29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hikâyeci Doğan Yarıcı ile ilk romanı Kıyıda üzerine konuştuk… ‘Aslında hepimiz kıyıdayız’ Doğan Yarıcı adını ilk kez 'Evlâ' adlı kitabı ile duymuştuk. Epeydir sesi çıkmıyordu Yarıcı'nın. Birden yeni bir kitapla çıkıverdi karşımıza. Hemen bir söyleşi gerçekleştirdik kendisi ile. dan çetin bir boğaz geçer. Akıntılar, girdaplar vardır… Yüzerken, yaşarken, hatta üzerinden otobüsle geçerken bile bilmek gerekir bunu. Alusi bilmiyordu. Bilmeyen bir insanla yapmam gerekiyordu bunu. Bunun ayırdında olan pek çok insan yaşıyor bu ülkede, bu şehirde. Alusi bilmeyenlerdendi. Onun aracılığıyla göstermek gerekiyordu. Onunla keşfetmek gerekiyordu. Onun için Kıyıda sadece Alusi'nin yaşadığı, ait olduğu yer ya da denizin kıyısı anlamında değil, aslında hepimizin hayatına bir işaret. Aslında hepimiz kıyıdayız… HER İKİ KIYIDAN BAKMAK Roman daha ilk cümlesiyle birlikte Alusi'nin iç dünyasıyla paralel bir akış içerisine giriyor adeta. Yön duygusunu şaşırmış bir bahçe. Yön duygusunu şaşırmış bir Alusi. Ve yine yön duygusunu yitirmiş, birbirine neredeyse farklı kıyılardan bakarak ilerleyen bir roman… Diğer yanıyla da bir önceki kitabınıza, Gece Kelebekleri'ne, bir anlamda dokunup dokunup uzaklaşan bir roman… “Işığa koşup ışık olamıyorlar.” Işığa koşup ışık olamamak Alusi'yi belirleyen duyguların da başlıcası bana kalırsa… len çok az insan var, bir. İkincisi, Beykoz'da yaşamak bunu bilmenizi sağlar belki, ama bu da yetmez. Çünkü sizin akıntıların yönünü bilmeniz, her iki kıyıdan da kendinize bakabilecek gücün sahibi olduğunuz anlamına gelmez. Kitapta eğer bunu birazcık da olsa anlatabildiysem benim için büyük mutluluk! Alusi, ismiyle de hayatın kıyısında sanki... Alusi... Aslında bunu çok fazla açmak istemiyorum. Farsça bir isim. Aynı zamanda da sıfat. Onu okura bırakalım istersen. Biraz merak etmelerini, bakmalarını istiyor insan. Öbür taraftan da geçmişte, uzak geçmişte Alusi isminde yaşamış tarihi şahsiyetler var. Onlarla kesişebilir meraklı okur. İkisini de aldığında bazı noktaları daha açık görebilir. Çok önemli bir ipucu değil ama bir ödüldür o da meraklı okura. Kısa hikâye zaten başlı başına çok tehlikeli bir şeyken siz bunu romanınızın neredeyse temel unsurlarından biri olarak ele almış ve işlemişsiniz… Romanın kuralları var elbette. Ben bunları zorlamaya çalıştım. Yapmaya çalıştığım yeniye merhaba, eskiye selam. Bu roman aslında hikâye zamadili konuşuyorlar aslında. Kitapta şeyler, ev, bahçe çok ayrıntılarıyla anlatılır. Ama iki şey var ki hiçbir şekilde bahsedilmez onlardan. Birisi Alusi. Birisi Pembe Hanım'ın yaşlılığı. Bunlara dair ne bir betimleme ne de okurun zihninde canlanmalarını sağlayacak bir resim vardır romanda. Tıpkı Anna Karenina gibi... Okura bırakılmıştır bunlar. Bu yanıyla bir serüven kitabından çok bir okuma serüvenidir bence bu kitap. Çünkü burada olay ikinci planda. Ön planda dil var. Anlatım var. Bir şeyin denenmesi var. Şunu özellikle söylemek isterim: Kendi dilini oluşturmuş yazarlar benim yazarlarım olmuştur her zaman. Buna alet edilmiş bir kitaptır belki de Kıyıda... Tanımı ne olursa olsun. Yalıyla Alusi arasında bir özdeşlik kuruluyor gibi geldi bana. Sanki Alusi bir ada kuruyor kendine orada. Yanılıyor muyum? Çok doğru, ama şöyle bir fark var: Alusi genç bir adam. Gördüğü şeyler hep yıkım ve boşluk. Güneydoğu'da bir tercihe yöneltilmiş ama o tercihin ne olduğunu bile bilmeden kendini İstanbul'da bulmuş. Yalıysa çok uzun bir yaşanmışlığın ardından terk edil ? Seyit GÖKTEPE 980 yılında bir yazarın uzantısı olduğunu sanarak ve o yazarı aramaya başlayarak yazarlığa geçen genç bir yazar olarak tanıtılıyorsunuz ilk kitabınızda. Bu yazar kim anlatır mısınız hikâyesini o günlerin? Bunun hikâyesi biraz hazindir. Hulki Aktunç hikâyeleri gibi. Değirmendere'deydik, İzmit'te. Yanmış bir kitabevinin içinde kuzenimle oynuyorduk. Kül olmuş bir kitabevi, kundaklanmış. Oynarken kitaplar bulduk. Birkaç tane ucu yanmış kitap. Fakat bunların içinde bir tanesi vardı ki, ondan çok etkilenmiştim. Siyah kapaklı, üzerinde ejderha fotoğrafı olan bir kitaptı bu: Bir Çağ Yangını… Ucu yanmış. Hâlâ durur… Aldım ben onu. Sonra da okudum ve hiçbir şey anlamadım. İşte o kitap beni en başa yöneltti. Onu anlayabilmek için tekrar her şeyi sıfırdan okumaya başladım diyebilirim. Yazı serüvenim böyle başladı. Ve hâlâ da anlamaya çalışarak devam ediyor. İlk öykü kitabınız 1993 yılında yayımlanmıştı: Evlâ. Geçtiğimiz ay içerisinde ise ilk romanınız Kıyıda yayımlandı. Öncelikle romanın ismi üzerinde durmak gerekir diye düşünüyorum ben. İsim, Alusi'nin ve adeta bir roman kahramanı olarak beliren yalının hayatını bir bütün olarak kavrayan bir isim bana kalırsa. Çünkü her ikisi de hem denizin hem de hayatın kıyısında… Zaten kitabın metaforu da biraz öyle. Kitap birinci bölümünde bir şey söylüyor: Yalnızca bu şehirde batıya baktığında doğuyu, doğuya baktığında batıyı görebilirsin. Gerçekten de sadece İstanbul'a özgü bir şeydir bu. Bu söz Kıyıda'yı getiriyor zaten. Bizler iki kıyıda yaşıyoruz İstanbul'da. Sadece İstanbul'da mı acaba? Türkiye'de de belki öyle. Ve bu coğrafyaya özgü bir durum olduğunu düşünüyorum bunun ben. Alusi de tam bunun ortasında çıkagelmiş bir adam. Kıyısız bir adam. Bir kara adamı ve içinde sürüklendiğimiz bu coğrafyada bir şeyler söylüyor bize. İki kıyının arasınSAYFA 16 1 Çok kendine özgü insanlarız biz. Çok değerli topraklarda çok değerli insanlar olarak yaşıyoruz. Ama koşturmaca içinde dönüp kendimize, içinde yaşadığımız coğrafyaya bakamıyoruz günümüzde. Özellikle günümüzde. Ben çok şanslı sayıyorum kendimi bu konuda. Beykozluyum. Beykoz'da büyümek size her iki kıyıdan da bakabilme olanağı verir. Siz buna gayret gösterirseniz kendinize bakabilirsiniz, girdapları bilirsiniz. Eski İstanbullular Boğaz'da karşıdan karşıya yüzerlerken o akıntıları bilirlerdi. Dip akıntılar. Yüzey akıntıları. O akıntılara göre kendilerini bırakıp biraz yol alır, sonra tekrar kulaç atarak başka bir akıntıya bırakırlardı kendilerini. Aynı okyanuslardaki göç yolları gibi. Ve karşı kıyıya boğulmadan geçerlerdi. Ama bunu bi nıyla yazılan bir roman. Bir zaman akışında küçük küçük hikâyeler bir araya geliyor ve bir romanı oluşturuyor. Bu başlı başına bir denemeydi. Buna cesaret etmem gerekiyordu baştan. Ama her şey bir bütünlük kazanabildi nihayet… Nesneleri de konuşturuyorsunuz… Hep kafamda nesneleri anlatmak, nesneleri konuşturmak, şeylerin bazı şeyleri ifade etmesi vardı. Bu anlatım yolu üzerine hep düşündüm. Romanda özellikle pek fazla denenmedi bu. Aslında Alusi de bir “şey” olarak yer alıyor romanda. Öyle bir adam ki, kendisiyle bile konuşmamış. Bir çıksalın otu neyse, ağaç neyse, iskele babası neyse Alusi de öyle bir şey. Alusi de, çiçek de, kaplumbağaları tuzağa düşüren elma ağaçları da aynı miş. Enteresandır ki, ikisi de kıyıda kalmış. Biri ta Osmanlı'dan bugüne büyük bir hayat yaşamış. Biriyse ne hayatı yaşayacağını bile bilmeyen bir çocuk. İkisi bir yerde karşılaşmışlar ve ikisi de aynı duygulara sahip. DOĞUBATI İKİLİSİ Alusi yalıda batıyı görüyor. Yalı da Alusi'yle birlikte doğuyu görüyor aslında. Roman akışıyla bile neredeyse doğubatı ikilisini getiriyor. Birinci bölümün son cümlesi de zaten tamamlanmıyor, en başa gönderiyor okuru… Böyle olunca da iki uçlu bir yapı çıkıyor ortaya. Ve bu uçlar birbirini tamamlıyor… Bununla birlikte roman kişileri kendi içlerindeki doğuyu ve batıyı görüyorlar aslında… Bunu çok zorlayarak ve isteyerek KİTAP SAYI ? CUMHURİYET 902
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle