19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

‘Kadın Öykülerinde İstanbul’ ‘Medeniyetin aynaları’ aşlık, Kadıköy’de Olimpiyat adlı meyhanedeki garsona ait. Sel Yayıncılık’ın yayımladığı ve Kadıköy Belediyesi Sağlık ve Sosyal Araştırma Vakfı, Fenerbahçe Gönüllüleri, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ortaklaşa düzenlediği, kitapla aynı adı taşıyan “Kadın Öykülerinde İstanbul” panelinin sonrasında, bu projenin katılımcı öykü yazarlarıyla gidilen meyhanede söyleşi kararı aldığımız sırada, masaya servis yapan garsonun kendiliğinden sarf ettiği cümleydi bu. Evet, onlar medeniyetin aynaları ve bu aynadan bizlere kimileyin acılar yansıtıyorlar, kimileyin neşe, kimileyin de keder. Aynanın sabit tarafında da kocaman bir İstanbul yer alıyor ve tüm bunlara olduğu yerden tanıklık ediyor. Söyleşimizde soruları öncelikle projenin ortak sahipleri Hande Öğüt ve Nermin Mollaoğlu’na, sonra da yazarlarımıza yönelttik. B Ë Senem KALEErdem ÖZTOP Neden kadınlar ve neden İstanbul? Kadınlar; çünkü edebiyattan politikaya, sanattan mimariye dek her alan erkeklerin hayat pratiğine göre yapılanmış. Dolayısıyla kadınlar bu alanlara ezilmişlik ve dışlanmışlık konumunun getirdiği dezavantajlarla, çeşitli stratejiler uygulayarak, ad veya kılık değiştirerek hayli geç girdiler; tıpkı kamusal alanlara ve kentin caddelerine geç girdikleri gibi. Cinsiyet ayrımcı toplumsal düzenin paralelinde mekânsal olarak kurgulanmış cinsiyet ayrımcılığı vardır, geleneksel eril merkezli bakış açısı kadını kamusal alana yakıştırmaz. İlk kadın romancılardan bu yana eserlerini hep çok “ters” bir ortamda yazdı kadınlar. Eril bir dili kullanarak ve yazarlığın erkek işi olduğunu içselleştirmiş bir erkek egemen söylemde, evlerinde oturarak, dışarıyı seyrederek ve sezerek... Estetize, erotize ve mistifiye edilen ya da korkulup kaçılan, bastırılması gereken bir “daemon”a dönüştürülen kadın gibi İstanbul da hemen hemen aynı kaderi paylaştı. Vazgeçilmez bir imge, bir tema, bir mekân, zalim bir kadın, özlenen bir sevgili, terk edilemeyen bir eş ya da metres oldu; kimi kez bir fahişeyle eş tutuldu. Oysa kadın yazarların hikâyelerindeki İstanbul, erkeğin metafizik dünyası gibi kesin ve keskin ayrımlara sahip değil. Öykülerin hemen hepsinin bir yerine hüzün yerleşmiş… Bunu neye bağlıyorsunuz? Hayata ve bir kadının kendine, topSAYFA 18 Hande Öğüt luma ve erkeklere rağmen yaşama çabasının trajedisine... Yanı sıra ataerkil düzene duyulan isyanın, bıkkınlığın ve yorgunluğun dile getirilme biçimi bu. Kadın yazar, gerçekte ne olduğu ile ne olması istendiği arasındaki bölünmüşlüğü yaşarken yapıtın karakterleri de bu yaşantıyı sergilerler. Güçlü ve sağlam durmak ile acı çekmek ve hüzün, kadın yazarın bölünmüş kişiliğini, iki “ben”ini dramatize eder. Hüzün, ağrılı bir çağsama ya da romantik bir yeis değil, konuşmayı işgal eden erkeğin iktisadına dayalı değişim sistemlerinin dönüşmesine vesile olabilecek bir duygulanım ve dürtü Hande Öğüt olarak kullanılıyor kanımca. Zira öyküler, kadın hayatlarına tanıklık eden ya da kadınlara özgü çileleri dile getiren anlatılar değil, ataerkil kültürü sorgulayıcı bir bakışla yazılmış kurmacalar. Peki, bundan sonra erkeklere söz düşecek mi? Günümüzde yayımlanan tüm edebiyat ve kitap dergilerinin ve eklerinin Eşikcini hariç yayın yönetmenleri, sorumluları hep erkeklerden oluşuyor. Edebiyat dünyasını biçimlendiren, eleştiri ve tanıtım dinamiklerini bünyesinde toplayan bu yayınların söz sahibi erkek değil mi? Söz erkeklerden ne zaman kadınlara geçti ki onlara geri dönsün? Fallosentrik dünyada, dili cinsiyetlendirilmiş, ırkçı ve ayrımcı yapısından kurtarmaya çalışan kadınlar, hep öznellik ile nesnellik arasında, sözün sahibi olmak ile söz tarafından sahiplenilmek arasında kalmadı mı? Vapurda ilk aklıma gelen isim Hande Öğüt oldu ve hemen onu aradım. Sonra da beraber gidip Sel Yayınları’na bu projeyi sunduk. Öğüt genç neslin en iyi eleştirmenlerinden. Edebiyatın cinsiyetini ve cinsiyetsizliğini, edebiyat sevgisinin ve onunla uğraşmanın zorluğunu, üretmenin doyumunu ve sıkıntısını en iyi bilen isimlerden. Bence hazırlayanıyla, konusuyla, yayınevi seçimiyle ve elbette Nilüfer Açıkalın içinde yaşayarak eskiye olan özlemimi hafifletmeye çalışıyor ve “hiç olmazsa bunlar sağlam kalsın” diye dua ediyorum. İstanbul ana kahraman olarak hikâyeye hükmederken bir de bakıyoruz yaşantı sahibi oluveriyor metnin!.. İstanbul ve yaşantı bir ikilem mi doğurur ya da kefelere bu iki değer yerleştirildiğinde dengede kalma hali nasıl olur? İstanbul baştan sona başrolde bu hikâyede. Solmaz İstanbul’da solarken, halinden memnun. Sonunu bilen ve kabullenmiş biri, bu yüzden hayatın İstanbul aracılığıyla getirdiği her yeni kişiye ve olaya açık. İstanbul’da geçen çoğu hikâyemde denge değil dengesizlik peşinde sürüklendi kahramanlarım. Asıl arzuları buymuşcasına tuhaf bir başkaldırıları oldu. Asilik ve asalet İstanbul’a yakıştığı kadar yakışır benim kahramanlarıma. Dengede kalma haline gelince, umurlarında değildir. İstanbul’un da umurunda değildir denge. Sizce İstanbul tüm yersiz yurtsuzluğumuzu, acılarımızı sahiplenip hepimize kucak açıyor mu yoksa tam tersine bizi daha yalnız ve acılı mı kılıyor? Kahramanınızın her şeyden çok bağlı kaldığı kutu pek çok şeyi bir çırpıda anlatıyor, merak ediyorum sizin böyle bir eşyanız var mı? İstanbul göç alımı açısından yıllardır ikili bir sahne sunuyor. Hâlâ taşı toprağı altın; bu nedenle de göçe açık olmaya devam ediyor. Diğer taraftan göç almasının tek nedeni çoktandır salt geçim mücadelesi ya da yoksulluk değil. İstanbul, eteklerinden sarkan ya da derinlerine doğru açılan mağara evleri andıran gecekonduları ve birbirine benzer gri site bloklarıyla pürüzlü hayatları görünmez kılan ya da birbiriyle buluşturan geniş sığınaklar sunan bir metropol. Bu anlamda İstanbul’a sığabilmek, İstanbul’a sığınabilmek, nötr bir vatandaş vaziyeti edinmekle olası. Bu ise göçmenleri ya da sığınmacıları, kuşkusuz bu şehre gelirken korumak istedikleri kimliği şizofren bir parçalanmayla yitirme tehlikesiyle yüz yüze getiriyor. Doğrusunu isterseniz, hikâyemde bir metafor olarak kullandığım kutuyu hatırlatan kutularım hatta irili ufaklı sandıklarım, bazen çekmecelerim ya da dolaplarım oldu, yakınlarımın evinde; geçmiş yıllarda. Bir yere emanet edilen çok önemli belgeyi bıraktığın gibi bulamamanın sıkıntılarını yükleniyor öyküde, yitirildiği düşünülen o kutu, içindekilerle birlikte. Kimliğini koruma kaygısı adına olduğundan büyük önemler atfetmeye başladığın belgelerini kendi kullanmaz olduğun evinde de yitirebilirsin. İki evi olanın hiç evi yoktur; diyor Saramago. İki ev arasında gidip gelen kişi en değerli belgelerini ve eşyalarını bu evlerden birinin yalnızlığında olduğu gibi, gidegele aşındırdığı yolların sapaklarında da yitirebilir. Nilüfer Açıkalın Cihan Aktaş Berat Alanyalı ki yazarlarıyla çok iyi bir kitap oldu. Nermin Mollaoğlu Nermin Mollaoğlu Bu proje nereden doğdu? Bu proje güzel bir akşam vapurla Karaköy’den Kadıköy’e eve giderken doğdu. İstanbul’un iki yakasına bakıp, tüm farklı birleşenlerine rağmen toplamda ne güzel bir şehirde yaşıyoruz, ne şanslıyız diye düşündüm. Bu şehir edebiyat tarihi boyunca birçok yazara esin vermiştir, vermeye de devam edecektir hiç şüphesiz. Benim o an içimden geçen istekse, birçok “farklı sesli kadın” yazarın aynı kitap içinde İstanbul’u anlatmalarıydı. Ve neden Hande Öğüt? Öykünüze bakıyorum; müthiş bir özlem çekiliyor geçmiş İstanbul’a! Öyle ki günümüz İstanbul yaşantısı da bir o kadar eleştiriliyor! Neden bu kadar iki keskin uç yarattı İstanbul sizde? “Çevremizi o denli değiştirdik ki, şimdi bu yeni çevreye uyabilmek için kendimizi değiştirmemiz gerekiyor.” N. Wiener’ın bu sözü beni tanımlıyor sanki... İstanbul o kadar inanılmaz bir süratle değişti ki, geçmişimizi geleceğe o kadar kolay teslim ettik ki... Bu hıza bir türlü alışamadığım gibi kabul de edemedim. Halbuki; kaçınılmaz olan geleceğe doğru, geçmişimize sahip çıkarak ilerlemeyi tercih ederdim. İstanbul’u hoyrat eller yerine, ruhu ve beyniyle düşünen ellere teslim etmek isterdim. Bu memleketin rengi olan insanları zaman içinde kaybettik. Şimdilerde ise o güzelim tarihimizi yok etmeye çalışıyoruz. Torunlarımız; geçmişimizi, yaşadığımız yerleri, yediğimiz yiyecekleri, içtiğimiz içecekleri bilmeyerek büyüyecekler. Yazarak hatırlatmaya çalışıyoruz, hiç olmazsa belgeler kalsın diye... İstanbul’u sevmekten hiç vazgeçmedim. Değişimi hüzünle izledim. Hâlâ kalan parçaların Stella Acıman Berat Alanyalı Sizin İstanbul’unuzun pek çok kapısı, ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 951
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle