Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Çok eski bir kent olan, Ahilerce kurulan bağımsız cumhuriyetin de başkentliğini yapan Ankara'nın 1920 öncesine özgülenmiş romanı var mı, bilmiyorum… Yanılmıyorsam romanların Ankara'sıyla ilk kez hem de yoğun biçimde bu yıllarda karşılaşılmış olsa gerek.. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Roman Zamanı K entle birey, yazına romanın armağanı. Romana gelene dek gerek insan, birey anlamında gerekse yerleşim, kent bağlamında hiçbir yazınsal türde kendine bu ölçüde derin yatak açamadı. Bu doğaldı. Çünkü bireyleşmiş insan da, bunların kurduğu kent de ancak rönesanstan sonra çıktı ortaya. Aydınlanmayla, modernizmle doruğuna ulaştı, örnekçe oluşturdu. İnsanın bireyleşebilmesi için kulluktan çıkması, yerleşimin kentleşebilmesi için de tabuların yıkılıp dogmaların kırılması, çoksesliliğe varılması gerekiyordu. Roman tam bu evrede çıktı ortaya. Cervantes'in Don Kihote'sinin (1605) dünya yazınında ilk roman oluşu boşuna değildir. Onun “La Manchalı” oluşu da gözden ırak tutulmamalı bu arada. Tüm zamanlarda ağırlıklarını duyuran kahramanlar, kentler Cervantes'in bu adımıyla başladı bir bakıma. Balcaz'la (17991850), Hugo'yla (18021885) Paris'i, Dickens'la (18121870) Londra'yı, Kafka'yla (18831924) Prag'ı, Joyce'la (18821941) Dublin'i, Gogol'le (18091852), Dostoyevski'yle (18211881), Tolstoy'la (18281910) öteki Rus yazarlarıyla St.Petersburg'u, Moskova'yı, Steinbeck'le (19021968) Salinas'ı vb. daha yakından, içerden tanıdık… En eski türler olarak şiir, masal, oyun da anlatıyordu insanı, yerleşimlerini. Ne ki insan bireyleşmiş değildi henüz, kuldu, birörnek yaşama sahipti. Başkası ya da başkaları içindi, “kendisi” olarak var değildi. Koyun, keçi, sığır vb. evcil hayvanlar nasıl çeşitli imler taşıyorsa bedenlerinde onlar da “uyar” olarak böyle damgalar taşıyordu beyninde. Sahiplerin simgeleriydi bunlar. Bireyleşme, insanın sürüden ayrılmasıyla başladı. Bunun anlatılabilmesi için yeni bir yazınsal türe gereksinim vardı. Roman sanatı böyle çıktı. On bin yıl önce kurulan kentler de anlatıldı anlatılmaya, ama bunlar insanların kurduğu yerleşimdi yalnızca. Bireyin kentle ilişkisinde çatışma yatıyor oysa. Öyleyse gerek bireyleşmenin gerekse kentselleşmenin birbiriyle sarmallanışı burada değiyor birbirine. Çatışmalarda, kentlilik bilincinin ortak paydasında, bilincin itkisindeki paydaşlığın sürekli değişiminde çıkıyor ortaya… Geçmişte kurulan bu yerleşimler büyük önem taşıyor kuşkusuz. Ama toplumbilimsel açıdan devrim olmakla birlikte insanların kitlesel sığınma, aidiyet anlamında bütünleşip bağlanma yeri olarak birer ağıl yine de bunlar. Gelenekten kopuşun başlangıcında Boccaccio ile birlikte öykülerin de bireyi anlatmaya koyulduğu ya da “modern” konumundan ötürü bireyin öykülerde başgedikli yapıldığı söylenebilir elbette. Ne var ki öyküler kentleri anlatsa da kentler romanlarda kuruluyor ancak… Romanların Ankara’sı ken sert bir cazibe vardı.” (İletişim, 1991, 46); yengi sonrası nasıl kent? “Yeni Ankara, o eski Ankara'nın bir mütekâmil şekli olmak lazım gelmez miydi? O milli ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?” (161); Şu satırlar da onuncu yıl izlenimleri: “(Ankaralılar…) tatil günlerini, evde kapanıp kalmaktansa, bin türlü cazibeler dolu olan Ankara şehrinin umumi eğlence yerlerinde geçirmeyi tercih ediyorlardı. Havanın iyi olduğu günlerde kır gezintileri, spor eğlenceleri, stadium'daki müsabakalar; fena olduğu günlerde, şehrin belli başlı sanat müesseselerindeki senfonik konserler, sergiler, Halkevi'nin gittikçe tekemmül eden temsilleri, onları kendilerine doğru çekiyordu.” (186) Bir soyutlayım, dönüştürüm romanı değil Ankara, tam tersine anlatım romanı. Ne ki Zeki Coşkun'un altını çizdiği anlamda bir “manifesto roman”. (Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, [Haz.: Mürşit Balabanlılar], İş, 2003, 97) Bu açıdan elbette önemli, ama nerede Yaban'daki o müthiş dönüştürüm? Bu arada 1920'lerin Ankara'sına bakmak yerine özellikle 1960'lardan sonra yayımlanan, bugünün Ankara'sıyla Ankaralılardaki kentsel, bireysel dönüşümlere yer açan romanlara da kuşbakışı bakalım diyeceğim ya, yerimiz kalmadı ne yazık ki… KURULUŞTAN ÇÖZÜLÜŞE ANKARA dönüştürerek roman gerçekliğinde yeniden kurup çatmak demek. Okur, hem romandaki kenti içselleştirip yeniden yeşertebilir hem de okuduklarından kalkarak kenti baştan sona kurabilir, yıkılmışsa eğer yoktan var edebilir böylelikle! Roman, kenti gereksinmiyorsa, kent soyutlayım düzlemine alınıp dönüştürülmüyorsa kentin roman gerçekliği içinde yer tuttuğu söylenemez herhalde. Kentler yerleşim yeri, roman evrenlerinde uzam, görüntü, ilişkilenişler alanı olarak yer alabilir, ama bunun dönüştürülmüş kent gerçeğiyle örtüşmeyeceği, olsa olsa yaşamsal gerçekliğin kopyası olarak kalacağı bir an olsun akıldan çıkarılmamalı derim! Romanımızda kurulan ilk kent İstanbul. Halit Ziya'nın Aşkı Memnu'su (1900) nasıl unutulabilir? Aynı şekilde Mithat Cemal'in, Nahit Sırrı'nın, Abdülhak Şinasi'nin, Ahmet Hamdi'nin vb. romanları da anımsanmalı, yanı sıra daha pek çok yazarın nice romanı… Bizde İstanbul dışında, romanımızda kurulmuş görünen kaç kent sayabiliriz dersiniz? Pek pek birkaç kent… Ankara, İzmir, Adana ilk usa gelebilecek kentler… Gerçi öteki kimi kentlerin de romanımızda en azından tasarım olarak yer aldığını, konu edildiğini, anlatıldığını söylemek olanaklı. Ancak bunların coğrafyadaki sosyolojik kentleri ne ölçüde soyutlayıp dönüştürdükleri, estetik açıdan ne kadar kurabildik, roman evreniyle kentin ne oranda çakıştığı tartışılır herhalde. Ama bunun hiç denenmediği de düşünülmemeli. Kaldı ki özellikle 1990 ortalarından başlayarak roman coğrafyamızın geliştiği, günümüzde hemen her kentin roman evreninde boy gösterdiği gözden kaçmıyor. Televizyon kanallarındaki abuk sabuk dizilerin de son yıllarda pek çok kenti ekrana buyur edişi bu genel eğilimden kaynaklanıyor bana sorarsanız. Ne var ki romanların çok büyük bölümünde kentler roman evreninin zorunluluğu olmak, sonuçta onunla çakışmak yerine yaşamayan doku, ek, yama biçiminde duruyor ne yazık ki. Peki romanlardaki Ankara, bunun neresinde? Romanımızla Ankara ne ölçüde girişiyor birbirine? lenmiş romanı var mı, bilmiyorum… Yanılmıyorsam romanların Ankara'sıyla ilk kez hem de yoğun biçimde bu yıllarda karşılaşılmış olsa gerek.. 1920'lerin başlarından 30'lara ulanan dilimde, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla birlikte birden yıldızı parlayan bu yeni kent hangi romanlarda yer almıştır acaba? Elbet pek çok romanda Ankara'ya en azından değinilmiş ya da bir biçimde kentten söz edilmiş olmalı. Ne ki Ankara'nın baştan sona kahraman konumunda yer aldığı roman sayısının, hele de İstanbul'a oranla pek fazla olmadığı kestirilebilir kolayca… Bunlar arasında ilk elde Aka Gündüz'ün Dikmen Yıldızı (1928), Yakup Kadri'nin Yaban (1932), Ankara (1934) adlı romanları anılabilirmiş gibi geliyor bana. 1940'lardan başlayarak bu yöndeki verimleyişin bir ölçüde durağanlaştığı, en azından ağırlaştığı savlanabilir. Ne ki günümüze dek gelen süreçte 1920'ler Ankara'sının odaklandığı romanların yayımlandığı görülüyor hâlâ. Nitekim Tarık Buğra'nın Küçük Ağa Ankara'da (1966), Celâl Hafifbilek'in Ankara 1920 (1998) adlı romanları buna örnek gösterilebilir. Yine de Ankara romanlarının sayısı bu kadar değil. Cumhuriyetin başkenti olarak Ankara'nın yazınımızda gerek anlatı öğesi gerekse anlatı uzamı olarak azımsanmayacak yer tuttuğu savlanabilir kolayca. Bu arada başlığında “Ankara”ya özgülenmiş görünen, ancak Ankara'nın kentsel varlık olarak pek yer almadığı romanlar da yok değil. Sözgelimi Esat Mahmut Karakurt'un Ankara Ekspresi (1946), Suat Derviş'in Ankara Mahpusu (1968) vb. bu yönde örneklenebilir. Peki yukarıda adlarını andığımız romanlar, Ankara'ya nasıl, ne biçimde yer veriyor dersiniz? Özellikle Yakup Kadri'nin Ankara'sı üzerinde durmak istiyorum. Çünkü hem kente özgülenen adıyla dikkati çekiyor roman hem de kentsel değişimlere açtığı yerle. Gerçekten Mithat Cemal'in Üç İstanbul'unda (1938) yansıtılan devirler gibi Ankara da “Üç Ankara” halinde çıkıyor karşımıza… İlk bölümde kurtuluş öncesi, ikincisinde yengi sonrası, üçüncüsünde onuncu yıl Ankara'sı odaklanıyor. Yakup Kadri, Ankara kentini şu satırlarla somutlaştırmaya girişiyor ilk bölümde: “Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiç farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı zorla kendine çeYukarıda andığım romanlar Ankara'nın kuruluşuna tanıklık yapıyordu. 1960'lardan 1990'lara gelinen süreçte yazarların tanıklığını yaptığı Ankara, artık çözülüş sürecinin yaşandığı kenttir. Nitekim Sevgi Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti (1973), Adalet Ağaoğlu'nun Ölmeye Yatmak (1973), Bir Düğün Gecesi (1979), Ayla Kutlu'nun Tutsaklar (1983), Erhan Bener'in Hınzır Kız (195), Erendiz Atasü'nün Dağın Öteki Yüzü (1995) adlı romanları, yanı sıra daha pek çok roman buna örnek gösterilebilir. 1960 sonrasında, kuruluş günlerinin idealizmi belki bir kez daha dirilir gibi olmuştur ya, bu fazla sürmemiştir. Bu çerçevede 19601971 arasında yaşanan on yıllık dilimde diriliş de tükeniş de birlikte yaşanmıştır sanki. İşte Kutlu'nun Tutsaklar'ı, Ağaoğlu'nun Ölmeye Yatmak'ı, Soysal'ın Yenişehir'de Bir Öğle Vakti böylesi tanıklıkların romanları. Sonra Ağaoğlu'nun 12 Mart'a yönelttiği öfke çelengi: Bir Düğün Gecesi. Derken ardı sıra yaşanan daha kara yıllar, roman evrenlerini karartacak koyulukta. Bener'in Hınzır Kız'ıyla Atasü'nün Dağın Öteki Yüzü de bu yönde örneklenebilir. İlginç olan, ara dönemin (194060) romanlarında Ankara'nın görece geçiştirilmiş olması. Ne ki evrenlerini 60'lardan başlayarak kuran romanların neredeyse tümünün, bu evreye yaptığı göndermelerle kapatmış görünüyor eksiği. Başka bir “Kitaplar Adası” yazısında bu konu üzerinde ayrıca duracağım. Bu yazıya “Romankara” başlığını koyacaktım, vazgeçtim. “Roman Kara” da olabilirdi elbet. Roman gerçekliği içinde kararmış bir Ankara bu… Bir çürümüşlük fotoğrafı ya da… Oysa Yakup Kadri'ye göre onuncu yıl Ankara'sı bakın nasıl: “Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin (akımın) daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu.” (Ankara, 188) Peki Ankara yüzüncü yıla doğru giderken nasıl? Hiç sormayın, bir koku yükseliyor Ankara'dan, hem roman kokuyor hem Ankara… Sahi bugün 30 Ağustos değil mi?? SAYFA 23 KENTİ YENİDEN KURMAK... Kenti kurmak, kenti anlatmak anlamına gelmiyor. Yazmayı iyi kötü becerebilen biri, gündelik, kullanmalık dille ya da iletişim diliyle herhangi kenti anlatabilir çünkü. Diyeceğim kentler böyle sıradan, orta malı, sığ yaklaşımla her zaman kurulabilir, kurulmuştur, kurulacaktır da. Romanda kenti kurmak, soyutlayım düzlemine taşıyıp CUMHURİYET KİTAP SAYI ROMANLARDAKİ ANKARALAR... Çok eski bir kent olan, Ahilerce kurulan bağımsız cumhuriyetin de başkentliğini yapan Ankara'nın 1920 öncesine özgü915