Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? eğitim, karma eğitimdi. Okul kütüphanesinin yanı sıra sınıflarımızda da kitaplıklar vardı. Okulumuzda 45 mandolin, sekiz keman, dört akerdiyon ve bir piyano vardı. Sevgili Adnan Binyazar’ın, Can Yayınları’nda çıkan ‘Duyguların Anakarası’ adlı kitabında ‘Derinliğine okumak’ diye bir parça vardır. Binyazar orada, Enstitü atlarını otlatırken, dut ağacının gölgesinde Romeo ve Juliet’i okuduğunu anlatır. Köy Enstitülerini bundan güzel anlatan yazı azdır. O dönemde Köy Enstitüleri’miz, ülkemizin en büyük atılımları içerisinde yer alıyordu. Meyveleri sonradan ortaya çıktı. Bakınız, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Başaran, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Emin Özdemir, siz ve daha niceleri... Bu bir raslantı değildi, ne dersiniz? Şu zamanda Köy Enstitüleri’ne daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Ne dersiniz? O yıllardan günümüze gelmenizi istiyorum. Eğitim insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanı değiştirebilme sanatıdır. Eğitim kötü amaçlarla kullanıldığında, kişileri ve toplumları bin yıl yerinde saydırabilir, İslam ülkeleri gibi. İyi amaçlarla kullanıldığında ise kişilere ve toplumlara 1520 yıl içinde çağ atlatabilir. Atatürk’ün aydınlanmacıakılcı eğitim anlayışı gibi. Köy Enstitüleri, Kurtuluş Savaşı ile Kuvayi Milliye ruhunun içerdeki adı ve devamıdır. Düşmanı kovduktan sonra içerdeki asıl sinsi düşman, bin yıllık cehaleti nasıl yeneceğimiz sorusunun yanıtıdır. Kemalist akılcılığının adıdır. Dünya eğitim tarihine ‘Türk buluşuözgün okullar’ olarak geçmiştir. Anadolu karanlığının yenilmesi, insanımızın bin yıllık dogmalardan, dini mumyalaşmalardan kurtarılmasının devamıydı. Kapatılınca, Kurtuluş Savaşı tamamlanamamış, büyük kırılma başlamış, Anadolu köylüsü kimsesiz ve devletsiz kalmıştır. Günümüzde: "Ananı da al git" denmektedir ona. Sonuç olarak ülkemiz geleceğini yitirme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Türkiye devrimini yitirmiştir. Başaran Ağabey ne güzel yazdı, "Yüzde sekseni okuma yazma bilmeyen bir halkın önüne seçim sandığı koymak cinayettir" diye. Siz halka ne verdiniz de, sandıktan onu istiyorsunuz? Kumbaraya ne koyarsanız açınca onu bulursunuz. Bugün yaktığımız elektriği, cebimizdeki parayı nasıl harcadığımıza IMF karar veriyor. Böyle bir ülkede bağımsızlıktan söz edilebilir mi? Kemalist eğitimin çınarının kabukları elli altmış yıldan beri azar azar soyuluyor. Ahmet Taner Kışlalı’nın, yıllar önce yazdığı; “Milli Eğitim Bakanlığı elli yıldır Milli İhanet Bakanlığı olarak görev yapmaktadır” sözü doğrudur. Mustafa Necati’nin, Hasan Ali Yücel’in koltuğunda bugün ‘nurculuğu ile övünen’ bir bakan oturmaktadır. Akılcılığı bir yana bırakmış, abdest suyunun alyuvarları zenginleştirdiğini savunmaktadır. Bizim yaptığımız okulları onlar satıyorlar. Limanları, fabrikaları, bankaları, toprakları,onurumuzu satıyorlar. "Bizim için en üst belirleyici olan İslam ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir." diyen bir Başbakan vardır. Altmış yıldan beri seçimdemokrasi özgürlük diye diye getirildiğimiz nokta bir karşı devrimdir. Biraz ‘Sonuncu İz’deki öyküleri konuşalım; kitaba adını da veren ilk öykü. Düş dağından öyküleştirme yapmışsınız bizlere, savında bulunacağım ben. ‘Sonuncu İz’de anlatılan yolculuğu 1998 yılında bizzat yaşamıştım. Akıl almaz bir sonsuzluk, yalnızlık, sessizlik, sonsuz bir gökyüzü ve dağlar vardı. O yolculuğun ruhumda yarattığı duyguları, düşlerimle karıştırarak, ‘badem eskidikçe tatlanır.’ hesabı öyküleştirmeye karar verdim. ‘Sonuncu İz’ çıktı ortaya. Andığımız öykü Karac’oğlan’ın şu sözüyle başlar; "Kim var idi / Biz burada yoğuken?" Kimler vardı sorusu bende, koca bir doğa var idi yanıtını doğurur ve Osman Şahin’de onu bizlere usta bir kalem eşliğinde sunar, izlenimiyle devam eder bu yanıt… Karac’oğlan’ın bu dizeleri, zamanı aşan bir sorudur. Herkes bu sorunun yanıtını bulmak, vermek zorundadır. Kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz gibi. Dünya yalnız bizim yaşadığımız çağdan mı ibarettir gibi.. Ege bölgesinde bin yaşında zeytin ağaçları, yüzlerce yıllık üzüm bağları var ve hâlâ ürün veriyorlar. Biz insanlarda o ürünleri yiyoruz. O zeytinleri, bağları kim dikti? Geçmiş kültürler, bizler günün kargaşası içinde pek ayırdında olmasak da yaşanmışlıkları ile gündemimizde yerlerini koruyorlar. GERİLERE DÖNÜŞ... Geçmiş zamana gider anlatı ve oradan bir hikâyeye kendini dahil eder… Yıllar önceki yorucu Bolkar yolculuğunda, doruklara yakın, yan yana dizilmiş, iri, kara taş yığınları ilişmişti gözüme ve o yığınların birer insan izi olduğunu anlamıştım. Düş gücümün ateşlenmesiyle 300400 yıl gerilere dönüş yapmış, okurlarımı eski kültür kalıntılarıyla buluşturup yüzleştirmek istemiştim. ‘Kar Avcısı’olmak, Toros kışının büyüsü içinde olmak bambaşka duygu olmalı, ne dersiniz? Katılıyorum. Dağ taş kar altında olsa, her şey donmuş, durmuş gibi görünse de görünümün altında canlı Erdem Öztop ve Osman Şahin söyleşi sırasında... yaşamlar vardır. Sonuncu İz’in, Kar Avcısı’nın Çatal Islık’ın, Acı Kahve’nin, iç ışığımın, kalem verimimin bol olduğu öyküler olduğu kanısındayım. Türkü dinlerken, türküdeki toplumsal derinliği nasıl duyumsuyorsak, öykülerimin de okurlar üstünde bir etki yapmasını isterim. Ünlü halk türküleri sanatçımız Biraz da ‘Acı Kahve’den söz etsek? Muharrem Ertaş’ın bozlakları,türküleri Acı Kahve, uğultulu,iç sesi derin, ses gibi. aralıkları geniş bir öyküdür. Geleceği ha Gerçek/Yaşanmış bir öykü olay kimi zırlama kaygısından uzak, sürekli korku zaman kurgusal dünyanızı etkiliyor. Örneve gizlenme duygusu içinde yaşayan, yağin Maharık öyküsü. Bu öyküde ne(ler) idi şamlarını ölüm ve silah üzerine kuranlasizi çeken gerçek yaşamdan? rın, onurunu her türlü ölüm ve hile kor Maharık olay örgüsü ağır basan, solukusundan üstün tutan, şövalye ruhlu, siğu geniş, fırtınalı, coşkusal bir güç taşıyan lahşör ‘Gaffar Ağa’nın öyküsüdür anlatıöykülerimden biridir. Maharık’ta olan bilan. Öldürme tutkusunun baştan çıkardıtenleri duyduğum zaman şaşırmış, şok olğı, paranoyaya dönüştürdüğü bir insandır. muştum. İnsanlar nasıl bu denli soysuzlaSavaşlarda, siperde günlerce beklemekten şabiliyorlar diye. Konu, içimdeki yolculusıkılan askerin, fırlayarak kendini vurdurğunu sürdürdü. Öyküleştirmeye karar ması gibi… Acı Kahve’nin temel öğesi verdim. Kuluçka dönemi biraz uzun sürkorkudur. Korku, canlıları yöneten temel dü. Maharık’ta birbirine düşman, birbiriduygulardan biridir. Ve insan öleceğini bilerini durmadan suça teşvik eden, özendilen tek yaratık olduğu için, daha çok korren, kışkırtan, geleneklerini de aşarak salt kar. Surlar, şatolar, kapılar, kat kat sürgühaklı çıkmak adına, kendi kanlarından biler, kilitler neyin nesidir? rini bilerek, düşünerek, öldürerek, suçu Acı Kahve’dekiler için ölüm ve öldüdüşmanlarının üstüne atan, suçu aşma çarüm duygusu başlı başına bir doyum olareleri arayan, hilenin, kurnazlığın, kötülüyıdır. Ölenler boşuna öldürülmüş sayılğün özgürlüğünün boyutlarını anlatmaya mazlar. Arkalarında sayısız ölü bırakanlaçalıştım. Aşiret ağalarının kişiliğinde kulrın, her sağ kalışta daha çok yaşayacağına, laştırılmış insanlar. Sonunda ağalar da, güçlerinin arttığına inanılır. Öldürülenlekullarda acı gerçekler karşısında çözülerin adları yeni doğan erkek bebeğe verilir. cekler, çağımızın, devletin yasalarıyla yüzÖldürülenin adı sanı, bebenin körpe beleşeceklerdir. deninde yeniden soluk alıp vermeye baş Olay yeri anlatımındaki detaycı anlalar. Ölüm dokunulmamış olarak kalır böytım tekniğiniz göze çarpıyor. Nedenlerden lece. birisi sinematografik unsurlar olabilir mi? Maharık ile Acı Kahve öyküleri, henüz Öykülerim gözlem ağırlıklıdır. Kimi yasalara dahil edemediğimiz, henüz yasazaman öykülerim için mekân bakalara hazır olamamışların öyküleridir. rım.1993’te yayımlanan ‘Selam Ateşleri’ Cana sıkılan kurşunun sesi farklı olur. öyküsünde enine boyuna anlattığım maO sesin içinde ölüm vardır. Acı Kahve’de ğara, gerçek bir mağaradır. Maharık’taki detaylar Güneydoğu yaşamımdaki tanıklıklarımdır. Öykülerin kimilerinde aşiret çekişmeleri yer bulur. Etkili bir malzeme hiç kuşkusuz. Ne dersiniz? Yaşamımın duyarlı en genç 15 yılını Güneydoğu’da geçirdim. Acımasız kan davalarına, öldürmelere tanık oldum. Gırtlağına gömülmüş boynuz saplı bıçağın altında kan tüküre tüküre can çekişen, çene atan insanlar gördüm. Tutanaklarını tuttum. Ora insanlarının silaha olan düşkünlüklerini, düğünlerde havaya sıktıkları kurşun sesleriyle birbirlerine selam gönderenleri, kurşun sesleriyle konuşanları gördüm. Bunlar bende derin özsuları bıraktı. Kanın Masalı’nda, Ocağına Düşmek’te, Çukan’da filme alındılar, iki ciltlik belgesel romanlarım, "Fırat’ın Sırtındaki Kan", " Yeraltında Uçan Kuş"ta enine boyuna bunları anlatmaya çalıştım. Kan davalarını yazınca, ister istemez öykülerimin içeriği de biraz atılgan oluyor. Sözcüklerimin rengi kırmızılaşıyor. Bu da kentsoylu bazı okurlara abartılı geliyor. Onların ilgisini çekmek için uydurduğumu sanıyorlar. Bu tür eleştirilerin kalemimde biraz çekingenlik yarattığını itiraf etmeliyim. Ne yapayım ki, yaşadığım olaylar en kurmaca öykülerin bile boyutlarını aşıyor. Güneydoğu’da işlenen töre cinayetlerini anımsayalım, ne demek istediğim anlaşılacaktır. Kara Möysün’ün bu söz beni sarsan cümle olmuştur; Sizdeki izdüşümleri merak ediyorum… Fırat yöresinde iken (195758) Siverek çevresinde 200’e yakın eşkıya vardı. Bekiro (Bekir Gülel) Eşkıya Hüso, Beyyolar (Bayram Kardeşler), Ramazanı Halil, Ramazan Çukan gibi.. Sözünü ettiğiniz Möysün, ünsüz, emekli eşkıyalardan biriydi. Ona göre sıkılan her kurşun bir ölüm çıkışı olmalıydı. Silah dışında, aile kurmak gibi bir yeteneği yoktu. Silahla bütünleşmişti. Uzaktan sıkılan silahın cinsini anında bilirdi, motor tamircilerinin motor sesinden arızayı anlamaları gibi. Möysün, gece karanlığında sıkılan kurşunun canlıya mı değdiğini, kurşunun sesinden anlardı. "O sesin içinde ölüm vardır."sözü ona aittir. Birbirine bağlı dört öyküden oluşan Lusik öyküsü, özünde bir roman konusu gibi. Ne dersiniz? Lusik, 92 yıl önce 1915’lerin estirdiği kanlı savaşların, yıkım rüzgarlarının, ayrımcılığın, komşunun komşuyu öldürdüğü yıllardan kalmış yoğun bir bellek öyküsüdür. Türklerle Kürtlerin, Ermenilerin iç içe kardeş gibi yaşadıkları, Kiğı’ya bağlı Ermeni Köyü Kuçu’da olan bitenler, Çar yanlısı Ermenilerle Padişah yanlısı Ermenilerin birbirilerine girmeleri, birbirini tetikleyen, birbirinin içinden geçen, yığınla olaylar zincirinin körpe halkası, on beş yaşındaki Ermeni kızı Lusik’in tanıklığıdır. Acılar çekmiştir. Olaylara dışardan değil içerden bakan sağduyulu bir kadındır. Lusik öyküsünde geçmişin yanlışlarını, emperyalizmin oyunlarını yazarken, öykü üzerinden günümüzde sürdürülmeye çalışılan Türk, Kürt çatışmasının da bir oyun olduğunun sezilmesini isterim. ‘Klarnetçi’ öyküsü ise sevdiğini sandığı genç karısının, âşığını gizlice öldürerek, evin önündeki içi insan iskeleti dolu antik Roma mezarına gömen, iskeletler, taze ölü ve genç karısının arasında kalmış, sıkışmış Klarnetçi’nin şaşırtıcı, zavallı, hazin öyküsüdür. GÖNÜLLÜ KÖLE Yaşar Kemal üzerine ‘Geniş Bir Nehrin Akışı, Yaşar Kemal’ adlı bir kitabınız olduğuna göre, burada da kısaca değinmek istiyorum, O’nun sizdeki yerini; sizde nasıl bir etki gösterir Yaşar Kemal? Türkçemizin katıksız,ruhsal besinidir Yaşar Kemal. Türkçemizin temel dişlisi, sevdalısı, gönüllü kölesidir. Derin kültür kökleriyle bağlıdır Anadolu’ya. O’nun sanatında Sümer’in, Asur’un, çöl Arabının, Ortadoğu halklarının, Toros’un, Türkmen’in ve Çukurova’nın temel sorunları, türküleri, ağıtları cömertçe birleşir. Birbirinden güzel, farklı anlatımlarla doyuma ulaşır. İnsanlığı, ileriye dönük bilinci ve ruhuyla yüzleştirir. Bir umutlar eşiğidir Yaşar Kemal. Pir Sultan Abdal’ın, 500 yıl önce söylediği: "Öküzün damını alçacık yapın / Yaş koman altına kuruluk sepin / Koşumdan koşuma gözlerin öpün / İrençberler hoşça tutun öküzü" dizelerinde, öküzün gözlerinden öpen, Hitit’ten günümüze çift süren, tohumun çimlenmesine katılan üretim aracı emekçi öküze övgüler düzen bir soydan gelmektedir Yaşar Kemal. Coşkulu kalemiyle köylülerin, göçebelerin dünya dillerindeki atan yüreği ve soluğu olmuştur. O’nun anlatımında Toros sularının ışıltılı serinliği ile Çukurova sıcağının buharı birleşir. Geçmişin ağırlığı ile, geleceğin sancılarını buluruz. Söyleşiye dair son soru olarak yeni çalışmalarınızdan bahsetmenizi istesem? Çocukluğumu enine boyuna anlatan bir anı roman üzerine çalışmaktayım. Romanın adı: "Eğri Yağmur Taneleri.." ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Sonuncu İz/ Osman Şahin/ Can Yayınları/ 184 s. KİTAP SAYI 883 SAYFA 6 CUMHURİYET