Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mehmet Faik’in oğlu üzerine... Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”ı... Bu yazı, kesip biçerek oluşturulan kült bir vecizin altına gizlediğimiz Mehmet Faik’in oğlunu, yanlış olmasa bile, “eksik” anla(t)manın gecikmiş isyanına ilişkin kaleme alındı... Bu ay yine Burgazada’da olacağız. Kilisenin arkasındaki o beyaz evde; 54. ölüm yıldönümünde onu bir kez daha yaşadığı yerde anmak için. Mehmet Faik’in oğlunu anlatmak için, kim eline mikrofon alsa, kim kalem tutsa, o kutsal girizgâh değişmiyor: “Bir insanı sevmekle başlar her şey...” Ben de gerisini dinlemiyorum, kalkıyorum. Faik’in oğlu adına üzülüyorum. İnsanı sevmek için, önce anlamak lazım. Kimi sanatçıları, devlet adamlarını, içini boşalttığımız sloganların altına hapsetmek, yargısız infaz değil de, ne?.. Kuşaklara “örnek ikonlar” sunmak kaygısıyla, aslında onların ruhlarını boşalttığımızın farkında mıyız?.. “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adındaki, saklı bir cennetteki saklı bir aşkı anlatan ve Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en özgün örneklerinden biri olan öykü, hümanizm adına hâlâ slogancı bir anlayışa feda edilmekte... Yoksa aşk, yeteri kadar hümanist sayılmıyor mu bu memlekette?.. Veya kolaycılık adına, hümanizm, elli yıldır kendi kanını döküyor; görmezden mi geliyoruz!.. Derdimi anlatmak için, onu biraz daha konuşmamız gerek... Ë Hakan İŞÇEN ehmet Faik’in Oğlunun Öykücülüğü ve Duygulanımları O, Türk öykücülüğünün “emeksiz tohumu”dur. Akan suyun yatağını değiştirmemiş, başlı başına domur domur fışkıran bir kaynak yaratmıştır tek başına. Yazdığı 148 öykünün dörtte üçü İstanbul’u, onların yaklaşık yarısı da Burgazada’yı kendine mekân seçmiştir. Faik’in oğlu, hayatı ve yazdıkları arasında bir tül varmış gibi yaşamıştır. Bunda, röportaj yeteneğine ve ayrıntıları yakalamakta üstün bir gözlem gücüne sahip oluşunun da önemli payı vardır. Özellikle son döneminde anlatıcının bizzat kendisi olduğunu, öpüp kokladığı kalemiyle açıkça belli eder. Fethi Naci’nin, onu konu ettiği değerli incelemesinde (1) belirttiği gibi, yazın hayatını, yaşadıklarının bir izdüşümü olarak farklı karakter içeren üç döneme ayırmak, doğru bir yaklaşımdır. Bu dönemleri, karakteristik öykü kitaplarınSAYFA 14 dan esinlenerek, Semaver Dönemi (19361940), Lüzumsuz Adam Dönemi (19481952) ve Alemdağ Dönemi (1954) diye isimlendirmek de, sanırım yanlış olmaz. Faik’in oğlunun öykücülüğünün izleklerini ve dilini, bu dönemlere göre incelersek, ancak o zaman onun hakkında doğru bir kanıya varabiliriz. Yoksa, her üç dönemin yazarı birbiriyle her bakımdan çelişik bir karakter gösterecektir. Bunun için biri, “İstanbul‘suz yapamazdı” derken diğeri, “nefret ederdi” diyebilmekte; biri, “insanları çok severdi” derken diğeri, “onlardan kaçardı” diye konuşabilmektedir. Kısaca, önümüzde üç dönem, üç yazar (üç insan) vardır... 1. İnsana ve Dünyaya Bakışı: Semaver Dönemi: Emeği ile yaşayana değer verir; zenginlere eleştirel gözle bakar; sömürücülere kızar. Neredeyse “âlameti farikası” sayılan, o evrensel insan sevgisini, önce bu emekçilerden süzecektir. Dönemin başında irdelediği topluluk (işçi, amele, zengin) kültürünü, yavaş yavaş birey özeline indirger. Emekçinin sorunlarına dönük yaklaşımı, tamamen kendi gözlemlerine dayanır. Teori anlamında politik bir altyapı barındırmaz. İnsan sevgisi ve doğal olanı yüceltmesi hep ön plandadır. “Demekki Ali’miz biraz şairce idi. Büyükdeğirmen’de bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç’e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar...” (Semaver) Daha iyi bir dünya umudu taşır. “Yaşamın zevkini fakirler bilir” diyerek geçim derdinin ötesinde, hayatın anlamını kavrama bağlamında başka bir yaşamsal kavgaya dikkat çeker. Bu, ancak katılımcı bir sevgiyle oluşacak yaşam sevincinin peşinden koşma mücadelesidir. Çünkü, yaşam sevinci, bu çileli hayatı yaşanılır kılmakta, umudu taze tutmaktadır. “Kafanın, kolun çalıştığı; çalıştığında doyduğu, eğlendiği, sefillerin bulunmadığı, kızların satılmadığı, haksızlıkların olmadığı bir dünya...” düşler. Lüzumsuz Adam Dönemi: “Benim zenginlerle alışverişim yok” diyerek onları mutlu kaderlerine terk eder. Emekçilerin yerini, sınıf bilinci olmayan, sözde bilgili doğal karakterler işinin ehli ustalar, zanaatkârlar, balıkçılar alır. İnsandan bir kaçış başlar. Bu, bir uzaklaşma, araya mesafe koyma çabasıdır: “Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum...” (Karanfiller ve Domates Suyu, Mahalle Kahvesi.) Daha iyi bir dünya umudunu da yitirmiştir. Kendi sorunlarını, yalnızlığını ve umutsuzluğunu konu etmeyi yeğler: “Bineyim bir Boğaziçi vapuruna günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafa bakayım; kimseler yoksa denizin içine bırakıvereyim kendimi.” (Lüzumsuz Adam) Alemdağ Dönemi: İnsanları tamamen dışlar ve dışlanır. Bu, artık bir uzaklaşma değil, bir soyutlama, neredeyse onları yok saymaya yok sayılmaya varan bir yabancılaşmadır. Topluma ve doğaya farklı bir pencereden bakmaya başlar. Gündelik yaşamın acımasız değer yargıları nedeniyle toplumdan ve insandan neredeyse nefrete dönüşen bir kopuş yaşar. 2. Öyküleme Dili: Önemli dönemsel farklılıklar yaşasa da, dilinin bazı nitelikleri, üç dönem için de geçerlidir. Burada ilk söylenmesi gereken, anlatımda ona has olan ustalık ve içtenliktir. Satırlar, bilinç akışına benzeyen doğal bir gözlem akışı içinde, birbiri ardına dizilir. Kimi öykülerde rastlanan uzun sözcük katarları bunun doğal bir sonucudur. Buna karşılık, kısa tümcelerle yaptığı ruhsal betimlemeler çarpıcıdır. Özgün finaller, içtenlikli tekrarlar, anlatıcının araya girmesi, karakterle özdeşleşmesi, döneminin sanat akımlarını yansıtan o şiirsel biçemi, onun dilinin karakteristik özelliklerindendir. Semaver Dönemi: Somut ayrıntılarla bezeyerek oluşturduğu gerçekçi, düz tümceli bir anlatım izler. Konuşma dili ve diyaloglar, bir sonraki dönemi kadar canlı değildir. Mekân, zaman kipi ve bakış açısı bağlamında, kalıcı tercihleri henüz oluşmamıştır. Hem şimdiki zamanı, hem geçmiş zaman kipini, hem birinci tekili, hem üçüncü tekili aynı yoğunlukta kullanır. Lüzumsuz Adam Dönemi: Kıvrak ve canlı, özgün konuşma dilinin olgunluğuna ulaşır. Düzenli tümce yapısından devrik yapıya yönelir. Şimdiki zaman kipi ve birinci tekilde iyice yoğunlaşır. Artık anlatıcı, kendisidir. Bunu açıkça belirtir. Bunun sonucunda satırlarında, kendi düşüncelerine sık sık rastlanır. Mekân, şehir ve ada olarak artık ikiye indirgenmiştir. İç mekân olarak ise, kahvehane, işkembeci, lokanta, sazlı sözlü gazinolar revaçtadır. “ Terbiyeli mi olsun, Mansur Bey? der. Terbiyeli olsun, Bayram, derim. İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram’dır.” (Lüzumsuz Adam) Alemdağ Dönemi: Ayrıntılarla bezenmiş gerçekçilikten imgesel bir dil yapısına geçer. Bu, dil bakımından yazınsal kronolojisinde devrim niteliğinde bir geçiştir. Yeni bir “hikâye formu” oluşturur. Artık tüm öykülerin başkarakteri kendisidir. Yaşadıklarının doğal bir sonucu olarak ve yaşamının son dönemine girdiğinin bilincinde, iç dünyasını “ifade etmeye” çabalar. Buna hizmet edecek en uygun dilin arayışı içindedir. Öyküler bir düş, bir günah çıkarma, yer yer bir isyan şeklinde gelişir. Düşüncelerini, duygularını ima etmekten vazgeçerek açıkça konu eder. Kullandığı fantastik dil, “gerçeği örtme, bunaltılarını gizleme” gayreti değil, tam tersine, kendini “son kez” anlatma çabasıdır. 3. Şehre ve Doğaya Bakışı: Semaver Dönemi: Sokaklarında aylak dolaştığı İstanbul’u sever. İstanbul dediği çokça Beyoğlu’dur zaten: “Beyoğlu’nu yeren ukala yazılarını sakın okumayın. Beyoğlu her şeyiyle övülmeye değer. İnsanlar yarına buradan hızlanır. Uyuyan koca şehrin ortasında iki üç yüz metre içinde geceleri atan tek bir yüreği vardır İstanbul’un. Sıkın; Sarıyer’de patlak versin. Çıkarın ölüversin.” (Beyoğlu) Lüzumsuz Adam Dönemi: İstanbul’dan uzaklaşır. Şehirden kaçar: “Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar. Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı?..” (Lüzumsuz Adam) Mahalleye sığınır: “Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkân yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu öğleleri limonlu terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek.” (Lüzumsuz Adam) Ve adaya, sessiz doğasına çekilir: “Bir gece, ansızın bir motor katranlı bir iskeleye yanaşır. Işıkları kan portakalı kırmızılığında yanan haritadaki nokta adaya çıkıveririm. Hemen üç günlük sakalı pırıl pırıl, beyaz, orta yaşlı bir adam, yakaları kalkık, gocuklu bir paltoya gömülmüş yüzüyle gülerek yanıma yaklaşır. ‘Geldin mi kardeş?’ der, ‘Geldim ağam.’ derim. ‘Artık gitmeyeceksin ya?’ ‘Aah!’ derim, ‘Bir daha mı?.. Bir daha mı?’...” (Haritada Bir Nokta, Son Kuşlar) Alemdağ Dönemi: Şehirde, mahallede barınamayan Faik’in oğlu, yeni bir cennet yaratır kendine: Alemdağ!.. Şehirden, İstanbul’dan artık nefret etmek ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 951 M