29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... Mutluluğun Mimarisi De Botton, örneğin XIX. yüzyılda İngiltere’de çok tutulmuş olan Neoklasisizmin esnek kurallarının her amaca uygun aynı çözümleri niçin bugün sunmadığını sorguluyor. Eğer yetkinliği güvence altına almak için tek yapılması gereken belirlenen kurallara uymaksa, Quinlan Terry’nin 1980’lerin sonlarında Regent Park’ta bu kurallar çerçevesinde yapılmış bir villası nasıl bu denli hayal gücünden yoksun olabilir? Yine aynı şekilde Japonya’da aslına sadık inşa edilen bir Hollanda köyü neden bu denli inandırıcılıktan uzaktır? (İpucu: Çünkü Hollanda’da değildir.) YALIN ANLATIM... Alain de Botton’un diğer kitaplarından bildiğimiz yalın üslubu tazeliğini koruyor. Sözgelimi, hep tartışılan zevk meselesini, bir Alain de Botton fikri destekleyen ya da savunan birisi gibi değil, yalnızca neler olup bittiğini anlamak isteyen birisi gibi ele alıyor. Kendi tercihleri yerine, bu tarafsızlık çabası övgüye değer. Yazarımız farklı insanların nasıl ve neden değişik şeylerden hoşlanabileceği hakkında arayış içinde: “Bize bunaltıcı derecede düzenli görünen, beyaz badanalı, rasyonel bir dairenin, kendisini yoğun baskı altında hisseden birisi için uygun bir yuva olduğunu düşleyebiliriz.” Aynı biçimde, neşeli, rengârenk bir ev, düşgücü yoksunu bir bürokratın kendi sıkıcı, düzenli varoluşuna tepkisi olabilir. ve yazılanları belirlemeyip, denetleyen, ama denetlerken de yazanı kamçılayan, fitilleyen bir erkek. Bu erkeğin kadınlara bakışı ile yazan’ın kadınlara bakışları birbirine benzediği içindir belki de yazılanları sadece denetlemesi ve yazan’ı kışkırtması. Yazan da bir “anlatıcı”. Romanı asıl yazan bu anlatıcı dediğimiz, romanı sık sık unutup başka başka alanlara kayan, başka yazı türlerinin kapısını çalan, biraz maymun iştahlı ve biraz da kendi başına buyruk bir erkek. Dolayısıyla iki erkek, ki buna yazar Münir Göle’yi de katarsak üç erkek Fısıltılar romanını yazıyor; aslında herkes kendi köşesinde fısıltılarla konuşuyor ve ortaya da bu konuşmalardan örülü roman çıkıyor. Peki, ne üzerine konuşuyorlar? Apuleius’un yazmış olduğu, tanrılar ve tanrıçalar arasında geçen aşk hikâyeleri üzerine. “Lucius Apuleius, MS 124 yılında, Kuzey Afrika’da Madaura’da, bugünkü Cezayir’in sınırları içinde doğar.”(s.13) Öğrenim için Kartaca’ya giderken yolu Atina’dan İskenderiye’ye düşer. Yolculuğu sırasında talihsiz olaylar yaşar ve başından geçenleri yazar. Bunlar birer hikâyedir aynı zamanda. Bizim anlatıcımız, yani romanı ? Hugh PEARMAN (*) Y apılar bizimle konuşur mu? Doğrudan doğruya ruhumuza bir şey söyleyebilirler mi? Eğer öyleyse ve eğer biz bu dili öğrenebiliyorsak, nasıl oluyor da çevremizde bu denli çok kötü mimarlık ürünü var? Bunca zamandan sonra, yeni bir yapının hem güzel hem kullanışlı olmasını sağlamak mümkün mü? Alain de Botton’un son kitabı Mutluluğun Mimarisi, üslup ve tipoloji sorunlarını da ilişkin yeni bir arayış. De Botton değişik bir yol izliyor. Binaları neyin doğru ya da yanlış hale getirdiğini anlamaya çalışıyor: Ancak estetik açıdan değil, psikolojik açıdan. Çünkü güzellik anlayışımız sürekli olarak değişir. Bir kuşak için çirkin olan, diğeri için güzeldir. Ama kimi yapıların bir ortak noktası vardır. Bir biçimde, bu yapılar yüzyıllar ötesinden birbirleriyle konuşarak bizim bir gereksinimimize karşılık verebilirler. Onlar tarafından tatmin ediliriz, bize bir biçimde doğru gelirler. Ama bu nasıl olur? Evet, belki... Ancak hiç kimse Alain de Botton’un “üslup çeşitliliği, içsel gereksinimlerimizin çeşitliğinin doğal bir sonucudur,” iddiasına karşı çıkamaz. De Botton duygusal olduğu denli entelektüel olarak da açıkyürekli davrandığı için kitabı ilginçleşiyor. Bir aile kavgası ya da gergin bir toplantıdaki gibi durumları sempati uyandırabilecek biçimde betimliyor. “Özellikle huzursuz bir zamanda, George dönemine ait bir yapının bekleme odasında oturmakta olan bir adamı gözünüzün önüne getirin. (…) Tavana bakar ve XVIII. yüzyılda birisinin karmaşık ama uyumlu bir kartonpiyer tasarlamak zahmetine girdiğini anlar. (…) Tavan, adamın kendisinde olmasını arzu ettiği özelliklerin bir toplamıdır: Aynı anda hem cilveli hem ciddi, hem incelikli hem açık, hem resmi hem de gösterişsiz olmayı başarır.” Peki bu kartonpiyerli tavan, filozof anlatıcımızın tanıdığına yardımcı olur mu? Pek değil. “Adam çözemeyeceği mesleki komplikasyonlara karışmak zorunda kalır, sürekli yorgundur, yüzünde sıkıntılı bir ifade vardır ve bütün istediği acı içinde olduğunu söylemek iken yabancılara ölçüsüzce bağırmaya başlamıştır. yazan kahramanımız bu hikâyeleri merak edip okur ve ona göre hikâyeler hep yarım veya eksiktir, kendince o eksiklikleri tamamlamaya koyulur. Böylece hem asıl hikâyeyi anlatır hem de o hikâyeye kendi katkılarını. Fısıltılar bunlardan çıkar. Fakat anlatıcı sık sık konunun dışına çıkmaya pek meraklı olduğu için asıl hikâye, yani mitolojik hikâyeler, sık sık kesintiye uğrar. Anlatıcı, kendinin bu konu dağıtmadaki hünerinin farkındadır: “…benim gibi her fırsatta konu dışına taşmaya eğilimli birinin…” (s.22) sözüne ek olarak “Konu dışına sık sık taşacağımı ta baştan beri biliyordum”(s.149) diyerek bu farkındalığını da ifade etmiş olur. Bu, elbette okur için sıkıcılıktan öteye gitmiyor. Anlatıcı başka bir kurnazlıkla, okurdan gelebilecek şikâyetlerin önüne geçmeye çalışmıştır: “Bir an önce anlatsın da merakım dinsin, bu uzadıkça lif lif uzayan öykü de nereye varacaksa varsın, yeter ki bitsin, ben de sonunun öğreneyim, başka bir işe girişeyim diyen okurun vızıldanmasını hiçe saydığımı da buraya iliştirmek istiyorum.” (s.142) Anlatıcı niçin okurun “vızıldanmasını” önemsemiyor, onun sabrının taşacak olmasından ni Tavan, adamın dönmeyi başaramadığı gerçek yuvasıdır. Onu toplantıya götürmek üzere bir yardımcı odaya girdiğinde, adamın gözlerinde yaşlar belirmiştir.” Mimarlığın ruhunu aramak konusunda de Botton, güzellik ve görünür yetkinliği ulaşılamaz ya da ayrışıp çürümeye yazgılı olmaları nedeniyle üzücü bulduğunda, ona katılıyorum. Foster’ın Canary Tersanesi Metro İstasyonu, Alhambra’yla “aşağı yönde baskıya karşın hafifliği” açısından karşılaştırılmakta, Herzog ve de Meuron’un bir konutu ise malzemelerin uyumlu birleşimi açısından övülmektedir. “RUHSAL SAĞLIK YA DA MUTLULUK..” Sonuç olarak, de Botton iyi mimarlığın ancak bu tür bir uyumla gerçekleşebileceğini söylüyor. “Mimarlıkta onayladığımız ve ‘güzel’ sözcüğüyle kutsadığımız denge, psikolojik bir düzeyde ruhsal sağlık ya da mutluluk olarak adlandırabileceğimiz bir duruma göndermede bulunur.” Churchill’in ünlü vecizesini yineleyerek (Yapılarımızı biçimlendiririz; daha sonra onlar bizi biçimlendirir), de Botton, kendimizi mimarlığa yansıttığımızı ve dolayısıyla onun içinde gördüğümüzün ondan çok kendimiz olduğunu söylüyor. Bu yüzden, kötü mimarlık psikolojinin bir başarısızlığı iken, iyi mimarlık yani bizim ‘güzel’ dediğimiz şey “parçalar arasındaki tutarlı ilişkinin bir sonucudur”. ? (*) Hugh Pearman’ın The Sunday Times’da çıkan yazısını çeviren: Ali Teoman Mutluluğun Mimarisi/ Alain de Botton/ Çeviren: Banu Tellioğlu Altuğ/ Sel Yayıncılık/ 298 s. çin rahatsızlık duymuyor? “Birincisi, ben bir şeyler yazmaya girişen, kalemine saygı duyan herkes gibi bir okura değil, okur olarak kendime yazıyorum ya da yeniden yazıyorum. Yazdıklarım da bir yerinden birine dokunacaksa eğer, onun benim yazdığım o yerden alıp yeniden yazmaya girişecek, oradan benim aklımın ucundan bile geçmeyen başka yörelere tel tel öyküler uyduracak, benim sözcüklerimi içindeki bir tele değdirip onlara bambaşka yankılar, beklenmedik tınılar katacak biri olmasını isterim. Okur, benim yazdıklarımı kestirmeden tüketmek yerine, onları kendi anlatımıyla biçimlendirecek, zenginleştirecek olandır. Apuleius’un, ardından benim yazdıklarımızı yalayıp yutacak, sonra çekip gidecek olanı zerre kadar kale almam, alamam. Okur dediğin, yazıyı kendi içinde arar.” Doğrusu, Fısıltılar’daki öyküleri yeniden yazacak biri çıkar mı bilmem, ama gerek konusu gerekse anlatıcının asıl öykünün dışına sıçrayışları, bu yapıtın yeniden okunmasını engelleyeceği konusundaki fikrimi değiştirmeyecektir. Her şey çok uzatılmış, anlatıcının da dile getirdiği gibi. Psyke ile Eros’un içinden zor çıkılan KİTAP SAYI Fısıltılar ? Şahin YILDIRIM ısıltılar (Can Yay. 2007) bir roman. Fakat bildiğimiz bir roman kurgusu yok. Daha ilk sayfada konuşmaya başlayan bir erkek. Nerede bu konuşan? “Ben bir adım geride durup seni seyrediyorum, kızsan da omzunun üzerinden kafamı uzatıp yazdıklarını okuyorum”(s.162) diyerek yerini belli eden SAYFA 24 F ? CUMHURİYET 902
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle