23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? şey değişmiyor. Benim yazılarımda bu "yazar muhaliftir" kavramını ele almamın bir diğer temel nedeni de , yaşayageldiğimiz bu uçurumu; yani sözcüklerle yaşattığımız arasındaki o derin boşluğu dillendirmekti. Çünkü içine girdiğimde, sözcükler hakkında çok az şey bildiğimizi görüyorum. O yüzden tekil örneklerden yola çıktım. Çünkü ben "işkenceye hayır" demenin de fazla bir anlam taşıdığına inanmıyorum. Tabii ki hayır. Ama bir işkenceyi tek bir okura dahi hissettirirsen onun bir anlamı olduğuna inanıyorum. Yani işkence altında kalmanın ezilmeninin, aşağılanmanın , korkmanın, aç kalmanın acısını hissettirebilmek... Sonuçta, benden bahsederken hasbelkader bir yazar kimliğinden bahsediyoruz demektir. Ben bir politikacı ya da eylem adamı değilim. Benim işim, insanları sokaklara çıkarıp, bayraklarla yürütmek değil. Buna karşı mıyım? Hayır. Bunun yanında mıyım? Hayır. Benim alanım değil. Ben ne yapmak istiyorum? Yaşadığımız şeyler arasındaki boşluğu ve uçurumu, sözcükleri tamamen bir aracı veya bir yardımcı olarak kullanarak dillendirmeye çalışıyorum. Ben şu boşluğu dillendirirsem belki insanlar belli birşeylerin farkına varır ve kendileri bizzat eylem adamı konumuna gelir ve sokağa çıkarlar. Bunların da hiçbirisi olmaz. Ben sizin saplantıyı pozitif yönden algılamanıza katılmıyorum. Saplantı dediğinizden ne kastediyorsunuz, sizin içsel dünyanızda ne gibi ayrımları, anlamları var bilmiyorum ama saplantı dediğimiz şey aşk değil, olsa olsa öfkedir. Yok etme, ezme isteğidir bence. "Yok olsun ki bana acı veremesin" cümlesinin izdüşümüdür. Bence burada aşkı, karşındakinin bütün "ötekiliği" içinde görerek kabullenmeliyiz. Kişisel olarak, ne kadar uzakta bir aşka, kültüre sahipsem, benim duyduğum çekim çok daha fazla oldu. Tam tersine insanlar kendilerine benzeyenlere âşık olurlar. Bende hiç öyle olmadı. Tutup da, Amerika’ya ya da İngiltere’ye gitmedim, Brezilya’ya, Amazonlara gittim. Benden hiç iz taşımayan, kendi izimi bulamayacağım, kendi insanlarımın kokusuna rastlayamayacağım bir yerde "öteki" arayışı olarak nitelendirebilirim. Ama aşkın gelişi, o insan mutlaka senin bir yansımanı içerecektir. İnsan âşık olduğunda kime âşık oluyor, ötekine mi yoksa ötekindeki kendi imgesine mi? Bunların yanıtları hep birbiriyle iç içe bir puzzle gibi varlığını sürdürüyor hayatımızda. "Kadın"a bir terminoloji gözlüğünden bakışınızı soracağım. Ancak, burada karşıma iki kutup, ve bir çatalağzı çıkıyor: Evrensel olarak kadının sembolize ettiği ya da varoluşunu onayladığı, yoktan var ettiği tinsel varoluş ve, bu toplumun sosyokültürel, ekonomik hatta sınıfsal sorunlarından biri olarak bu ülkede şablon haline getirilmiş (ki bu benim fikrim), üzerinden çok rahat, pervasızca ve ahlaksızca, "hem sağın hem solun" siyaset yaptığı kadın. Biz soldan, insan hakları, açlık, yoksulluk, kişi başına düşen yıllık gelir, işçi ve emekçi hakları, sendikal mücadele vb. sorunlarla mücadele beklerken, sol da oturduğu "sallanan sandalyeden" tribünlere oynuyor... "Kadın", üzerinde siyasetin en acımasızının yapıldığı alandır. Sanırım siCUMHURİYET KİTAP SAYI zin bu saptamanıza solcular da itiraz edemeyeceklerdir. Çünkü görünen köy kılavuz istemez. Solun kendi içinde en çok çelişkiye düştüğü ve başkalarına karşı en çok açık verdiği yerlerden biri kadın ve cinsiyetler. Cinsiyetler ideolojisi. Eşcinselleri burada unutmamak lazım. Sol için tüm bunlar bir handikap odağı. Ama bu ülkede kadın hep kadın. Kaybetmeye mahkum. Sonuç hep sıfır. "Kadın" sorunu o kadar kök salmış, derinlere inmiş bir sorun ki, bunun yanında Marksizm, sol jargon gibi şeyler cila gibi dökülüveriyor. İnsanların ideolojik ve düşünsel olarak kurdukları dünya ve okuduklarıyla, yaşadıkları arasında hep bir çelişki var. Bazen bu korkunç bir uçuruma dek varabiliyor. Benim de dönüp durduğum nokta burası. Bu adamlar, kadın hakları, Kürt hakları, bilmem insan hakları, azınlık hakları, Afrikalı konusunda ne yazılar yazıyorlar! Ama bu sorun kendi hayatının ortasına bir çizik attığı zaman, bu konu üzerine en faşizan hareketlere gidiyorlar. Buna o kadar çok tanık oldum ki! Bunu kendim de dahi yakalıyorum. Ama en azından ardından "ben ne yaptım?" diye bir sorgudan geçiriyorum kendimi. Olmuş, bitmiş, oturmuş bir şey değil, her gün yeni bir savaşa uyanıyor dünya! Kadın, sadece sizin dediğiniz gibi ideolojik bir kurban değil. Kadın her bakımdan kurban. Avlanan balık! Kadınlar da sokağa çıkıyorlar, kadınlar da varlar... Ama bir kitle olarak. "Yazar hep muhaliftir" diye bir tümceniz var. Böyle deyince bir "uzlaşmazlığın" çemberine hapsolmuş tavırdan da bahsediyoruz ister istemez. Bu, "yazar hep muhaliftir" sözü bana hep biraz bıçaksırtı bir deyim olarak gelmiştir, çünkü bir yazar mutlak ki önce kendine muhaliftir. Ve son yıllarda pek çok kez tekrarlandığı üzere, "aydın olmanın" da topluma örnek olma sorumluluğunu üstlenmesi gibi bir iddiası olmamalıdır. Bu ülkenin aydınları bu topluma neden örnek olmak zorunda olsunlar... Aydın olmanın sorumluluğu böyle söz oyunlarıyla,basit politikaşarla açıklanmamalı... Evet, "aydınların topluma örnek olmaları" tam bir klişe dediğiniz gibi. İçinden geçtiğimiz dönemler ve yaşadığımız çeşitli çalkantılar aydınlara ve yazarlara çeşitli misyonlar yükleyebilir. Ama bu misyonların kendi içinde ne kadar tutarlı ve doğru oldukları tartışmalıdır. Tartışılmalıdır da. Bence de bir yazar "guru" veya "toplumunun ahlaki önderi" olmak zorunda değildir. Hatta örnek olmazsa, kendi edebiyatı açısından daha da iyi. Ama bizim yaşadığımı coğrafyada ve yaşadığımız çağda, öylesine sert Aslı Erdoğan ikilemler, öylesine traje867 diler var ki, bu ister istemez bu suskunluğun içinde isyanla bir ilişki kurabilecek o "sesi" de oluşturmak, tınıya çevirmek zorundayız. Kimse çıkmayınca, yazarların da çıkıp "F tipleri vahşettir" diye haykrması da gerekiyor. Sizin dediklerinize katılıyorum ama o zaman da kim çıkıp bunları söyleyecek? Öyle duyarlı bir toplum muyuz? Bunların üzerinde ciddi ciddi düşünmeli, sorgulamalı hatta sorgulanmalıyız. “HER İNSAN BİR DİĞERİNİN F TİPİNE DÖNÜŞEBİLİR” Aşk aslında genelde erkeğin, kadının katedraline kapandığı bir varoluş biçimi. Bunu kişisel bir algı olarak değil genel bir olgu olarak söylüyorum. Belki. Ama sizin metaforunuzla konuşacak olursam, o "katedralde" kadının rolü Tanrı değil, çarmıha gerilmiş halde duran İsa’dır. Ölü bir heykel daha çok. Erkek önce kadının "kadın" kısmını örseleyip sonra da ona tapıyor. Kadın tehlikesiz olduğu oranda kutsaldır. Yani ilginç bir fantezi. O zaman kadın da erkeğin F tipi... Her insan ötekinin F tipine dönüşebilir. Sadece aşk bağlamında değil, bu çağda sanırım F tiplerine mazoşizme kayan bir biçimde bağlıyız. Her şeyimiz F tipine dönüştü çünkü. Onsuz yaşayamıyoruz. Trajik. Tüm bunlarlayani aşkın yadırgadığı hayatımızla aslında biz zenciyiz. Yani garip bir biçimde algımıza sızan bir egoizm, bir psikolojik mastürbasyon aşk o zaman... Madem mutluluğu önce kendimiz için istiyoruz... Ben mutluluk kavramıyla pek içlidışlı yaşamıyorum. Benim hayatımın üzerine kurulduğu kavramlardan biri değil. Mutluluğu da aramıyorum. "Ben nasıl mutlu olurum?" diye bir soruya sahip olmadım ve bu soruyla da yola çıkmadım hiçbir zaman. Belki de bir tür öğrenilmiş çaresizlik. Bu olgu benim sınırlarımın dışında kalıyor. Ben bu sistem içinde olabildiğince acı çekmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu yanlış bir düzen, bu düzende ve sistemde mutlu olmak bu yanlış işleyen düzene ayak uydurmaktır. Erdemli olan bence acı çekmektir. Bunu asla bir mazoşizm olarak nitelemeyin. Bu dünya acı üzerine kuruludur. Belki on bin yıl önce farklıydı. Ama biz öyle bir sistem yaratmışız ki, bu sistem insanın hayatını alabildiğine trajik ve acı çekmeye elverişli kılmış. Yarattığımız dünyayı batırdık işte! Bundan sonra neyi nasıl kurtarabileceğimiz yanıtlamamız gereken bir soru. "Mutluluk" belki bir baharat gibi hayatımda olabilir ama ana temam ve arayışım olamaz. Ama söylediğiniz gibi "arayış" yüklemiyle iç içe olmak demek, insanın hayattan bilinçaltında da olsa bir talebi olması demek. Hayat, bu talep oldukça,bu talebi yadırgadığı kadar daha da aktif bir yüklem olmaktan uzak kılıyor arayışı... Elbette. Çünkü hayat yaptıklarımızdan çok bize yapılanlar olarak var. Okuyan ve yazan insanlar olarak, hayatı olduğu gibi kabul etmemizi engelleyen mutlu egolara sahibiz. İçinde doğup, büyüdüğümüz sistem her birimizi olabildiğince talepkâr kılıyor. Ben daha az talepkârım. Hayata karşı da daha çekinceli olmayı tercih ederim. Ama bu yapı senin taleplerde bulunmanı istiyor. Bunların da çoğu zaman senin kendi taleplerinden ziyade, üçüncü şahısların sana bellettiği taleplerden oluşmasını istiyor. Yoluna ancak öyle devam edebilir çünkü. Sizin Rio’da somut olarak gördüklerinizi, bu somutun soyuta indirgenişi sonucunda ortaya çıkan manzaranın niteliklerini açıkçası merak ediyorum. Ve sanırım orada bir enkazla karşı karşıya kalmışsınız gibi hissettim. Açıkçası benden "Kırmızı Pelerinli Kent" kitabımda içine girdiğim ve yüz seksen sayfada çıkamadığım bir şeyi benden bir dakikada açıklamamı istediniz bilinçli olmadan. Benim yaşadığım dönemde, günde yirmi kişinin öldürüldüğü bir yerdi Rio. Şiddetin sosyal hayata şu ya da bu şekilde , radikal bir biçimde girdiği bir yerdi Rio. Şiddet, Rio’da bir gazete haberi olarak kalmıyordu yalnızca. Her noktada insanın hayatına giriyordu. Somutun soyuta indirgenişi dediğiniz şey tam da burada. Bunların yanında okyanus da var, mutluluk da var. Aynı yoldan yürüyen iki kişiden birisi okyanusa bakarken diğeri yolda ölmüş kadını görüyor. Ben o zaman okyanusa bakmaya çalışırken, esas olarak yolda ölmüş kadını gördüm. Bu ikisini de aynı resimde yan yana koymaya çalıştım. Hayatla bir barışma ve uzlaşma değil ama bir tür ölüm varken hayatın kutsal olduğunu kabul etmek. Daha da kolay oluyor. Çok yoğun bir refahsızlık, zenginfakir ayrımı ve uçurumu ve de şiddet... ? Bir Kez Daha/ Aslı Erdoğan/ Everest Yayınları/ 173 s. Bir Delinin Güncesi/ Aslı Erdoğan/ Everest Yayınları/ 166 s. SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle