06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? Kansu’nun çocukluk yıllarından taşıdığı ipeksi izlenimlerin, renkli yaşantıların yerini, kimi yazılarında insanın içini acıtan, kanatan gözlemler, saptayımlar alıyor. İnsanımızı, ülkemizin doğal varlıklarını, zenginliklerini tüketen sömürgenlere yönelik saptayımlar... Bunlarda yerden yere vuruyor onları; sözlerin, sözcüklerin çarmıhına germeye. Türkçenin o keskin şiirsel dişlerini bedenlerine geçirmeye çalışıyor. “Karga Uçuşu” adlı, simgesel boyutlu, minik yazı güzel bir örneğidir bunun, şöyle sonlanıyor: ... Akıl makıl gerektirmiyor artık şu piyasa ortamı dedikleri şey. Orada, burada, şurada kurt kanunu geçerli. Kurtmuşsun, kurtçukmuşsun fark etmez. Yaşamın kodlanmış yüklemleri değişti bir kere: Saldırmak, kemirmek, dişlemek, çiğnemek, yutmak, daha çok, daha çok semirmek... Yazıların coğrafyası, konu ve içerik haritası salt Ankara’yla mı sınırlı? Yitip giden güzelliklere duyulan özlemlerle mi sınırlı? Değil elbette. Ankara, yazılarda ana odak; bireysel ve toplumsal sorunların kesiştirilip deriştirildiği yer. Yoksa Diyarbakır’ı, Urfa’yı, Ordu’yu, İzmit’i de kuşatıyor. Hele “GAP’ta Neler Oluyor?” adlı yazı dizisinin özel bir yeri var kitapta. Birbirini tümleyen, birbirine göndermeler yapan “umutla umutsuzluğu”, “ağalıkbeylikle topraksızın toprak sevdasını”, “aşiret düzenini” sorgulayan bir dertler, sorunlar yumağıdır, şu tümcelerle bağlanıyor dizi: ... Bir yanda çok yavaş da olsa, çözülen kapalı toplum ve feodalite; diğer yandan beye ağaya bağlı köylülükten işçiliğe doğru dönüşüm. Bir yanda toprak mülkiyetine bağlı olarak artan zenginliğin az da olsa sanayi yatırımlarına aktarılmak istenmesi; diğer yanda toprak ağalığı ile burjuvazi arasında bir yerlerde kalmanın getirdiği kentsoylu değerlerine yabancılık. Bir yanda ucuz emek, öbür yanda işsizlik korkusunun azalması. Bir yanda göç; diğer yanda yeni bir yaşama başlama umudu... SORUNLARIMIZDAN KESİTLER Bu alıntılarla sözü şuraya getirmek istiyorum: Akasyalı Sokaklar’daki yazılar, insan ve toplum odaklı bir yaklaşımın ürünü. Her biri, doğrudan ya da dolaylı insan ve toplum sorunlarımızdan kesitler içeriyor. Hemen belirtmeliyim, yazıların beni asıl etkileyen yönü, onların bu yanları değil; bu yanlarından daha çok, dokularındaki ayrıntı zenginliğiyle söylemlerindeki şiirselliktir. Okurken altını çizdiğim kimi tümceler: Nisan, ılık bebek soluğudur. / Eylül, ak yakalı okul bahçesinde serin çığlık/ Az menekşe morunun üzerine Temelli bostanlarının kokusunu çalmış bir kavuniçidir ufuk./ Etimesgut, çocukluğumun yalın fabrika düdüğü. /Kovalanıyoruz Müslim, hüznün tarihi bizi kovalıyor Müslim! / Özgürlüğe adanmış bir top çiçek. / Bulutsu yaşanmışlıklar. / Sessizliğin sesiydi kar./ Mevsimle, astarı yüzüne döndürülmüş cepken kadar altüst, kimsesiz çocuklar kadar öksüz, kişilik derisinden soyunmuş bedenler kadar yılansı... / Yumuk elli bir bebeğin fış fış soluğunda sabahı demlemek var ya... / Can kuşumuz haklar ve özgürlükler/ İnce sızılar gibi sessiz fotoğraflar... Şiirselliğin dozu, özellikle doğaya, mevsimlere dönük yazılarlında yükseliyor iyice. Yoğunlaştırmalar, karşılaştırmalar, kişileştirme ve eğretilemeli kullanımlarla anlatım, sanki bir sözcük şölenine dönüşüyor. Bu şölende uzaktan da olsa Sait Faik’e “merhaba” diyen, onu anıştıran renkli bir söyleyiş tadı vardır. “Derin Yırtık” adlı yazıdan alıntıladığım şu tümcelere bakın bir: ... Baharın sonunda mevsim dönerken ancak bir Şaman rahibi, içinde yaşatabilir, bakır sini güneşi. Arsız yeşil sarmaşığın kızılı sindirmesi gibi, elveda demesi gibi, demeden ama. İçimiz üşürse sonbaharda, kış ayaklarını paspasa siliyor demektir. Zil çaldı, çalacak... Kuru öksürüğü kapı ardında, duyuyoruz, korkuyoruz, ürperti... DUYGUSAL KÖRLEŞME... Yaşamdaki incelikleri, güzellikleri sözcüksel şölene dönüştürürken günümüzde bunların pek de ayırdına varılmadığını söylüyor Işık Kansu; çünkü koşullar tekdüze bir yaşam kalıbı içine sokmuş, birbirine yabancılaştırmıştır insanımızı; daha çok kazanma, daha çok mal mülk edinme tutkusu içinde duygusal bir körleşmeye uğramıştır toplumumuzda kişiler. Bu yüzden iyinin, doğrunun, güzelin ayrımına, tadına varma bir yana, onlara düşmandırlar. Bunu “Leylak Bencilliği” adlı yazısında göstermeye çalışıyor Kansu. Şöyle giriyor yazıya: Leylaklar bu yıl erken mi açtı? İşler tıkırında olmasa da sokaklar vızır vızır. Kimse kimsenin yüzüne bile bakmıyor ki, bir an için olsun dönüp leylakların ayırdına varsın, işveli kokusunu içine çeksin… Leylaklar, yalnız bu yüzden, kendilerini yanlışlıkla bir gören oldu mu, utançtan mosmor kesiliyorlar zaten. Gören olmasın aman, istemez! İçimize işledi bireycilik. Her şey benim olsunculuk yok mu, o her şey benim olsunculuk, gözünün yaşına bakmaz. “Çıt” kırar dalından leylağı. Dilciler, dilbilimciler, bir insanın sözvarlığının, onun duygu, düşünce evreninin sınırlarını çizdiğini söylerler. Kuşkusuz yazarlar, ozanlar için bu, daha da belirleyicidir. Işık Kansu’nun doğayı alımlama, anlatma bağlamında zengin bir söz varlığı var. Kuşlar, otlar, çiçekler onun yazılarında doğadakinden daha canlı, daha güzel, daha gerçek: ...Dalları yalnızlıktan diken diken olmuş kuşburunların ordan bir kuş pırlıyor, az ötemize konuyor. Başının üzerinde tüyden bir tepelik var; bir aşağı, bir yukarı oynuyor. Tepelik bir tür tehlike ölçer olmalı… “İbibik” diyor yanımızdakilerden biri. İbibikle tarlakuşunu karıştırırlar zaten hep. Tepelerindeki o kalkık tüyden olmalı. İbibik, hüthüt, çavuşkuşu… Ne derseniz deyin, ibibik; tarlakuşu ya da tepeli toygara oranla daha albenili, daha yakışıklıdır… Doğayı, kuşları, çiçekleri anlatma yönünden sanki Hikmet Birand’dan el almış Işık Kansu; bir doğa tutkunu. Onun bu yönünü anlatmak için söylenecekler, şu sayıp dökmeli anlatışın diriliği, güzelliği karşısında ne denli sönük kalır: ...Mor ile eflatunu üstüne yakıştırmış Ankara karanfiline, kar beyaz giyinmiş dolamaotuna, çakır gözlü boğadikenine, güneş sarısı samançiçeğine, hem Haymanalı hem fistanlı yanardönerine, altın sarısından maviye her rengin çerçisi tekesakalına, kayalık efesi şahinotuna, menekşeye özenik cançiçeğine, boynu bükük emzikotuna, sırım boylu delikanlı sığırkuyruğuna, leylaktan ödünç ketenotuna, yanaçların tanrıçası venüsçiçeğine, oymalı yapraklarıyla çobançırasına, gülpembe karabazotuna, arı konağı ballıbabasına, sümbülün dayı kızı müskülümüne ve elbette çiğdemine, çiğdemine çiğdemine yandığım Ankara... Seni sevmeyen devedikeni olsun be bozkır sarışını Ankara... Nice yıllar önce boşuna mı demiş Goethe: “Yeşil hayat ağacı karşısında her varsayım ya da açıklama külrengi kalır” diye... ? Akasyalı Sokaklar/ Işık Kansu/Ulus Dağı Yayınları/ 148 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 939 SAYFA 5
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle