05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? yer yaptım. Soruyorum: Hangi örgütün on yaşındaki, on beş yaşındaki bir oyun çocuğunu “militan” yapmaya hakkı var, gece yarıları yazı yazmaya göndermeye, kurşunlatmaya hakkı var? Biz bütün suçu darbecilere, topluma vs. yükleyerek kendimizi temize çekiyoruz. Lekesiz hale getiriyoruz. “Kenan Evren'in ya da bu toplumun dileyeceği özrün canı cehenneme!” Onlardan hiçbir özür beklediğim yok. Ama sol/sosyalist/komünist/devrimci yapılanmalardan bu özrü düne kadar bekledim, yarına kadar da bekleyeceğim. HAYATI ÖRGÜTLEMEK... “Geçmiş aslında bugüne damgasını vuran bir hapishanedir.” 138. sayfadaki bu cümleyi doğru sayarsak, kazanımlarımızın tümünü borçlu olduğumuz geçmişe haksızlık yapmış olmaz mıyız? Roman kahramanı böyle bir savda bulunmuş, ne diyebilirim!... Bazen geçmişi çok fazla yüceltiriz, öyle ki “Yahu o zaman biz niye mücadele ettik?” noktasına geliriz. “Neyin mücadelesini verdik?” noktasına… Dikkat edersen, Kuşatma Altında'nın kahramanları biraz fazla “pesimist”, kötümser, karamsar, yılgın, yıkık. Onlara “güzel geçmişler/mutlu bugünler/yengi dolu gelecekler” dedirtmek biraz zor! Doğalarına aykırı! Merak etme: Yeni romanım Güzel Çağ'da öyle karakterlerim de var! Dert şurada: Sovyet Devrimi, İkinci Dünya Savaşı direnişi, BulgaristanYunanistanİspanya Cumhuriyetçilerinin direnişleri (insanlığın direnişi) derken “olumlu tipler” bir dönemin yazınını büyüsü altına aldı… Ama her “büyü” gibi tehlikeli bir durumdu. Tehlikesinin boyutları otuz kırk yıl sonra ortaya çıkıyor. “Doğru yol”u hep “düz”den giderek bulamayız. Bazen “sarp/sapa yollar” da bizi “doğru yol”a götürebilir. Belki böylece kendi insan yüzümüzle de buluşmuş oluruz. “Robot devrimciler”le değil; Nâzım'ın demesi, “hayatın içinde hayatı örgütleyen devrimciler”le de karşılaşmış oluruz. Bir sonraki sayfadaki şu cümle, “Anladığım kadarıyla geçmiş, en azından bizim için, bugünde yaşıyor ve geleceğimizin önünü tıkıyor. Şimdi yapmamız gereken, kaza yapan arabayı yolumuzun önünden kaldırmak. Layık olduğu çöplüğe göndermek…” Kaza yapan araba mı, yoksa direksiyonundakiler miydi? Geçmişi hep birlikte belirledik. Hatalardan ders çıkarmak ve daha az hata yapan mekanizmalar oluşturmak değil mi aydınlar ve devrimciler olarak görevimiz? Sevgili Salaz, sen çok fazla “verili ideolojik/politik pencereden” yorumluyorsun kahramanlarımın söylediklerini! Biraz bu sınırları zorlamak da gerekmiyor mu? Devrimcilik biraz da devrimciliğin sınırlarını genişletmek, ufkunu varsıllaştırmak değil midir? Ben diyorum ki az hata yapan falan değil, hiç hata yapmayan mekanizmalar yaratmamız gerekir; ama bunun için önce dürüstçe geçmişle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz. Geçmişi bir “mabet/kâbe” gibi görmeye başlarsak, işimiz zor. Haliyle o ulvi mekânları ve anlayışları terk etmekte zorlanırız. Şimdi biraz gerisine dönelim romanda. 34. sayfaya. İlginç ve tartışılması geCUMHURİYET KİTAP SAYI reken bir cümle var orada. Günümüze de denk düşen bir cümle. Katılıyor musun kahramanının dediklerine? “Terörün bugüne kadar insanlığın hiçbir sorununu çözmediği ve çözemeyeceği üzerinde dururlardı. 'Radikal sol'un 'sosyal demokrasi'den saparak büyük bir yanlış yaptığını, bu yanlıştan dönülmediği sürece de çok can yanacağını, çok kan kaybedeceğini…” El insaf, sevgili dostum! Bu sözleri söyleyen, çok iyi hatırlıyorum, Nevzad Bey! Zengindir. Ailecek Fransa'ya yerleşirler. Düşün ki roman kahramanın Türkeş veya Kenan Evren. Onları nasıl konuştururdun, bir komünist gibi mi? Benim katılıp katılmadığıma gelince: Önce “terör” meselesini ele alalım. 12 Eylül öncesinde “terör” havası vardı! “Devrimci şiddet” ile “meşru savunma” gibi genel geçer yargının ötesinde bir “terör” havası vardı. Sosyal demokrasi özü bakımından “burjuva sosyalizmi” olarak algılanabilir. Eğer dünyanın bu hantallığına bir çözüm oluşturabilecekse, silahlanmanın yerine sosyal adaleti (görece de olsa) sağlayabilecekse, sağlıkeğitimbarınmaulaşım sorununa çözüm üretebilecekse, “barış içinde bir arada” yaşamayı gerçekleştirebilecekse… Dünyamızı bugününü ve yarınını tehlikeye sokan “vahşinin de ötesinde vahşi kapitalizme” alternatif olarak, eğer Nevzad Beyin söylediği anlamda bir “sosyal demokrasi” varsa kabul edebilirim. Tam da burada, bir (gelebilecek) soru: Kahramanların için korkak, yılgın, teslimiyetçi, umutsuzluk tellalı desem ne dersin? “Öyledir” derim! Bir de ek yaparım: “Umut tellalı” olmak çok daha teh lallıkla vs. suçlamadan… Kör gözüm sana cesaretlerin sonucunu da gördük biz. Örneğin gözleri kör olan arkadaşım. Kör gözleriyle dövüşürdü. İnançta, kavgada, marş söylemede onun gibisini çok az tanıdım. Keşke muhakeme yetisini kullanıp şu soruları sorsaydı: Bu bombalı pankartı astım, bir polis veya asker geldi, indirirken öldü. Elime ne geçecek? Hangi kitle peşime takılacak? Bununla hangi devrim başarılacak? Faşistlerle bir çatışmada körelse o gözler, inan yanmayacağım! MAYIN TARLASI... “Otuz küsur yaşından sonra yeni bir hayat için girişimde bulunabilme cesaretini kendimde nasıl bulacağım? Diyelim bu cesareti buldum, bu insanı kendi mayın tarlama çekmeye hakkım var mı? Bugüne kadar kaç insanın hayatında bir yıkım abidesi oldum. Şimdi bir kişi daha, bir kadın daha…” (syf. 109) Mayın tarlasından çıkmamış mıydı arkadaş? Köşesinde değil miydi artık? “Hiçbir şeye” bulaşmama konusundaki bunca kararlılıktan sonra hangi mayın tarlasından bahsediyor kahramanımız ? “Mayın tarlası” içinde! İçindeki dünyada. Yıkımların, yarılmaların, parçalanmaların dünyası orası… Militan mücadele sahası değil. “Köşesinde” olanın ya da “köşesine çekilen”in “mayın tarlası” yok mu sence? Senin kendi dünyanda mayın tarlan yok mu? Çok bunaldığın hiç olmaz mı? Lanet ettiğin?… Yesenin, Mayakovski, Nilgün Marmara, Zweig'lar… gibi dünyayla bağlarını koparmak istediğin hiç olmaz mı? Bazı insanlar mayın tarlalarını içlerinde, yüreklerinde, beyinlerinde gezdirirler. Sen onu ister fark et, ister etme. mücadele özgürlüğü kullanılmadığında paslanmaz mı? Kahramanımız kendi gerçekliğiyle boğuşuyor. Kullanamadığı en önemli özgürlük alanı, bedeni. O yaşa gelmiş kendi bedeni üzerinde söz söyleme hakkına sahip olmamış. En basitinden, “cinsel özgürlük”lerini yaşayamadıkları için oraya dönmeyi düşünüyorlar. Bu anlamıyla da bazı daralmalar/daraltmalar aslında onların arzuladıkları, aradıkları, özledikleri engin denizler, okyanuslardır!... Bunu kişinin o anki özgül durumu belirler. Bazen insanın ayakları altına dünyayı serersin kendini zincirlenmiş hisseder, bazen de çok basit bir şey onu dünyanın en özgür canlısı kılar. Gün olur vatan vatan diye kendini ölümlere atar, gün olur “vatan” dediği yerde kendini hain olarak bulur: Nâzım ve binlerce devrimci örneği!... Bir de bu garip hastalığımız var bizim, Türkiye solcusu olarak. “Seninki” de aynını yapıyor. Başkasının aracını beğenmez, ama kendimiz de bir şey yaratmayız! “Hangi araçla ve nasıl? Bu sorular yanıtlanmadığı sürece, hayır, yapabileceğim bir şey yok.” (syf. 185) Kahramanına katılıyor musun? Bu konuda daha çok sana katılmak isterim, ama!... “Eleştiri hakkı çalışmaktan ya da mücadeleden doğar!” sığlığını reddederek bu cümleyi kurarsak, evet, sana katılırım. Çünkü bu da kendini dünyaya kapatmanın bir yolu: Otarşik yapılar böyle doğuyor. “Dışarıdan gazel” istemiyorlar. “İçeriden” biri “gazel” okumaya kalkıştı mı onu da bir güzel haklıyorlar! Ya revizyonistlikle, ya pasiflikle, ya Troçkistlikle… Önce “sosyalist demokrasi” meselesini halletmeliyiz, derim. “Sosyalist demokrasi” meselesini halletmediğimiz sürece “bu hastalık” kaçınılmaz. Burjuva anlamda bile “demokrasiye” tahammülsüz yapılarda neyi, nasıl, hangi aracı, nasıl üreteceksin? Lütfen biraz içeriye, daha içeriye doğru bakmayı öğrenelim. Bu romanın, eğer bir başarısı olacaksa, o da bu olmalı bence. Üç kişi bir araya gelip bir araç/aracı üreten de bu topraklar değil mi? Bence bu konuda bir hayli enflasyon vardı! Üç kişi bir araya gelip bir örgüt kurar, yarın devrim yapacağız, derlerdi! İki yıla kalmaz iş hallolur derlerdi! Belleğim beni yanıltıyor mu yoksa?... SON SÖZ Peki, bunca “sorgu”dan sonra son sözün ne olur? İzin verirsen iki alıntıyla tamamlayayım. Birincisi, Oscar Wilde ait: “Sakıncalı olmayan bir görüş, çoğu kez düşünce olarak üzerinde durulmaya değmeyen bir görüştür.” İkincisi, daha ilginç bence. Amerikan Yüksek Mahkemesi Yargıcı Douglos, Terminiello/Chicaco davasını kaleme alırken şöyle bir not düşüyor tarihe: “Düşünceyi açıklama özgürlüğü, asıl amacına, hiç kuşkusuz tedirginliği kışkırttığı ve hoşnutsuzluk doğurduğu, dahası bireyleri hiddete sürüklediği takdirde ulaşır ve topluma hizmet etmiş olur.” Umarım Kuşatma Altında ile bunu bir ölçüde başarmışımdır!... ? Kuşatma Altında/ Alaattin Topçu/ SiyahBeyaz Yayınları/ 310 s. SAYFA 5 “Hiç hata yapmayan mekanizmalar yaratmamız gerekir; ama bunun için önce dürüstçe geçmişle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz” diyor Alaattin Topçu. Yukarıda Necmettin Salaz ile birlikte. likelidir. Sosyalistlerin kendilerini kusursuz gelin ya da damat olarak algılamalarından vazgeçmeleri gerek! O kadar çok kusurları var ki, belki de farkında olmadan (!), insanlar üzerinde nice karamsarlık, teslimiyetçilik yaratıyorlar! Eğer kusursuz olsalardı dünyanın üçte biri sosyalist sisteme doğru evrilmişken bugünkü duruma düşülmezdi. Bugün terazinin bir tarafı boş! Bunu görelim ve biraz da nedenlerini kendimizde arayalım. Tekten bireyleri korkaklıkla, tel915 Öyle olmasaydı bunca psikiyatr, psikoloji, nöroloji, vs. diye devasa bir bilim dünyası ortaya çıkmazdı. Tımarhaneler ortaya çıkmazdı. “Oraya gidelim. Rüzgâra karşı çimenlerin üstünde sevişme özgürlüğümüzü kullanalım. Bazı özgürlükler kullanılmadıkları için paslanır.” (syf. 140) Özgürlük alanını iyice daraltmış görünüyor kahramanımız. Peki ya kullanılmayan diğer özgürlükler? Örnek mi? Halen içeride olanların özgürleşmesi için
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle