Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ müziği ve sürreal bir varoluşu var. Ve diyorsunuz ki şehir, üstündeki laneti bozacakların çoğalmasını bekliyor. Sizce o insanlar bir gün gerçekten bu laneti kaldırabilecek kadar güçlenecekler mi? Ve o gün gelirse, İstanbul sürreal olur mu? İstanbul, tarih boyunca cazibe merkezi olmuş bir kent. Bu özelliğini koruduğu sürece göç almaya, göç aldıkça da gereken karşılıkları üretmeye devam edecek: İnsanlar kenti, kent insanları törpüleyecek. Benim İstanbul’umun üzerindeki lanet, kentin hor kullanımından geliyor. Lanetin kalkması için o insanların güçlenmesi değil, değerbilmez ve hoyrat taraflarının yok olması gerekiyor. İstanbul, yine de tamamen tükenmez tüketilemez sanki. Onu sürreal kılan biricik şey de onca olumsuzluğa karşın hâlâ ve inatla güzel kalmasıdır, herhalde. Yoksa öyküden yansıyan İstanbul ruhu sürreal değil; çok sahici geliyor bana. Sabâ Altınsay Kitaptaki kadınların kendi gözlerinden anlattığı İstanbul’larında içlerinde en neşe verici öykü sizinki! Diğerlerinde hep bir hüzün hâkimken sizin öykünüzde tatlı bir tebessüm yayılıyor okurun yüzüne! Anlaşılan siz diğerlerinden farklı bir İstanbul, nostaljik bir yön çıkartıyorsunuz? İstanbul’un da tıpkı hayat gibi, bin bir yüzü var. İyimser, zorba, hilekâr, sevimli, hüzünlü, hınzır yüzleri var kentin. Siz hangisine bakar, metnin ruhunu oluştururken hangisini görürseniz. Önemli olan, metnin duygusu ne olursa olsun, İstanbul’la tamamlanmasıdır. Kitapta yer alan öykülerden İstanbul’u çıkardığınızda, tüm metinler karakterlerinden birini kaybediyor, eksiliyorlar bence. Hangi duygu üzerinden yazılmış olursa olsun, tüm öyküler İstanbul resmi içinde anlamlı. İyimserliğe gelince, evet, öyle olmayı severim ben. Her zaman değil ama.... dım. Duvarların saydam olduğu, akşam karanlık bastırıp da lambalar yakıldığında kalın perdelerin çekilmediği bir dünya hayal ederdim. Taşradan gelmiş bir genç kız olarak, hiç tanımadığım, bilmediğim o binalarda yaşanan hayatların hayallerimdeki resmi geçidi büyülerdi beni. O zamanlar İzmir, gene Türkiye’nin üçüncü büyük şehriydi ama bugünkü gibi bir göç dalgasıyla kavrulmamış, sakinlerinin hayatları birbirinden çok farklı yönlere doğru savrulmamıştı; iri bir kasabaydı İzmir. Dünyanın başka şehirlerinde uzunlu kısalı süreler ikamet ettim sonraları. Halen, yılın bir kısmında Berlin’de yaşıyorum ama şehirler şehri İstanbul, ya ben İstanbul’u tanıdık ve tanımadık bütün şehirlere üstün tuttuğumdan, kalbimde biricik ve eşsiz olduğundan, benim için en güzel öyküleri, en canlı imgeleri barındıran şehir. Benim İstanbul’a duyduğum dinmek bilmeyen, yüreğimden çağlayan aşktır bu şehrin hem evlerini, hem de öykülerini benzersiz kılan. Başka ne olabilir ki? ru büyür, insanın içinde. İstanbul, iç içedir bu bellek kayıplarıyla, üst üste, yan yana, farklı dünyalar, bir görünür, bir kaybolur bakınca. İstanbul, belki de, bir de bu yüzden, hayallegerçek arasındadır hep, yaklaşılırken uzaklaşılan bir kenttir. Bu kadar çok unutan ve bu kadar çok hatırlayan bir kentte, İstanbul’da, hüzün, nasıl olmasın ki? Nalan Barbarosoğlu Leyla’nın yüzünün yarısını belalısı Kadir alır. Leyla’nın acısı İstanbul’u dinleyerek hafifler. İstanbul’un sesini gerçekten duyabilmek için tam olmamak mı gereklidir? Kimler duyabilir şehrin söylediklerini? Şehrin söylediklerini, kulak veren herkes duyabilir; ille de sakatlanmak gerekmiyor. Leyla’yla İstanbul arasında ise bir kader ortaklığı var... Her ikisinin de yüzü talan edilmiş. Sanırım bu yüzden bir söyleşme zemini doğuyor ikisi arasında. Ama bu söyleşme acılarını hafifletiyor mu, bilemiyorum. Ayrıca böyle bir istekleri var mı acaba?.. Sanmıyorum. Yaşadıkları, içselleştirilmiş bir acı çünkü. Sadece kendi gerçekleriyle yüzleşebilmek için birbirlerine el uzatıyorlar; kendi gerçekleriyle yaşayabilmenin üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Her koşulda direnmek ve ayakta kalmak isteği bu. Psikolojik bütünlüklerini korumaya çalışma çabası, yarılma travmasını sağaltma çabası. İstanbul’un güzel, parlak, haz veren bir yanını yazabilirdim. Fakat yılların tortularının, dopdolu çekmeceler gibi üst üste yığılı birikimlerinden çıka çıka, Tarlabaşı çıktı. Yaşadıklarımızdan bize acı veren sayfaları atamayız. Atsak, eksik kalır.Orada, benim ve yakınlarımın sıkıntılı bir dönemi yatıyor; sıkıntılı fakat yine de gülebildiğimiz, hatta çoğu zaman mutlu olabildiğimiz günler…Onlar bizimdir ve yaşanmıştır bir kez. Nazlı Eray Unutmayı başlatma düğmesine basılsa da aslında, unutmak istenen daha doğrusu eski aşklar çıkıverir önümüze! Neden peki, işlevsel bir durumken bu, işlevselsiz bir hale dönüşür? Bu ‘unutmayı başlatma düşmeleri’ hiçbir zaman pek bir işe yaramaz. Tam o düğmeye basmaya karar verdiğin anda yok etmek üzere olduğun sevgilinin yüzü öyküde olduğu gibi karşına çıkıverir. Aşkın bitişi böyle bir karmaşadır işte; insanı üzüp bitiren, beş sene sonra gördüğünde dönüp bakmayacağın birine bütün dünyanı, hayallerini o anda kenetlemen, bir beş yıl önce hiç tanımadığın bir insan için korkunç bir acı çekmen, hayatını zehir etmen… İşte böyle bir şey aşkın bitişi. O işe yaramayan düğmelere basar durursun. Ta ki, yeni bir sevgiliye rastlayana kadar!.. Eğer bu şansı yakalayabilirsen, çektiğin acıdan hiçbir şey kalmaz. Ben böyle biliyorum aşkı ve bitişini… Sezer Ateş Ayvaz Öykünüzde İstanbul’a ürkek bir bakış sergilenir. Nedendir bu? Yoksa şehir mi size böylesine ürkütücü bakış sergiler, etkiler? Ya da hepsinden öte, derdiniz bize hüzün mü vermektir? Nadide gibi, Yakup gibi; çağrılmadan gelenlerin dünyasına ait bir bakış olabilir bu. Onlar, İstanbul’da, hiç değilse bir süre ama uzunca bir süre, istenilmeden karşılanan ve zorunlu olarak katlanılan konuklardır. İlk kuşak, öfkeyle, nefretle, korkuyla yaklaşır, bu arzu şehrine. Esas parçalanma ikinci kuşakta olur, görüp yaşadığıyla, yerine koymak istediği arasındaki çelişki, çatışma bırakmaz peşini. Sevdasının, sevincinin, isyanının, yıllar geçse de karşısında açacağı kapılar vardır. Hem ardında kaybolduğu, hem de içinde yaşayıp unuttuğu bahçeler vardır. Yakup da çıkarak gelir bu kapılardan, Beyoğlu, Sultanahmet, Sirkeci, Samatya, gecesi ve gündüzüyle; İstanbul’da. Tek tek sayılır boncuklar, kuyulardan yankılar beklenir, İstanbul, bir yokluğa doğ Gaye Boralıoğlu Öykünüzün kahramanı Hatice bir tek Mi notasında takılır ya da öyle varsayılır, belki çalabiliyordur arada farkında olmadan da! Aslında Do’daki vurgunun, o ağırlığın farkına varsa; biraz az üflese ona!.. Tüm dert Do’nun deliğine tam basmakta, öyle değil mi? Bakın basıveriyor ansızın, ne dert kalıyor ne de tasa… Hatice İstanbul sokaklarında dolaşan binlerce “sessiz” kadından biridir aslında. Günün birinde, yanında kocası, her zamanki gibi Sirkeci’den kalkan trenle evlerine dönerken, bir zihin oyunu oynar: Dedesinin ona öğrettiği bir şarkının notalarında kendi sesini arar. Öykünün nihayetinde Hatice beklenmedik bir karar alır; artık sesini bulmuştur. Hatice’nin bulduğu ses, aslında sessizliğin sesidir. Leyla Erbil Aslında ne bir mekân, ne bir kişi, ne de bir anı!.. Tözünde bir tarihin peşine düşüş, onun izini sürme, yazdığınız öykünüzün teması diyebilir miyiz? Aslında hem mekân Fener ve Küçüksu hem kişiler, hem parça parça anılar... Tözünde neyin peşinde olduğunu bilemeyen mutlu ve mutsuz bilinç... Büyüklenmeyle sakatlanmış ölümsüz zaman tanrısı hayatımızın külüstür “resmigeçit”ine, ilençli ruhlarımızın cırlak karnavalına tükürerek kendisinden başkasına acımayan amaçları, hiçbir değerin önemi olmadığının kültüyle dimdik, arkasında bıraktığı yangın yerine bakmadan yoluna devam eder... Erendiz Atasü Öykünüzde iki İstanbul var, biri daha genç ve daha acımasız, diğeriyse daha olgun ve kalbi kırık. Size daha çok hangisini hissettiriyor bu şehir, bir anneyi mi yoksa kızını mı? Eskilere dönmenizi istesem ve anne olmadan önce İstanbul’un size nasıl hissettirdiğini sorsam?.. İstanbul bende hep ikili duygular uyandırmıştır. Büyüleyici bir yerdir. Büyüsü, yalnızca coğrafi özelliklerinden ve çeşitli tarihsel katmanları buluşturmasından değil; dirimselliği ve yıkımı, zarafeti ve yıkıcılığı, cömertliği ve oburluğu yan yana, içe içe sergilemesinden gelir. Yırtıcı yanı beni gençliğimde de irkiltirdi, hatta ürkütürdü, ama şehrin çekimine kapılmadan edemezdim. Şimdi ölümcül yanına sadece soğuk bir uzaklık duyuyorum ve çekiciliği gözlerimi hemen hemen hiç kamaştırmıyor. Müge İplikçi Sevinç Çokum Öykünüzde İstanbul tüm güzel anılarını kaybediyor ve bir anlamda yağmalanıyor sanki? Peki geçen yıllar İstanbul’a hep zarar mı verdi, hiç yeni ve iyi anılar yaşatmıyor mu? Bir ÖSYM sınavı mağdurudur Şehnaz. Klasik bir hesaplaşmaya düşmez sınav esnasında! Tüm hayatıyla; tüm hayatla; özelden genele varan bir dertleşmedir onunki aslında, diyebilir miyiz? Çözümsüzlükler ülkesinin mağduru? Ya da “Bu soru ne demek istiyor”a yanıt verdikleri gibi, tümden unutmalı mı her şeyi Şehnaz ya da insan? Çözümsüzlükler ülkesinin mağduru diyebiliriz onun için. Ancak iş burada bitmemeli. Bitmez zaten. Bitmiş gibi yaparız, üstünü kapatırız sadece. Bütün hoyratlıklar böyle örtülmez mi bu ülkede; yokmuş gibi yaparız, olur biter. Dahası da gelir: Bir dizi kolektif suçlama, suçlamaların arkasından gelecek o müthiş tanım koyma pratikleri. Bu tantanada üniversite adayı başörtülü Şehnaz’ın özelden genele varan dertleşmesi, farklı bir açıdan bakıldığında genel tutumun perspektifini yansıtır aslında. Genel tutum nesnel ve evrenseldir... Soruları da öyledir, yanıtları da. Bu sesin ve üslubun sorularına cevap veremiyorsanız işiniz bitmiş demektir! Geriye ne mi kalır: Bir paçavra. Gençlerine bu kadar mesafeli davranan bir ülkede büyüme ¥ SAYFA 19 Babâ Altınsay Sezer Ateş Ayvaz Gaye Boralıoğlu Nazlı Eray Müge İplikçi Esmahan Aykol İstanbul’un evleri tıpkı kadınları gibi pek çok garip hikâye saklıyor, öykünüzde olduğu gibi. Modern hayatlar ve mucizevi efsaneler yan yana. İstanbul’un evlerini ve öykülerini dünyadaki başka şehirlerden ayıran en önemli özellikleri neler sizce? İzmir’den İstanbul’a ilk geldiğim yıl, 1989’da, sokaklarda dolaşıp binaları seyre dalar Nalan Barbarosoğlu Esmahan Aykol CUMHURİYET KİTAP SAYI 951