Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Turgut Acar'dan yeni öyküler Sigaraya Koşulan Atlar Turgut Acar'ın, çok içten, basit, okuru yormayan ve okudukça onu kendine yaklaştıran bir biçemi var. “Sigaraya Koşulan Beyaz Atlar” yapıtında sergilediği öykülerinde, bu içtenliği, açık yürekliliği duyumsamamak elde değil. Ayrıca sayfalar arasında nice zamandır göremediğimiz, okumayadığımız, duyamadığımız oysa çok sevdiğimiz sözcüklerle de karşılaşıyoruz. ? Yılmaz ÇONGAR “...dört tane beyaz , parlak tüylü sağrıları geniş at çekiyordu, o sigara şeklindeki mermer sütunu. Hellenistik çağın o simgesel görkemli sütunu.” igaraya koşulan Beyaz Atlar” adlı öyküde, başkişinin sigarayı bırakmaya ant içtiği gece gördüğü düş buydu. Adam, bir tek pakette bulunan, 13 mg. zifirin, 0.7 mg. nikotinin, 12 mg. karbon monoksitin zararlı etkilerinden, kan basıncını artırmasından, damarları daraltmasından veya akciğer kanserine neden olmasından korkuyor, kaçıyordu. Bu onun ilk düşü değildi. Birkaç gün önce yine direnmişti sigaraya. O zaman koşulan at bir taneydi. Kendinden on kat daha ağır sigara sütununu çekemiyor, dizleri üzerine çöküp kuvvet alıyordu. Adam kendini de bu sütuna bağlamıştı, ellerinden zincirlerle. At inliyor, kendi inliyor, at terliyor, kendi terliyordu. Kendi kısa boyluydu, sütun üzerine devrilirse ezilecek, incelecek, boyu uzayacaktı. Korkudan büyümüş gözlerle, devrilmiş sütunların altında çırpınan atlara, inleyen insanlara bakıyordu. Tam bir karabasandı. O gün hiç sigara içmemişti. Karanlığı bekliyordu. Güneş battıktan sonra, yeni atlar gelecek, sütunları çekecek, yükleri azalacak, dinlenip rahatlayacaktı. Son sigara içişi, akşam yemeğini beklerkendi. Artık bu tutsaklıktan kurtulacaktı. Yüreğini yeni umutlar doldurmuştu. Karşı evlerin bacaları tütüyordu. Dumanlar odaya doluştular, bir baca da kendi ağzı olmuştu. Beyaz atlar artmaya başladı, devrilen sütunlar, düşen atlar, fışkıran kanlar, bağıran insancıklar… Düşler, sayıklamalar, kâbuslar, karmakarışık karabasanlar… Acaba adam sigarayı bırakabildi mi? Yapıt 12 öyküden oluşuyor. İzleyen öykünün adı, “Bu Susuşum O Susuşumdur”. Atalarımız “Söz gümüşse sükut altındır demişler” ama bu susuş apayrı. O zamanlar kunduracılar kabara “S çakardı ayakkabıların altına, kösele eskimesin diye. Yoksulluktan herkes kabaralı gezer tak tuk ses çıkarırdı yürürken. Beyler, paşalar bunun dışında, zaten onları da biz görmezdik. Öykü, birinci tekil kişi kipiyle yazılmış. Kabaralı postal giyen polis, öyle bir susturmuş ki öykünün başkişisini, kabaraların izi kalmış boynunda. Yıllar geçmiş aradan; anılar, düşler, sıkıntılara yönlendirilmiş çağrışımlar… Bellekte kalan bir kışla, karşı kaldırımda bir ayakkabı onarımcısı, bir de asker postallarına çakılan kabaralar. Cafer'in kahvesinde tanınan Oktay'da, öldüğü zaman boynunda postal izleri varmış. Susturan hep o izler. Domuz sanıp vurmuşlar, başını da kayaya çarpmış. Kim inanır? Gökyüzünde dolanan sonra uçup giden turnalara sormak gerek, tanık onlar. Susuş o susuş, ne kayalar ne de turnalar konuşmaz ki… ŞİİİRSEL ÖYKÜ... “Gece Uçan Kör Kuşlar” da ise garipliğin, kimsesizliğin, umarsızlığın, çözümsüzlüğün şiirsel öyküsünü buluruz… “Okudum, kentin tarihini düşündüm. Düşündüm de, nasıl olur, dedim kendi kendime. Nasıl olur da bir şey iki türlü anlatılır, yazılır.” Böyle başlıyor “Gerçek Tarih, Resmi Tarih” adlı öykü. Anlatıcı, usul usul yapraklarını çevirir tarihin. Yazıcı kuştur, kuş aklıyla yazılan tarih. Körfezin bir bu yakası vardır, bir de Karşıyakası. Girit'ten arkadaşı gelir uçarak, denizleri aşarak. Kalenin, Kadifekale'nin yapılışını izlerdi kuş. Taşocağında kesilip, dört öküzle çekilen, kalıp kalıp taşlar yükseldikçe sevinir, kanatlarını çırpardı. Sonraki sayfalar yanmıştır, kapkara. İçlerinden okunabilecek gibi olanları seçer, okur: “Ustabaşı Dimitrokopulo, Kaydafa'nın (Kadifekale'nin) son köşe taşını da yerine oturttuğunda, bin köle işçisi ile birlikte surlardan Smyrna tepelerine, komutanın adını, o denli yüksek sesle bağırır ki, tam o sırada ustabaşının güzel karısı Veniliya ile sevişen komutan Lysimakhos yataktan düşer. Atı Pegasus'a biner, kaleye varır.” Sonrası şaşırtıcı, daha sonrası daha şaşırtıcı olan bir öykü bu… “Ölümdü” adlı öyküde, evleri çok eski, çamurlu bir sokakta bekçidir anlatıcı. Önce biraz kendini anlatır, sonra ölümü. “Çekip gitmek” der ölüme. Zaman zaman ölüm mahallede dolaşır, kişilerin arasına sokulur, gölgesi görünür gibi olur da kimse aldırmaz, “Bana dokunmadı ya!” derler. Ama her gelişinde en az bir, bazen iki kişiyi götürür. “Kırmızı Kuş” bir yazarın anlık öyküsüdür. Dergiden telefon eder, yazı isterler. Oysa yazarın önündeki kâğıt ne zamandır bomboştur. Sıkıntılıdır, tıkanmıştır. İçeri zamansız giren arkadaşından hoşlanmaz, durumunu da açıklamak istemez ama arkadaşı yanına iyice yaklaşır, gözlüğünü burnuna iter, kâğıdın üzerine eğilir ve “Kâğıt bomboş, daha başlık bile atmamışsın” der, gülerek, zevklenerek. Yazar iyice sıkılır “Sen olsan ne yazardın” diye sorar. Arkadaşı, içinden bazı şeylerin enini boyunu ölçer, denk gelince yavaşça, öyle şeyler söyler ki, ancak yazın tutkunu okurlar değerlendirir. Adı “Ah Bu Karıncalar” olan diğer bir öyküde, her sabah erken uyanıp kalkan Cengiz, bugün yatağından kalkmaz, yorganın altında tortop olmuştur, gözlerini yumar açar, inlemeye başlar. Gözleri iri iri ve kanlıdır. Anası onu öyle görünce çok korkar. Bir gayretle toparlanan Cengiz, giyinir, kaçar gibi çıkar gider. Gidiş o gidiştir. Sokaklarda, yerlerde yatar kalkar, “Karıncalar, karıncalar” diye kaşınırmış. Günlerce yemez içmez, bir deri, bir kemik kalır. Cengiz, anasıyla yaşar, bekâr, elin arabalarında sürücüdür. İşini de yapamaz, arabanın dikiz aynası, koltukları, kendinin elleri, başı, boynu, ense kökü, her yanı hep karınca doludur. Kapkara kıvıl, kıvıl… “Bir Yaz Günü Deliliği” adlı öyküde, evin zili çalar. Adam açar, karşısında kapıcı. Donuk, uzun yüzlü, alnına yapışık yağlı saçlarıyla iğrençtir. Kapıcı susar, yutkunur, ardından “Ağabey, sana bir haberim var ama inanmazsın ki” der. “Söylesene oğlum” diye sertçe üstelenince “Gözlerimle gördüm, melekleri” der. Öykünün sonrası, kapıcının köpeğiyle birlikte, iki kafadarın melek aramasıyla geçer… “Yeni Bir Söylence”de aylardan temmuzdur, köylünün aylak zamanı. Gönüs'lü Ali, şapkasını yüzüne örtmüş, kahvenin peykesinde uyumaya çalışmaktadır. Şapkadan yayılan yıllanmış ter kokusu içini bulandırır, uyku tutmaz.Çınarın altında konuşulanları dinler, onun eşeğini överler. Gönüs'lü Ali, çayırda güneşe karşı yatınca, eşeği gelir başucunda durur, gölge yaparmış. “Ulan, eşek değil, dört ayaklı şemsiye” derler de gülüşürler. Bir kısmı inanmaz, sonunda iş iddiaya kalır. Eşek meydana gelecek, Gönüs'lü Ali ortada güneşin altında yatacak, bakalım eşek başında dinelip gölge yapacak mı?... “Siz hiç Yalova'ya gittiniz mi, Yalova'ya? O düş kente” Bu tümceyle başlıyor “Uykulu Bir Günde Soruyorum” adlı öykü. Sıcak bir günde yürür adam, önü deniz, ötede adalar. Çok yorgun ve uykusuzdur. Dinlenecek bir yer arar, dört sandalyesi de boş olan bir masaya oturur. Tam rahat bir soluk alırken onu görür. Bir adamla birlikte gelirler, izin isteyerek otururlar. Sonra adam yine izin isteyerek gider. Dudağının ucunda, hiç sönmeyen mutlu bir gülücük duran kadının adı Deniz'dir. O da Yalova'ya gidecektir ama “Hiç bilmem ben oraları. Abant olsa…” deyip yazıklanır. Yer değiştirir, gölgeye geçer, bacak bacak üstüne atar. Adamın usunda her şey silinir. “Çok güzelsiniz!” demek ister, yutkunur. Sıcak onları eritip birleştirir. İki aylak düşçü buluşmuşlardır. Düşünen, karar veren tek beyin olmuşlardır. Ayakları yere basmaz, renkler donuklaşır. Şimdi ikisi Abant otobüsünde, kadının başı omuzunda, mutluluğun resmini çizerler… İÇTEN VE YORMAYAN BİÇEM “Gün Başlıyor” adlı öyküde evin delikanlı oğlu erkenden uyanır. Mevsim yazdır, giyinmek kolay, gömlek pantolon tamam. Çantası omzuna asılı, iner tahta merdivenlerde. Eskimiş tahtalar her basamaktan ayrı ses çıkarır. Artık ezberlemiştir, inerken ayrı ses, çıkarken ayrı. Annesinin kapısı aralıktır. Yatakta, bırakılmış eski bir akordeyon gibi yatmaktadır ama uyumaz, “Dayına bak” der. Sekizinci basamakta dayısının odası görünür pencereden. Dayısı, giyinik, yatağına uzanmış, sigara içmektedir. Şu anda kafasından hesap yapıyor olmalı. Onun için her şey hesaptır. Hesap, yaşamı uzatır, ölümü gizler, üstünü örter. O, neyin hesaplarını yapmaz ki… Turgut Acar'ın, çok içten, basit, okuru yormayan ve okudukça onu kendine yaklaştıran bir biçemi var. “Sigaraya Koşulan Beyaz Atlar” yapıtında sergilediği öykülerinde, bu içtenliği, açık yürekliliği duyumsuyoruz. Ayrıca sayfalar arasında nice zamandır göremediğimiz, okumayadığımız, duyamadığımız oysa çok sevdiğimiz sözcüklerle karşılaşıyoruz, çok şaşırıyoruz. Hani, hoşlandığınız bir arkadaşınızı yıllarca görmemişiniz, çok özlemişsinizdir de, birdenbire karşınıza çıkınca sevinçten yüreğiniz oynar, işte öyle. Eseme (mantık), yeğnilmek (hafiflemek), tansık (mucize), yeleme (ciddi olmayan) gibi. Bu, derinliği olan, soyut, düşsel öykülerde, her okur kendinden bir parça bulacaktır. ? Sigaraya Koşulan Beyaz Atlar, Öyküler, Turgut Acar, Mayıs 2006, 116 s. KİTAP SAYI 915 SAYFA 6 CUMHURİYET