Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? rimizden biridir Metin Eloğlu. Evet ben "gelenek"e hiç meraklı değilim. Ama bazı ciddi yazar ve okurların meraklı olduklarını biliyorum. İslam’da bir selefilik var biliyorsun, selefilik ne diyor? Bizim iyi Müslüman olabilmemiz için, çağdaş olabilmemiz için peygamberin zamanına dönmemiz ve orada yapılan pratikleri taklit etmemiz lazım diyor. Geleneğin doğru tarifi budur, geçmişteki doğru örneklerin taklit edilmesidir. O zaman çağdaş bir sanat yaratmak için geleneği elbette bilmek lazım ama geleneğin içine bir selefi gibi mahkum olmamak lazım. İlk yapılacak iş o duvarları yıkmak. Gidenek ise oradan itibaren gidendir, gelenekten itibaren gidendir. Ben gelenekçi değilim gidenekçiyim. Geleneği gelenekçiler kadar bilirim, küçümsemem, saygım ve sevgim vardır ama o kadar. Tutup gazel yazmam ama etkilenirim, tortuları vardır zihnimde belki ama bilerek gidip de gazel yazmam. TÜRK EDEBİYATININ EKSİKLERİ O zaman geleneğin milliyetçiliği olmaz denilebilir mi? Denilebilir mi değil, üstüne basa basa denilir. Gelenekçilerin en güvendiği adam T.S. Eliot, geleneğini bulmak için Amerika’dan kalkmış Avrupa’ya İngiltere’ye gelmiş. İngiltere’deki gelenek ile de yetinmeyip güney Fransa’ya geçip provencall şairleri incelemiş. Demek ki bir insanın öyle bir geleneğe bağlılık mecburiyeti yok. Mesela Türk şiirinin, edebiyatın eksikliklerinden birini söyleyeyim, mesela Arap şiirinde Dicle ve Fırat, Mısır’daki Nil kadar önemlidir. Iraklı şairler için, Kuveytli şairler için, genelinde Arap şairler için Dicle ve Fırat çok önemlidir, üzerine destanlar yazmışlardır. Ama bizde Türk edebiyatının belki geleneğidir ki flora ve fauna yani bitki ve hayvan örtüsü edebiyata kolay kolay girmez. Türk şiirinde bitki ve hayvan örtüsü pek yoktur. Köy kaynaklı 1950, 60’larda yazanlar varsa da onlar köylü diye küçümsenmişlerdir. Mesela çirişotunu bilmez Türk şairler. Bir Türk şiirinde çirişotu geçmişse bakarsın, Seferis’in şiirinden geçtiğini görürsün. Öyle şairlerimiz vardır ki bizim çirişotunu görse tanımaz, yoncayı görse tanımaz. Bakarlar çirişotu Seferis’in şiirinde geçmiştir o zaman kendi şiirlerine de sokarlar. Yine "Metin Eloğlu ya da Bir Deryadil, Bir Deryaneval" adlı bölüme yönelerek ilişkin bir soru yöneltmek istiyorum şu satırları alıntılayarak "Yazın ve sanat dünyasında, memur dünyasında olduğu gibi kadro sorunu ve kaygısı yoktur; her büyük şair, yazar ve sanatçı kendi sandalyesini (kadrosunu) birlikte getirdiği için, bir başka ‘büyük’ün ölümünü, istifasını ya da işine son verilmesini beklemek gerekmez, bu dünyanın mekân ve zamanı içinde her sandalyesi olan ‘büyük’e bir yer vardır". Bunu mutlaka konuşmalıyız? Tabii ki. Şimdi "yer"sizlik de, işte o büyük olmayanların sorunudur, böyle diyorum ama maşallah herkese yer var artık, Nobel’de bile yer buluyorlar. Yazın ve sanat treninin gerçek yolcuları binmeden lokomotif yürümez diyorum. Dışarıdan, trenin dolu olduğuna bakmayın: O kalabalık inmeden ve gerçek yolcular binmeden tren kalkmaz. Bir ülkede ne kadar büyük yazar varsa o kadar büyük yazar makamı vardır. Yani beş tane var da senin o beş taneden birinin yerine geçmen için ölmesi gerekmez. İstifa etmesi de gerekmez. CUMHURİYET KİTAP SAYI açtık…" diye yazdı. Çölaşan’ın yaptığı bale ile jimnastiği birbirine karıştırmak ya da birbiriyle karşılaştırmak gibi bir şey. Gazeteci ile yazarı karşılaştırmak, mesleki bilgisinden yararlanarak kitaplar yazdığı için onu yazar saymak veya Yazarlar Sendikası’na ya da PEN Derneği’ne kabul etmek garipliği, yalnızca bizim ülkemizde yapılmaktadır. Bunlar birdenbire edebiyatın önüne geçtiler. Türk edebiyatı yeterli tepkiyi hiç koyamadı, romancısı, şairi, hikâyecisi sindi. İş birbirine karıştı. ŞİFAİ KÜLTÜR... Metin Eloğlu, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya hakkında çok güzel yazılarınız da yer alıyor kitapta. Söyleşimize noktayı koymadan önce onlardan ve o zamanlardan bahseder misiniz? Ve o zamanki şiirden? Ben çok şanslıyım. O zaman biz başka türlü yaşardık. Bir şifai kültür geçerdi. Ben Cemal Süreya’dan da, Edip Cansever’den de, Metin Eloğlu’ndan da, Turgut Uyar’dan da 20’li yaşlarımda çok şey öğrendim şifai olarak. Şair adları öğrendim, yayımlanmamış şiirlerini okudular bana. 25 yaşından sonra aradaki fark açılmaya başladı. Çünkü onlar 3035 yaşlarındaydı, eğitimlerini tamamlamışlardı, varabilecekleri bir sınıra varmışlardı. Ben geriden geldim ve ciddi bir Fransız edebiyatı, dünya edebiyatı eğitimi gördüm. Ondan sonra arkadaşlığımız devam etti yani arada bir laf ettiğim zaman "ukalalık etme" derlerdi ama kısa süre sonrasında da "hele bir anlat" derlerdi. Bizim dostluğumuz böyleydi. Bu ilişkilerden çok şeyler öğrendim, gönendim. Çünkü ben onlardan gençtim. Mesela kitaplarımın ya “Dünyanın her yerinde kadınlar daha çok okuyor. Belki gelecek yüzyılda edebiyatla sadece kadınlar ilgilenecek.” Tren bugün çok mu dolu? Müdahale ediliyor trene, tren kaçırılıyor. Sonrası tren geri geliyor tabii. Tren kaçırılır gibi olur, bir yerde iki tane haydut gelir treni kaçırır, sahte yolcuları bindirir. Ama onlar tarihe kalmaz. Burada bir mesel anlayışı var, sabredin ve çalışın diyorum. Bunu magazin hâkimiyeti döneminde söyledim. Peki gelelim Sezar’ın hakkı Sezar’a, yazarın hakkı yazara konusuna. "Kuyudaki Taş" (Yeni DüşünKasım 87) adlı yazınızdaki bu yazar ile gazetecinin inatla aynı kefeye konulmasına tepkinizi açalım mı? Ayrı biçemlerin yolcusu yazar ile gazeteci bir anlamda ayrı dünyaların insanı mı doğal olarak? Tabii ki. Yazar ile gazetecinin aynı ketagoride karşılaştırılabilmesi için gazetecinin de yazınsal bir yapıt oluşturması, yazınsal yazar olması gerek. Bu çok önemli. GAZETECİ İLE YAZAR Orada bir gazeteci ile bir yazarı birleşmeyecek denli ayıran en önemli fark olarak bir kafes benzetmesi kullanıyorsunuz. Bir yazınsal metnin temsil ettiği, ürettiği anlam dış dünyada değil kendisindedir. Kitapta da bu örnek vardır, işte "Başbakan bugün Beyrut’a gitti" cümlesini bir gazetede okuyorsak onun anlamı gazete sütunlarının, satırlarının dışındadır. Bu cümle bir şiirin dizesi ise anlamı evet şiirsel metnin kafesi içindedir. Anlam o kafesi geri dönmüyorsa metin yazınsal ve şiirsel değildir. Dolayısıyla da bir gazeteci ile bir yazarı birleşmeyecek denli ayırandır. "Kuyudaki Taş" bu konuya çok iyi ışık tutmaktadır. Orada da ifade ediyorum, Türk gazetecilerinin, toplumsal bilinç bakımından, yazarlardan daha ilerde ve mesleklerinin gereklerini daha iyi kavramış olduğu kanısında değilim. Ayrıca birçok gazetecinin bu tartışma konusunda yazdıkları yazılar, yazınsal yapıtın özelliklerinden ve varoluş biçiminden habersiz olduğunu ortaya koyuyor. Emin Çölaşan, Güneş’te 10 Ağustos 1987’de, "Çünkü biz okuyucuya romanlar, öyküler ve şiirler değil, okuyucunun bugüne kadar büyük ölçüde yabancısı olduğu somut gerçeklerle dolu apayrı bir dünya 883 yımlanmasına yardım etmek istemişlerdir. Metin Eloğlu kendi paramla yayımladığım "Kargı" adlı kitabımın kapağını yapmıştır. Sadece onlardan değil 1910 doğumlulara da çok şey borçluyum. En azından param olmadığı zaman bir yemek ısmarlamışlardır, dostluklarını hiç esirgememişlerdir. Bir Hüseyin Cöntürk’e de çok şey borçluyumdur. Şiire gelince, şairlik yaşamlarının bir yerine kadar Turgut Uyar da Edip Cansever de sıradan şairlerdi. Ama bir gün Turgut Uyar "Geyikli Gece" şiirini yazdı. Onu yazdığı zaman 18. yüzyıldan 20. yüzyılın göbeğine geldi, birdenbire öylesine bir sıçrama yaptı. Edip Cansever de sıradan bir şairdi, Orhan Veli geleneğini izlerdi falan. Ama bir gün "Masa da Masaymış ha"yı yazdı. Ardından Elliot’la Seferis’i keşfetti ve birden bir kapı açıldı, aydınlandı, büyük şair oldu. Bu fırsat Edip Cansever’den başka birçok şairin önünde de duruyordu ama onlar o kapıyı açamadılar. Cemal Süreya ile Metin Eloğlu’nun durumları ise değişikti, mesela Cemal Süreya ile Metin Eloğlu şiire başladıklarında ikisi de iyi şairdi. Edip Cansever ile Turgut Uyar şiire başladıklarında bugünün hesabına göre iyi şair değillerdi. Birkaç yıl sonra iyi şair durumuna geldiler. Yani bu bakımdan Edip Cansever ile Turgut Uyar’ın şiir serüvenlerinin çok iyi incelenmesi lazımdır. Başlangıçtan itibaren iyi şair olanların serüveni ilginç değildir. İyi şair değilken iyi şair olanların ki ilginçtir çünkü farkı görürsün. Onları tanımak bir ayrıcalık ve büyük bir şanstı benim için. İyi ki vardılar. ? Denek Taşı/ Özdemir İnce/ Dünya Kitapları/237 s. SAYFA 17