Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kuşku yok ki her yazar, kişiliğinin parçası olan biçem özelliğiyle bakar insana. Kadın duyarlığını, kadın bakış açısı diye yorumlamak gerekir. Dil özeniyle bakmayınca o duyarlığın ayrımına varamayız. Ç ağdaş edebiyatımızın özelliği haline gelen bir durum var: Her alanda kadın yazarlarımızın kendini kanıtlaması, edebiyatta işlevi olan bir önem kazanması. Çağdaş edebiyatımızda öykü ayrı bir gelişme gösterdi. İster yaşama biçimlerinin etkisiyle olsun, ister dilin gelişmesiyle; her alanda alıştığımız edebiyata benzemeyen, şaşırtıcı değişimler oluyor. Bunlara uyum sağlamakta, edebiyatın bırakılmaz değerleri olarak benimsemekte zorlanıyoruz. Olay öyküsüne işlevini tamamladığı gözüyle mi bakacağız? Durum öyküsüyle gelen duyarlık öne geçince olay öyküsü unutuldu mu? Ama değişik bir gözle bakılırsa, ancak sezilen duyarlıkların altında bile gizli bir olay öyküsü yok mu? Dahası, soyut bir şiiri yorumlarken gizli bir öykünün izlerini sürmez miyiz? Yeter ki bir duyarlığı anlatmaya çalışırken yanlış yorumlara düşmeyelim, yazarın gerçeğinden uzaklaşmayalım. Kimi zaman yazar da kendi gerçeğinin bilincinde değildir. Sezgilerin yorumunda nice bilinmeyen ayrıntı yeni bir gerçeğin oluşmasına yol açar. İnci Aral ilk öykülerini “Ağda Zamanı” adında bir kitapta toplamıştı. Pazara çıkan kadının azalan torbasında nasıl bir ev dağınıklığı olduğunu anlatan bir öyküsü vardı (Haziranlarda). Öyküdeki kadının iç konuşmaları, çevresindeki ilişkilerin yapaylığına bakışı, yenilgilerle sınırlanmış bir yalnızlığa sığınması, İnci Aral’ın, iyi bir öykücü olacağını sezdiren ayrıntıların belirtilmesiydi. Yeter ki bu duyarlık kadın erkek ilişkileriyle sınırlı kalmasın; toplumsal değişimlere de kadın duyarlığıyla bakılabilsin. Sanırım İnci Aral “Kıran Resimleri”nde Mustafa Şerif ONARAN Değinmeler Öyküde kadın duyarlığı bu kadın duyarlığını toplumsal acılara yansıtmasını bilmişti. KENDİMİZDE BİR BAŞKA İNSAN VAR MI? Sevi ilişkisine kadın gözüyle bakarken cinselliğin dışında bir kişilik arayışına girişilir. Berrin Taş, Rosa Lüxemburg’un bir sözünü anımsatıyor: “Rosa Lükemburg büyük aşkı Leo’ya şunları yazacaktır mektubunda: ‘Hiçbir çift böyle bir görev üstlenmemiştir... birbirinden birer insan yaratmak.“ Sevi ilişkisini cinsellikle sınırlandıran anlayış da var. Böyle bir anlayışın izini sürmek kadının kurtuluşu anlamına gelir mi? Magazin haberlerine konu olan, adını böyle anımsatmak, böyle ün sağlamak isteyen kadınlar da var. Berrin Taş sevi ilişkisinde yaratıcı bir güç arıyor: “Aşk, koşulları dönüştürürken kendini de yenileyerek var eder. Aşk varoluştur... bir başkasında kendini... kendinde bir başkasını yaratmaktır. Aşk kendini koşulsuz vermektir... ama bir kendin varsa eğer” (AŞK... YENİ İNSANIN DİLİ, İnsancıl Yayınları, 1997). Yeni bir ilişkiye girmek için de insanın kendini hazırlaması gerekir. Kendini hazırlamak, yeni bir insan yaratacak biçimde kendini geliştirmek işidir. Ama yaşamanın akışında sürüklenirken kendimize çekidüzen vermek olanağını bulamıyoruz. Berrin Taş’ın kızı Pelin İstanbulluoğlu iyi bir ozan, iyi bir öykücü olabilirdi. İçine düştüğü bunalımdan kurtulamadığı için, 22 yaşında canına kıydı. Yarım bıraktığı günlüğünde son sözleri şöyle: “Sonuç olarak şöyle bir bireşime varıyorum. Hep çevresine daima sorun çıkaran, çok kimsenin bulamadığı birçok olanağa burun bükmüş ve hiçbir konuda ilerleyememiş olduğum için toplumda sülük haline dönüşen, dahası bu kadar yıl kendine saygı göstermediği, kendini güzelleştirmeye uğraşmadığı, başkalarıyla ilgili hep olumsuz duygu düşünce ürettiği için...” (BİR ÇİFT MARTI GÖRMÜŞTÜ ÇOCUK, İnsancıl Yayınları, 2007). KADIN ONURU Kadın duyarlığı; bir kız çocuğunun özleminde, bir genç kızın yalnızlığında, kırık bir sevi ilişkisinin üzgünlüğünde değişik biçimler kazanır. Hülya İşbilir Behramoğlu, küçük bir kızın gözlemleriyle, iyi gitmeyen bir evlilik ilişkisinin yorumunu yapıyor (BENİ ALMAYA GELME ANNE, Günizi Yayıncılık, 2006). İlişkileri korumak kolay olmuyor. Behramoğlu’nun öykülerinde, sevi ilişkilerinin zamanla nasıl yıprandığını anlatan ayrıntılar var: “Zaman, yaşayan her nesneyi aşındırıp parıltılarını zaptederken, geriye yalnızca tüketilen ömrün tozlarını bırakıyordu” (Gümüş Ayna). Kadınerkek ilişkisi sona erince mal bölüşümü yasayla sınırlandırılabilirse de; erkeğin edilgen tutumuna aldırmayan, mala önem vermeyen kadının davranışlarındaki duyarlık da ilgimizi çeker (BARIŞ ADLI ÇOCUK, Mal Varlığı ve Şampanya Kovası, Bilgi Yayınevi, 1976). Sevgi Soysal kadın duyarlığını toplumsal yıkımlarda sınayan bir öykücü. İşkenceye direnirken onurunu koruyan kadının gücü, aydın bilincinin özelliği sayılmalı. Füruzan’ın öykülerinde kadın duyarlığı yeni bir ivme kazanmıştır. Ayrıntı ustalığına, gözlem zenginliğine, inandırıcı gerçekliğine, insan sıcaklığına dayanan kadın duyarlığı; Füruzan’ın öykülerinde doğal bir anlatımla yerini bulur. Fethi Naci’ye göre, asıl Füruzan öyküleri “Edirne’nin Köprüleri” ile başlar. Sanki öteki öyküler bir ön hazırlık niteliğindedir. Suyun ötesinden gelip dar bir eve sığışan geniş bir göçmen ailesinin öyküsüdür bu! Füruzan, Rumeli ağzını başarıyla yakıştırdığı öykü kahramanlarına, geleneğin biçim verdiği kadın duyarlığıyla bakıyor. Onlar zor koşullara uymasını bilen kadınlardı. “Evlerinin dirliği inanca, yetinmeye dayanıyordu.” “Edirne’nin Köprüleri”, kalıtımla geleneğin kadın kişiliğini etkileyen özellikleriyle, üç kuşak kadının iç dünyasının anlatıldığı, içinde romanı da barındıran bir uzun öykü. DİL ÖZENİYLE KADINA BAKMAK Kuşku yok ki her yazar, kişiliğinin parçası olan biçem özelliğiyle bakar insana. Kadın duyarlığını, kadın bakış açısı diye yorumlamak gerekir. Dil özeniyle bakmayınca o duyarlığın ayrımına varamayız. Dili işleme hüneriyse, anlatıyla kurguyu birleştiren bir özelliktir. Dile o doğal akışı kazandıran usta öykücülerimizin başında, kuşku yok ki, Nezihe Meriç gelir. Bir duruşun, bir bakışın insanı değiştirdiği duyarlıktan; ömür boyu kendini iyilikle sınamaya çalışan bir kadının yalnızlığına kadar, nice sezilmeyen inceliklerin öykücüsüdür o! Nezihe Meriç gibi Türkçenin gücünü, doğal akışını dile kazandıran kaç öykücümüz var? Kaç öykücü o doğallığa vararak tümcesini kurtarmayı bilir? “Kıpırtı Hanım”, genç yaşta eşi ölen, “acı çekmeden yaşamanın tadını anlamayan”, kendini iyiliğe adayan, tentene örmeyi, kurabiye, susamlı simit yapmayı seven, güleç yüzlü, konuşkan bir kadındır. Nezihe Meriç diyor ki: “Kıpırtı Hanım’ı yazıya dökmek de olacak iş değildir. Zordur. Gelişigüzel olmamalı tanımlanması. Gönüllere yerleşmeli. Yazık olur ona. O, İstanbul’u çok seven, İstanbullu bir küçük kadındır, altmışını geçse de” (GÜLÜN İÇİNDE BÜLBÜL SESİ VAR, “Kıpırtı Hanım”, Öykü, Yapı Kredi Yayınları, 2007). Sevmeyi bilmenin, yaşamaya alışmayı kolaylaştıran bir gücü var. Ama zorlamayla değil, “Kıpırtı Hanım” gibi, içten gelen bir doğallıkla sevmeli. “Bu şehrin her şeyi benim sevgimde can buluyor” diyebilmeli. Nezihe Meriç’in öykülerinde ne çok kadın var! “Onlar, kahır sözcüğünü, yaşamak sözcüğünün içinde eritmeyi becerebilmiş bilge kadınlardır. Sabırlı” (“Benim Acım Acıların Beyidir”). Ama bahçelerden gelen gül kokusunun sesi, kentin uğultusunda yiten anıların sesi, esintimsi kımıltılar arasında bülbül sesi gerçekten var mı? Seviyi diri tutmak için düşlem gücümüzde mi yaşatıyoruz onları? İçinde bulunduğumuz toplumun çürüyen değerlerinde, Berrin Taş’ın, “bir başkasında kendini, kendinde bir başkasını yaratmak” diye yorumladığı sevi ilişkisine inanalım mı? Yoksa Nezihe Meriç’in usanmışlığına mı kulak verelim: “Kurşun sesi var; bıçaklanmış kan sesi var; çocukların ağlayışında korkunun, kentte varoşlarda gezinen dehşetin sesi var. Terörün, bağnazlığa dolanmışı, sevgisizliğe, açlığa, gözü dönmüşlüğe bulanmış sesi var. Can sesi var; giden canların feryatlarına karışmış sesi var. Ölüm, kara ölüm kol geziyor, yaşam tıslıyor.” KENDİMİZİ ONARIRKEN “Aşk büyülü bir kaptan su içmektir” diyordu. Lâle Müdür. Öyle bir “büyülü kap” olsaydı, “Ama sevda nerde sevda nerde” diye aranır mıydı Gülten Akın? “Kendinde bir başkasını yaratmak için” mi canına kıydı Peluşko? Nezihe Meriç’in öyküsünde iki orta yaşlı erkek, kendilerini içkiyle avutarak, evlilikleriyle ödeşmeye çalışıyorlar. “Orta yaşlı da, delikanlı görünüşlü” iki adam, otuz yıl sonra, bir kıyı kentte, içki masasının başında, yaşadıkları bunca yılın bir dökümünü yapıyorlar. İstedikleri işe girebilmiş değillerdir ama, istemedikleri işte başarılı olmuşlardır. Evliliklerinin temelinde sevi ilişkisi var mıydı? Çoluk çocuğa kavuşunca, araya başka ilişkiler girince, birbirlerine katlanmaları taşınması zor bir yük haline geliyor (Diyorum ki). Nezihe Meriç, dolaylı bir anlatımla; çıkar kavgalarının insanları birbirine düşürdüğü, yozlaşmış bir toplumda, kadınların içine düştüğü yalnızlığı anlatıyor. Ya alışılmış bir birlikteliktir sürdürülen, ya da çözülen ilişkilerde özgürlüğün tadını çıkarmak! Gel de Hataylı Âkif’in beyitini anımsama: “Gönül muhabbeti bir âdet eylemiş, yoksa Ne bende aşk, ne sende cemal kalmıştır!” Toplumun yozlaşmasına Nezihe Meriç gibi kadın duyarlığıyla bakarken, “Her yüzyılda, bir nalı kırık herif çıkar, körükler bu ateşi” demek, belki gerçekçi bir yaklaşımdır. Ama ruh dokumuz nice belirsiz olaylarla zedelenirken, kendimizi onarıp kendimizde yeni bir insan yaratmak, yalnız öyküye özgü bir gerçek mi olmalı? ? KİTAP SAYI 942 SAYFA 26 CUMHURİYET