapılabilmesi. Vazifet tuhaf. Toplumun belleğini kaybetmesi ya da hasarlı Feryal Tilmaç bir bellekle ortada dolanması acıklı. Ancak konumuz bu değil. Şükür elimiz kalem tutuyor. Bugünleri de yazacağız. Elbette öyküm ucundan kıyısından bu meseleye bulaşıyor. Bilhassa “Belleğini kaybettiğinde ölümsüzlüğünü kaymetmişsin demektir,” cümlesiyle. Marilyn Monreo’ya gelince. Marilyn Monreo bir muamma. Onun gizlice İstanbul’a geldiğini hayal etmek güzeldi. Kahramanım eski bir film yapımcısı ve anlatıklarına inanalım mı, inanmayalım mı bilemiyoruz. Ama bence inandırıcı. Olabilir yani. Benim kalemimin kerameti de bu zaten, olabilir kılmak, inandırmak. Ayrıca yazdığım en yumuşak metin. Koca koca ülkelerin halkından gizlenen, saklanan tarihleri varken fani Marilyn neden gizlice İstanbul’a gelip birkaç gün geçirmiş olmasın ki? ? Kadın Öykülerinde İstanbul/ Hazırlayan: Hande Öğüt/ Sel Yay./ 296 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 951 Menekşe Toprak Feryal Tilmaç Sizin kahramanınız pek de edebiyatı yapılmayan bir kadın tipi, ama siz onu bilinç akışı yöntemiyle edebileştirmişsiniz. Tam da İstanbul gibi, kafası çok karışık. Sizce oldukça büyük bir çoğunluk olan büyük şehir kadınları neden hep iki boyutlu düşünülüp es geçiliyor? Onların anlatmaya değer hikâyeleri olmadığı mı düşünülüyor ya da onlara üç boyut kazandırmak daha mı zor? Bu tip kadınlar edebiyatta çokça konu edilmiyorlar. İyi eğitimli, ekonomik bağımsızlığı olan, temelde yaşamını idame ettirmek için kendinden başkasına gereksinimi olmayan kadınlar, edebiyatın gözünden kaçıyor belki de. Dört başı mamur olan yerden bir şey çıkmaz gibi bir anlayış var. Edebiyat kendini acıya dolayan, kendini acıdan var edendir bir anlamda ve hayatları denk terazi görünen bu kadınların ruhsal sıkışmışlıkları sıkışmış olabilecekleri kolayca zihnin gerisine atılabiliyor. Bunlar deyim yerindeyse “memnuniyetsiz olmaya hakkı olmayanlar”. Oysa hayatın içindeler, şehirle en az ötekiler kadar cenk halindeler. Daha talihsiz, eğitimsiz, imkânsız, umutsuz hemcinsleri kadar, bazen daha da fazla didişebiliyorlar kendileriyle, içSAYFA 22 Ama öbür tarafta da Tanrı sorunu var, o da başka bir iktidar. Menekşe Toprak İstanbul’un korkutuculuğu aslında kadının arzularına, isteklerine ve özgürlüğüne gem vurmak için mi yerleştirilir zihnine? İstanbul gerçekten bu kadar ürkütücü müdür sizce? İnsanın yabancısı olduğu her metropol, hep biraz tehdit edicidir bence. Büyük kentin hareketliliği, kalabalığı, insan ilişkilerinin çokseçenekliliği görüş açınızı kapatır. Böyle bir kentte aşk arayışı ise, eğer kalıcı, romantik bir aşk arayışındaysanız ki ben günümüzde kadınların cinsel özgürlüğü güvenli ve kalıcı ilişkilerde aradıklarına inanıyorum bir tehdit olarak durur karşınızda. Benim öykü kahramanım ise Semra Topal Burası benim mabedim, yurdum, an
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle