Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
1 4 Şubat Sevgililer Günü… Aynı zamanda Dünya Öykü Günü… Sevgililer Günü, dünyanın her yerinde kutlanıyor. Ya Öykü Günü? Bunu da Dünya Şiir Günü gibi Türkiye yazıncıları önerdi, en başta Özcan Karabulut. Bu yüzden ülkemizde dikkati çekecek kutlamalar yapılıyor. Ne ki dünyanın henüz pek az ülkesinde, pek az kentinde bu özel gün böyle kutlanıyor. Güne özgü duyarlık yansıtan kentlerin başında ise İzmir geliyor… M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Roman Zamanı Tuhaf değil mi, İzmir taşra sayılıyor aynı zamanda… Kentsel yaşamda da, kültürel yaşamda da taşra… Ne demek taşra? Kentliliğe ulaşamamış, kent kültürü oluşturamamış, kentlilik bilinci geliştirememiş, dolayısıyla dogmaların kırılmadığı, tabuların sarsılmadığı, tekseslilikten arınamamış yerleşim… İzmir, bu örneği yansıtan, taşra kalıbına uyan bir yer mi peki? Tiyatrolarının, sinemalarının tarihine baktınız mı bunun böyle olmadığını görürsünüz… Sonra kentlilik bilincinin ne menem bir şey olduğunu öğrenmek için de örnek gösterilebilir İzmir. Yalnız geçmişteki Hasan Tahsin ya da 9 Eylül örneği için öne sürüyor değilim bunu, bugün durum ne, İstanbul’un yanında taşra mı sayacağız İzmir’i? Yazın dergilerine, ortamlarına, kuşaktan kuşağa evrilerek süregiden yazarlarına baktığımızda, yaşayanlarının bireysel özgürlük kavrayışını, toplumsal tepkilerini sınadığımızda, bal gibi de kent… Bin yılın İstanbul’una karşı, Ankara cumhuriyetin ilk kenti olarak, nasıl kendini gerçekleştirdiyse, o da böyle bir kent işte! Her yıl 14 Şubat’ta başlayan “İzmir Öykü Günleri”, İzmir’in kentliliğinin önemli gösterenlerinden biri öyleyse! İstanbul’da tiyatro, sinema, müzik alanında saygınlığı olan uluslararası onca festival düzenleniyor da acaba neden bir “İstanbul Öykü Günleri” düzenlenemiyor? İstanbul’da öykü dergisi var, ama öykü günleri yok, neden acaba? Bunun için Şakir Eczacıbaşı’nın öykü yazmaya başlamasını mı beklemek gerekiyor yoksa? İzmir’de bir Ferda… ÖYKÜLERİ, ÖYKÜCÜLÜĞÜ... Ferda İzbudak Akıncı, üç kitabına dağılmış otuz altı öyküsüyle geliyor önümüze. Üç izlek çevresinde buluşturuyor bizi: yaşamsağlık, aile içi ilişkileniş, kentkent yerleşikliği. Bu eksende derin bireysel yarılmaların, önyüzleriyle silikmiş gibi görünüp dramatik oluntular gerisindeki karmaşaların, tüm girdi çıktısıyla kendini duyuran içsel çalkantıların öykülerini yazıyor Ferda. Bu öykülerde yazarın, yalından karmaşığa, düz değiştirmeceli anlatımdan dönüştürümlü anlatıma, söylemsel anlam ağırlığından imgesel anlam oluşturmaya, dış cepheli, önanlamlı aktarımdan iç çeperli, artyan anlamlı aktarıma geçtiği, beş yıl içinde öyküsündeki gelişim çizgisini somut biçimde geliştirdiği görülebiliyor. Yazarın bu çerçevede gerek ayrıntı döşeyip bunları işlevlendirmede, gerekse anlatmayı bir yana bırakıp anlamlandırmayı seçmekte de büyük gelişim gösterdiği eklenebilir söylenenlerin üzerine. Nitekim ilk kitabına adını veren “Düş Sarnıcı” ile “Yeşil Küçük Erikler” adlı öyküleri, Ferda İzbudak Akıncı’nın doğru bir öyküleme kavrayışına yaslandığını, ileride çok daha dolu öyküler üreteceğinin ipuçlarını veriyor. Çünkü bu iki örnek gerek öyküsel dönüştürümüyle gerekse öykü içindeki soyutlayımıyla sıcacık örnekler. Ama öykü ayrıntısı kavrayışında yazarın, henüz bunları sıraya dizme aşamasında olduğunu ele veren öyküleriyle karşılaşılabiliyor. İlk kitapta yer alan “Kydonia’da Bir Koca Çınar” başlıklı öykü buna örnek gösterilebilir. “Kiralık Ev” de şişmeleri olan bir öykü. Ayrıntı dediğimiz sıraya konulup tek tek yazılmaz değil, iyi de bunların da yine bir sıralanma gerekçesi olmamalı mı? Önümüzden kayan görüntüleri, rastladığımız nesneleri aktarırcasına ayrıntı sıralanırsa n’olur? Notaları, gelişigüzel sıraladığımızda ne geliyorsa başımıza bu olur… Anlatı anarşiyi işleyebilir, ama kendisi anarşiye yaslanamaz. Öyküde ayrıntı, öykü evreninde rastlanan, rastlanabilecek olan yerli, yersiz, sıralı sırasız, önemli önemsiz her öğenin anlatılması, aktarılması anlamına gelmiyor. Aynı şekilde öykü kişilerinin yaşantılarının, ilişkilerinin, başlarından geçen olayların bütün ayrıntılarıyla anlatılması demek de değil bu. Sözcüğe dayalı sanat yapıtında ayrıntı, yine sözcüklere dayalı olacak; ama sözcükler bizi artalanlara uçurabilecek, çağrışımlara, esinlere taşıyabilecek, eksiltili halleriyle, anlatmaktan çok susmayı imleyen yanlarıyla pek çok işlevi yüklenmiş olarak karşımıza çıkacaktır. Öykülemenin gevezelik olmadığı unutulabilir mi? Ferda İzbudak Akıncı, öykünün, okuru hop ettirici bir yüreğe uçurması gerektiğini biliyor. Bu, onun böylesi öykü örnekleri verimlemese bile süreç içinde öykülerini yüksek bir evreye taşıyacağının işaretlerini veriyor aynı zamanda. Nitekim Gizli Resimler, öykü veriminde çıtayı ne ölçüde yükselttiğini gösteriyor bize. Ama yazarın, anlatımcılıkla anlamlandırıcılığı bir arada götüren, bunları öyküde birbiri içinde dengelemeye yönelen bir yanı var yine de. Anlatırken bakıyorsunuz vazgeçmiş anlatmaktan, anlamlandırmalarla örgülemeye koyulmuş öyküsünü, sonra bir de bakıyorsunuz vazgeçiyor çabucak bundan, anlatmaya koyuluyor yine usulca. Bu olmaz değil, ama sıkıntı yaratan yan, yazarın bu dengeyi kuramadığı, salt anlatıcı kaldığı öyküler. Buna benzer bir durum düz değiştirmeyle karmaşık dönüştürme, soSAYI 939 yutlayım arasındaki gidip gelmelerde de çıkıyor ortaya. Çıtayı yükseltişini, öykülemede yeni bir yaklaşımın önüne geldiğinin ipuçlarını asıl Kayıp Yıldızlar’da gözlüyoruz biz. Gerçekten de yazar, sesçe, anlamca, anlatımca, biçemce ilk iki kitabına oranla kendini daha bir geliştirmiş görünüyor bu yapıtında. Bunların yanında sözcük seçimiyle tümce kuruluşlarındaki özen, yerini bulan imgeleme düzeni, biçemsel zikzaklar yeni bir evre için çalıştığını imliyor sanki onun. Bu arada konu çeşitliliği denli hemen her öyküsünde gözlenen kıpır kıpırlığı, ele avuca sığmaz haliyle biçemsel arayışları şaşırtıcı bir kovalamadaymışçasına soluk soluğa bırakıyor insanı. Gerçekten cin bakışlı, yerinde duramayan bir öykücü Ferda İzbudak Akıncı.Yine de ben onun, öykücülükteki asıl yatağına ya da en olgun evresine dördüncü kitabıyla ulaşacağını sanıyorum… Bu nedenle de asıl öykülerine varmak için yola döşediği birer öykü feneri olarak alıyorum bunları. ÖYKÜDE SEÇİCİLİK, SEÇKİNLİK... Kendimizi şaşırtıcı bir kitaba hazırlayalım derim size. Ferda İzbudak Akıncı, bunca suskunluğun ardından yayımlayacağı yeni öykü kitabıyla, öyküde yaşadığı onca deneyimin ardından bize sürpriz yaparsa eğer, kendi payıma şaşırmayacağım. Çünkü Ferda’nın bizi böyle bir öykü kitabıyla buluşturması olası. Dikkati çeken, çarpıcı öyküleri var yazarın. Bu süre içinde kimbilir ne gelişimlere ulaşmıştır artık? Bu son evre ürünlerini de görmek gerekirdi herhalde. Ancak ben, yeni bir kitap yayımlamadan geçirdiği bu evrede de zamanını iyi değerlendirip kendini daha bir geliştirdiği kanısındayım onun. Öyle ya, Ferda’nın beş yılda üç öykü kitabı yayımladıktan sonra sekiz yıldan bu yana tek öykü kitabı bile yayımlamamış olması, seçicileştiğini ele vermiyor mu? Tam da yeri sanırım, işte bir soru size: Yayımladığınız öykü kitaplarını aradan yıllar geçtikten sonra yeniden okuduğunuzda kaç öykünüzü çıkarıyorsunuz acaba kitaptan? Çıkaracağınız her öykü, kitabın yayımlandığı tarihten bugüne ne ölçüde seçici olduğunuzun somut göstergesi biçiminde alınabilir. İsterseniz Çehov, Sait Faik olun, onca yıl sonra çıkaracak tek öykü bile bulamıyorsanız kitaplarınızdan, kimse kusura bakmasın, adlarını andığım iki büyük yazar da beni bağışlasın, seçici olmak anlamında herhangi gelişim göstermediğinizin pekâlâ ölçütü bağlamında alınabilir bu. Ama bir de seçkincilik var, seçici olmakla seçkinci olmak çok farklı tutumlar… İlkinde kendinizi geliştirirsiniz seçe seçe, ama ötekinde seçkinciliğinizle bağlayıcı olur, seçkin örnekler sayıp dağarınıza kattığınız yazarların, öykülerin dışına çıkma gereği duymazsınız. Bu da bir tür tutuculuğa götürür sizi… Sahi, Çehov’la Sait Faik’i ya da Maupassant’la Orhan Kemal’i, Mansfield’le Nezihe Meriç’i hiç arka arkaya okudunuz mu? Deneyin öyleyse… Sevgililer Gününüz, Dünya Öykü Gününüz kutlu olsun efendim! Siz siz olun, aşkta da öyküde de seçici davranın; ama seçkinci olmaya yanaşmayın sakın. Diyelim sevgilinize armağan edeceğiniz gülü hazır ettiniz, iyi de öykünüzden, öykülerden, öykü kitaplarından ne haber? Onlar hazır mı bakalım? Dünyanın tüm öyküleriyle sarmaş dolaş, aşklı günler diliyorum efendim sizlere… ? SAYFA 25 İZMİR ÖYKÜ GÜNLERİ’NİN FERDA’SI... İzmir Öykü Günleri için bu yıl da çağrı aldım almasına, ama sormadan edemedim Ferda’ya: “Hep aynı konuların çevresinde konuşmuyor muyuz, sana da böyle gelmiyor mu?” Değilmiş, bu yıl öyküsinema ilişkisi üzerinde yoğunlaşılacakmış. Ne güzel, sevindim elbette, ama beni bağışlamalarını istedim yine de. Son birkaç yıldan bu yana İzmir Öykü Günleri için Ferda’yla konuşuyoruz hep. Belli ki bu çok önemli etkinliğin belirgin emekçilerinden biri aynı zamanda o. Ferda İzbudak Akıncı, günümüzün üretken, atak yazarları arasında sayılabilir. Daha önce bir çocuk kitabına değinmiştim “Kitaplar Adası”nda onun. Başka çocuk kitapları da var elbette. Sonra iki de roman, yine bu yakınlarda yayımlanan. İzmirli bir yayınevince, İlya tarafından: Sudaki Ateş (2007), Bergamalı Simo (2007). İlya’nın yayımladığı iki roman daha var: Ahmet Çelikkol’dan Suskun Türküler Zamanı (2007), Rıfat Mertoğlu’dan Ağıtsız Kadınlar (2007). Ama ben öyküler üzerinde durmak, İzmir Öykü Günleri’ne bir selam göndermek, bu arada sözü Ferda İzbudak Akıncı’nın öykülerine getirmek istiyorum bu 14 Şubat’ta. Bugüne dek üç öykü kitabı verimlemiş Ferda: Düş Sarnıcı (Sone, 1996), Gizli Resimler (Halkevleri yayını, 1998), Kayıp Yıldızlar (K yayını, 2000). Beş yılda üç öykü kitabı, sonrasında sekiz yıla yayılan suskunluk… Neden bu suskunluk, bunca zaman sonra öykü kitabı yayımlamayışını hâlâ nasıl yorumlamalı? Yanısıra pek çok kitap yayımlarken üstelik. Öyküye uzak durmadığını biliyoruz onun, öykü verimini sürdürüyor yazar. Öyleyse kitap yayımlamakta seçici davranmak eğiliminde demek ki, bu iyi bir yaklaşım elbette…Peki beş yıl içinde yayımladığı öykü kitapları için neler söyleyebiliriz? CUMHURİYET KİTAP