Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? Aslında başka bir giriş düşünülmüştü. Bir, tersinden başlama gelişti kendiliğinden. Oradan çıktı bu zorlama." (S. 72) "Uğultuydu. Oydu hiç durmayan. Bakışlardan, davranışlardan, fısıltılardan, bozulan, çarpılan, eğrilen, kopan ilişkilerden oluşan." (S. 73) "Ha, yukarki yalnız adam bu. Nereden çıktı. Ortalarda yoktu. Hoş ötekiler de yok ya" diye düşündü. Ama baskın olan, yüreğini oynatan düşünce, "Hoş adam" oldu. Adam yokuş yukarı çıkarken, (hani omuzlarını kısıp, kendine yumulmuş) sözcükler, görüntüler, karmakarışık duygular halinde, bir görünüp bir kayboluyordu." (S. 75 – 76) "Mavi mavi değildir. Esintinin neresine yüzünü çevireceğini bilemez insan. Esinti ne? Ne ki? Var mı ki? Hani? Evi ot bürümüşse, kepenkler açık değilse, içerlerden konuşma sesleri gelmiyorsa gülüşmelerle karışık..." (S. 76) "Şimdi ev... Sarı, kuru, sessiz, tozlu, eskimiş, terk edilmişliğin yoğunlaşmış, kabuk tutmuş... Bir ağıt, denizin dibine dibine, karanlık, kararsız, belirsiz, boğuntulu, tuzlu, ölümcül..." (S. 77) Çisenti 4, kendine göndermeyle başlar. Sonra yine öykü insanlarında, örneğin o adamda, kararsızlık vardır duruşunda. "Her şey, karanlık, sessiz." Neşeli, kahkahalı, küçük bağrışlar, ıslıklarla şişmiş bir kalabalık." (S. 79) İnişler çıkışlar, gitgeller, ortak yanları bırakılmışlık olanlar… "Bu öykü uzar gider. Ama, uzaklaştıkları için, kadının duyulan son sözlerini yazıp bırakmalı. "Canım ben de yani, hiç tanımadığım bir elin adamına, gel gidip rakı içelim der miyim, aklını kullan biraz." Galiba bu kez, ikisi birden gülüyordu." (S. 83) Uyunamaz, sabah sabahlanır, düşünülemez, "Düşünceler bile baştan başlayıp, sonuna dek sürdürülemez. Bölük pörçük, oradan oraya atlayarak dolaşır durur." (S. 84) Hiçbir şeyi yapamamak yaşanır, "Bir anlam kurmak, bir... /.../ Bir şey eksik. Hep bir şeyin eksikliği..." (S. 85) Açıklanamaz, gibi, sanki… O da bilinmez, "Tamamlanmayan, eksik olan ne peki?" (S. 86) Yaşanılır gider işte, acılı, sıkıntılı, eksilmez, ne olduğu bilinmez, ama biçim değiştirir. Acı, eksiklik, yalnızlık süreğendir, bir tek çocukluk mu buna bağışıklıdır? Bu öykülerde öyledir. Çünkü bilinmeyen, geçmiş bir zamanın merceğinden geriye bakışla anımsanır, bir masal gibidir. "Ben geçip gitmiş olan o zamanlarda, yollarda yürüyüp giderken, hep dağları görürdüm diyorum kendi kendimle konuşup dertleşirken." (S. 91) Yaşam yolları ama hep dağlara tırmanır – o dağlara mı? Ve zaten hep yabancılıktır, hep yalnızlıktır yaşam, kendi köyü, kenti, yurdu yoktur insanın. Gelinen o sahil kasabası bir benzeşim, insan yaşamı için bir benzeşim. Yerli olunamaz, ama yalnız orada değil, insan yaşamda yerli olamaz. Yaşam ve dünya gurbettir. Ve deneyimlerden süzülerek, imbiklenerek, türkü dizesinde derişir: "Benim yarim gurbet elde küçüldü". O duyguya tutuldu mu bir kez, artık elen belen olur. Yalnızca orası değil, İstanbul da onun kenti olamayacaktır. (S. 93) Kent, sana sızar (Bunu anlatmak kolay değil.), efsunlanmış kent seni de efsunlar. sokak bile olsa. Bunu Gülümsün bile anlayabilir, anlatsam.) Anlatmam. Biz, Gülümsün’le (galiba) ayrılmalıyız. Ayrılmalı / mı / yız? Ayrılsak / mı acaba? Bugün Büyükdere’nin orada bir yokuş gördüm. Daha önce nasıl olmuş da görmemişim şaştım." (S. 99) Şaşmak. Güneşin her doğuşuna, her batışına olduğu gibi. Kentleri insan bilemez, ama kent insanın ruhunu bilir. O ruh, içindeki sızıyla sevinir, kentle ahbap olmayı bilir (bilebilenler), (sonsuz) susmalarla söyler, anlayan anlar, belki kimseler anlamaz. Sonra, o zaman, kalır bir tek imgelemlere dalıp gitmek, imgelemlerde yaşamak. Ve yaşanan, hep o bir an. Yoğunlaşma öylesine koyulaşır ki, sonunda her şey bir tek harfte derişir. Örneğin, eyvah’ın ‘h’sında, feci’nin ‘c’sinde. "’H’ bile dayanamıyor kara; renksiz, tıkanık, boğuk ‘h’." "Fecinin ‘c’si neyi kurtarabilir? Hiç! Hiç! Hiç!" (S. 105) YAŞANTIYI, YAZIYA DÖKME Hiç demek ölümdür, kardan adam gibi adam’dır, gibisiz, adam kardan, kar cini ve kar ısıtır insanı… Kadını, adamı, kenti, kasabayı, yaşamı, yaşantıyı, yazıya dökme temrinleridir sanki bu Çisenti’ler. Yansıtma öyledir, ama onları yazıya dökmeye ne gerek, yazı kendi kendine akıyor zaten. "O yalnız, çekingen kadını yazıya döküp, kurgulamaya çalışmak kolay değil. Önce, bir baba var. Upuzun, çok zayıf, ela gözlerinde hep bir çaresizliğin sönük ışığı olan, hep, küçük sarı kızının elinden tutan bir adam." (S. 109) Sanki kadın, kız, adam, ama işte dil kendi çisentilerini serpiyor. Çünkü, yaşam ve insan anlaşılmaz, yaşamın ve insanın içinde hiçbir şey kesinlenemez: "Değil! Sadece acışmış, boz tutmuş, başı kara, bağrı başlı bir adam o." (S. 110) Yalnızca söz söyleyip, benzetme yapmaya çalışır anlatan ben. "Ağaçların tellendiği bir güzel bahar akşamı, kent halkı, alaz taraz akşama gitmeye hazırlanırken" (s. 112), bir öykücük, yüreklere su serpsin diye. Ve "başlanan uçlanır" (S. 113): "Tüm bunları, ağır ağır, dura dura, solukları kesilerek bir bir anlattılar, ödlerini patlatan bacaklarının üzerinde dimdik duran, tepelerine dikilen, o iriyarı adamlara." (S. 114) "Oysa, o, iki küçülmüş, kurumuş kadın, iki yaşlı (çok yaşlı) kadın (ki çok sessizler uzun zamandır). Fısıl fısıl hep, (hani o, geçmişte. Onların orada yaşadıkları zamanı konuşur, gözlerinden inen yaşları, ayırdında bile olmadan, el alışıklığıyla siler, sessizce burunlarını çekerler). çıtları (bile) çıkmaz; uzun zamandır. Onun için korkudan donup kaldılar. Başlarına geleni hiç anlayamadılar. (Suçluydular ama, çok yaşlı olduklarından..) Korkuları evin her çıtırtısını büyülterek, her loş, karanlık köşesini doldurmuş olarak, pencerenin önünde oturup, mehtabı seyrettiler." (S. 114) Nezihe Meriç, Çisenti kitabında, söze gelmeyen, söze sığmayan, ama bir tek harfe sığdırabilme doruğuna eriştiği öyküler sunuyor. Öte öyküler bunlar, bir dil, deyiş ve de imbiklenmiş söz ve deyim ziyafeti çekerek sunulan. Yaşamdan çisentiler, yaşamın içindeki insanlardan çisentiler ve de – hiç şaşılmasın – ülkeden, toplumdan, dünyadan çisentiler. Alıntı (türküler, şiirler – O. Rifat –, makale – M. Soysal –, deyimler v.b.), anıştırma, çağrıştırma, imgelem, eğretileme, tersinleme, eksiltme, çoğaltma, indirgeme, yükseltme, varsama, yoksama, hiçleme, kısaca yaşamın içinde, ortasında, kıyısında köşesinde, göbeğinde, derininde, doruğunda insan. Anlatan ben, kendisi de o insan. O, sanki yer yer yazar Nezihe Meriç’i de anlatıyor. Ama usta öykücü, bunu ele vermemek için, anlatanın bir Çisenti öyküsünü, Nezihe Meriç’e adanmış kılıyor. Ama biz biliyoruz; bu kitapta ilk sözden en son söze dek, Nezihe Meriç var, bir öykü ustası olarak, olanla yetinmeyen, olanı geçen, beylik olana yüz vermeyen, kalıplardan ürken, korkan ve bu dili, bu Türkçeyi canı bilen, onunla olmayacak bir işe kalkışıp, bunu başaran: Dili çisenti edip incecik, kuru, dümdüz bir toprağın üstüne, o çisentiyle yaşamdan oyalar döktüren. Sanmayın, silinip gidecek türden. Hayır, ustalık burada: O, toprak, Türkçenin toprağı, o çisenti oyaları Türkçenin siminden, silinip gitmeyecek türden. Hiç! ? 848 SAYFA 23 TERK EDİLMİŞLİK, YALNIZLIK... "Hele yazmak! İstanbul’u, yazmak istediklerinin tümünden sıyrılıp, onun delisi, onun divanesi olursan (belki) yazabilirsin. Onu bilmeye, anlamaya kalkışınca, büyülenmeyi önceden hesaba katmak gerek. Ben bile (bir yabani olarak) bilmeden büyülenmemiş miydim? Büyülenmiştim ama, razıyım. Ne yazık ki İstanbul da benim kentim değil. Yarım yüzyıllık beraberliğimize, annemin bir İstanbul kızı olmasına karşın, benim ‘bizim orası’ dediğim bir kent yok. Yok ki!" (S. 94) Yok. Bu, bütün benliği kavrayan, ruha sinen bir duygudur. Terk edilmişlik, yalnızlık, dağlara yollara vurulmuşluk, sahilde bir yere atılmışlık bu duyguyla özdeştir. Yaşam, yaşam çisentiler, yaşantılar, bileşik bir kişi olan anlatan ben için böyledir. Çisentiler’de, kent de (İstanbul) sanki bir benzeşim. Ülkenin, dünyanın, yaşamın benzeşimi. Şu satırlardan sanki yansıyan bu benzeşimdir: "Bu İstanbul şehrine (doğrudur) baha biçilemez. Onu yazmak, bir ömür, büyük ustalık ister. Hele bu ‘Çisenti’ dizisine hiç sığmaz. (Bir CUMHURİYET KİTAP SAYI