Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? arı’nda kitaplarını imzalayan yazarlardan en çok Muzaffer İzgü’yü izledim. İzgü çocuklara kitap imzalarken ben sonsuz bir mutluluk duyuyordum. Gelelim kitabın adına, "Kadınlar Gülmemeli". Neden? Zaten kadınlar da gülmüyor öykülerde. Kadınların gülmesi hangi koşullarda, hangi dünyada gerçekleşecek? O kadın hâlâ dayak yiyor. Katlanılamaz bir durum. Öyküsünü yazmış olmak da değiştirmiyor durumunu. Ruhen erkeklerden kesinlikle daha güçlü oldukları halde, hâlâ eziliyor olmaları şaşırtıcı. Kendi bağımsızlıklarını, kendi özgürlüklerini kendileri oluşturacaklar. Bunu yapabilecek kadar güçlüler. AKILDA KALACAK ŞEYLER Şimdi şu bizim öykü dünyamıza, edebiyat ortamına bir bakalım: Yukarıda sözünü ettiğim, öykünün bugün yaşadığı varsayılan sorunları konuşalım. Öykünün geldiği yeri nasıl görüyorsun? Sence de durgun bir dönem yaşanıyor mu? "Mekânsız, insansız, zamansız" mı yazılan öyküler. Yazar bir özne olarak, kahramanından daha çok kendiyle mi ilgili? Geçenlerde küçük oğlum bir öykü anlatmamı istedi. Düşündüm, çocuğa anlatacak bir öykü anımsayamadım. Anladım ki öyküler, çoğunluğu, aklımızda kalacak bir şeyler anlatmıyor. Belki birçok konuda iç dünyamızı zenginleştirip renklendirebilir ama aklımızda kalacak bir şey anlatmıyor. Oysa aklımızda kalabilecek şeylerin öykülerini anlatmakla da çağdaş öyküler yazılabilir. Kuşkusuz bireyin derinlikli olması daha çağa uygun bir durum. Ne kadar derinlikliyseniz o kadar sağlamlaşır duruşunuz. Kimileyin, derinliklere dalmak insanın dış dünyayla iletişimini kopartıyor. Anlatılmaz öykülerin okunması, evet, bizi suskunluğa itiyor. Oysa bizim sağımızdaki, solumuzdaki birlikte yaşadığımız insanlara anlatacak şeylerimiz olmalı. Anlatılmaz öykülerin okunması yalnızca içimizi derinleştirir. Ama bu derinlik birlikte yaşadığımız insanlarla olan iletişimimizi koparıyor. Çocuğumuza, eşimize, sevgilimize, arkadaşımıza, kapı komşumuza anlatabileceğimiz öyküler okumalı, yazmalıyız. Anlatılamayan öyküler yazılmasın, okunmasın demiyorum. Kuşkusuz onlar da olacak, hem de en güzelleri. Ama anlatılacak öykülerin de unutulmaması gerekiyor. Bunu söylemek istiyorum. Hem konu zenginliği, hem anlatım zenginliği, soyut olsun, somut olsun, ama en son kalacak olan somut öykülerdir. Bizimle beraber insanı konuşturan, insanın konuşmasını sağlayan, insanın iletişimini güçlü kılan, insanın içindeki renkleri karşı tarafa aktaran, karşı taraftan alan öyküler yazılmalı. Örneğin kitaptaki öykülerinden bir "Eso"ya, bir "Mektuplar"a baktığımızda, "postmodern" dünyada, bizim Anadaolu’da, Doğu’da sanki feodal yapı bütün katmanlarıyla yerli yerinde duruyor. İşte yaşananlar da bunun kanıtı. Töre cinayetleri ve kadının dramı. Bu bir çelişki değil mi? Bir yanda küreselleşme, dünyanın bir köye dönüşmesi, öbür yanda feodal yapı ve bu gerçeklik. Bu pencereden baktığında, edebiyat, edebiyatımız bu gerçeklikle ne kadar ilintili? Öykücü, iyi bir terziden, iyi bir şoförden, iyi bir aşçıdan, iyi bir futbolcudan daha akıllı değil. Onun için ne söylersem söyleyeyim, biraz sonra bunun başka türlü de söylenebileceğini düşünürüm. Yalnızca gerçekçi sanat ve edebiyatın gücü de yetmez bu feodaliteyi kırmaya. İnsanlığın bütün birimleri insanlık üzerine çalışmayla düzelir ancak. Genelleme tanımlamalarda hep zorlanmışımdır. Paylaşacak bir şeyi olan kişinin görevi işaret etmek olmalıdır. Yanlışı, doğruyu, güzeli, çirkini işaret etmek. Sancılı bulduğum bir durumu işaret ediyorum sevdiğim insanlara. Bakın, diyorum orada bir yara var, sancı var, ya da güzellikse güzellik var, diyorum. Gerisi onlara kalmış. Korkunç bir çelişki, korkunç bir uçurum var, olması gerekenle CUMHURİYET KİTAP SAYI olan arasında. İyileşme yerine giderek yaraların kanaması, insanlığın kan kaybetmesi aklı başında olan insanı kaygılandırıyor. Ben bilim adamı değilim, bunun reçetesini bilmem. Meyve ağacına aşı yapılır gibi aşısı da yok bunun. Yarası kanayanlardan biri de benim. Edebiyat yalnızca sessiz bir çığlıktır, kanamaya tampon olabilir bir süre, ama yalnız başına kanı durdurmaya gücü yetmez. Bizim gibi çelişkilerle dolu, yeniyle eskinin sürekli çatışmasının varolduğu ülkelerde, en büyük acıyı kadın çekiyor. Duygu Asena’nın adlandırdığı dönemden, seksenlerin başından bugüne değişen bir şey yok. Kadının hâlâ "adı yok"... Hatta daha kötü değil mi? Kadın bir cinsel obje, kadın alınıp satılan mal, kadın namus için kolayca infaz edilen varlı..., Sahta bir ana sevgisinin ardında barbarlık egemen kadın üzerinde. Sanat ne yapıyor, öyküler, roman, sinema, tiyatro, yeterince işleniyor mu kadının trajedisi? Sanat ve edebiyat kadına zarar veriyor. Özellikle erkek egemenliği altındaki bir sanatın kadın trajedisini doğru şekilde ortaya koyamayacağını düşünüyorum. Onu yine en doğru şekilde kendileri yapabilirler, kadınlar yani. Kendi inceliklerini en iyi kendileri ortaya koyabilirler. Kadın yazarlarımız, sinemacılarımız, şairlerimizin toplamına bakın, bir sınıfı doldurmayacak kadar azdır sayıları. Bizi kaç tane kadın yönetiyor. Bir evi en iyi yöneten kadın, ülkeleri de rahatlıkla erkeklerden daha iyi yönetebilir güçte. İnsanı karnında taşıyan kolaylıkla her şeyin üstesinden gelebilir, yeter ki ne yapması gerektiğini görsün, karar versin. Sanat eserlerinde kadının trajedisinin işlenmesi çözüm değil, onlar günlük yaşamdaki dengeleme güçlerini, kimliklerini ortaya koyma yolunda da gösterebilirler. burada, "Çağla Badem Satarken" adlı öykünde de böyle bir karabasanın içine öykünün çocuk kahramanı "Cemile’nin oğlu Selim" düşer. Çağla badem satan Selim. Ya ölüm Selim’i de bulursa, ne olur? Göğsüne yağan kurşunlarla top gibi zıplayan gövdeler gördük. Bir hiç uğruna yitirdiğimiz delikanlılar, genç kızlar oldu. Pisipisine ölümler oldu. Ölenden çok yaşayanlar tahrip oluyor belki de. Ölen ölümünü yaşamıyor. Birbirlerine silah doğrultanların kimisi, şimdi ortaklaşa iş yapıyor ve o günleri fıkra olarak anlatıyorlar birbirlerine. Dünyanın huzurunu kaçıran 15 yaş ile 50 yaş arasındaki erkeklermiş, biliyor musun? Bana böyle zor sorular sorarsan, ben de böyle boyumdan büyük sözler eder ukalalık yaparım işte. Bana bir öykünün doğum sancılarını sorsaydın, böyle konuşmak zorunda kalmazdım. Sen, ben de giriyoruz bu huzur kaçıranlar gurubuna, ona göre. Biçimi de şiire benziyor. Bu öykünün bir yazılış serüveni var mı, çevrende tanık olduğun bu tür yaşamlar var mıydı? İçtenlikli şeyler yazmak istediğim zaman hep gerçek yaşamdan görüntüler sıralanır gözümde. İnsanın ve eşyanın doğasına aykırı olmayanı seçtiğiniz zaman, bu durum kağıda düşüyor, dolayısıyla okuyana geçiyor. Her gün yeni şeyler yaşanıyor. Masa başına geçip kurgulamak yerine yaşamın içinde ararsanız sermayenizi, insandan yana kullanırsanız kartlarınızı, oyunu kazanmanız zor olmaz. ÇUKUROVA ÖYKÜLERİ Çukurova köylerini gezdiğini, halkın kendi dilinden yaşanmış öyküleri derlediğini söylemiştin. Bu derleme işlerin nasıl gidiyor? Cemil Kavukçu gibi bir denizle tanıştıktan sonra yıllarca kendi küçük gölümde boşuna çırpındığımı anladım. Gerçi henüz kendime özgü bir deyiş ve yazım biçimi bulmuş değilim. Ama kendimi de anlatmayı sevmiyorum artık. Aşkı da yazmak heyecan verici değil eskisi gibi. Meğer bu diyarlarda yıllardır kör ve sağır dolaşıyormuşum da bilmiyormuşum. Öyküleri aramıyorum, buluyorum. Yüzyıllarca süregelen bir sağlam dil yapısı var. Yaşlıları dinliyorum. Yaşar Kemal’i bile titretecek denli güzel öyküleri var. Yaşar Kemal daha gerilerden başlıyor anlatmaya, Orhan Kemal Çukurova’nın makineleşme dönemini anlatmış, ancak 1970’lerden sonra yoğun bir göç aldı Çukurova. Bu dönemin de anlatılması gerekiyor. Balkonunda atletiyle oturup şalgam tanesiyle rakısını için Tarsusluyla, beş vakit namaz kılan takkeli Bitlisli yan yana oturuyorlar. Bunu anlatan birileri olmalı. Bu dönemin öykücüsü buna iyi tanıklık etmeli. Benim öyle bir iddiam yok, ama anlatmak istiyorum. Anlatmam gerektiği için değil, seviyorum, ilgimi çekiyor. Osman Şahin anlattı biraz, Demirtaş Ceyhun anlattı, biraz Ayşe Kilimci anlattı, Zafer Doruk geliyor aklıma, ama son otuz yılın öykülerini anlatan yok sanki. Yeni öyküler öğreniyorum. Bildiğimden değil, ben de yazarak öğreniyorum Çukurova öykülerini. Kısa öyküler olacak bunlar. Tümünün isimleri tek sözcük olacak ve kitap ismi öykülerden bağımsız yine tek sözcük düşünüyorum. O sözcüğü bulamayacağım ve kitabı bitiremeden öleceğim diye ödüm kopuyor. ? Kadınlar Gülmemeli/ Remzi Karabulut/ Can Yayınları/ 144 s. KARIŞIK BİR DURUM Peki, o zaman şöyle sorayım: Remzi Karabulut nasıl yazıyor öykülerini? Nasıl yürüyorsam öyle yazıyorum. İnsan önünde sonunda yürüdüğü gibi yazar. Başkaları gibi yazmak, bir süre başkaları gibi yürümek gibidir. Bir süre yürürsünüz, sonra doğal yürüyüşünüze geçersiniz. Ne var ki nasıl yürüdüğümü de bilmiyorum. Evet, bir başka soru: öykülerin hakkında ne düşüyorsun, neler hissediyorsun yazıp bitirdikten sonra, hatta yayımladıktan sonra? Öykülerimin ne olduğun ve nasıl olduğu konusunda bir şey söyleyemem. Çünkü insan henüz yürümekte olan bir çocuğu için gelecekte nasıl ve ne olacağını, topluma ne kadar yararlı, kendisine ne kadar yararlı, ne kadar özgün olacağını bilemez. Ama çocuğun doğum sırasında bana yaşattığı sancılardan söz edebilirim. Evet, yaşamın birçok şeyi söze fazla gelmeye, ya da yetersiz gelmeye başladığında, bir şeyler söylemek istiyorsunuz. Bunu neden yaptığınızı pek bilemeyebilirsiz. Benim yaptığım biraz işaret etmek, göstermek, belki etrafımdaki insanlar görmemiştir diye işaret etmek. Tabi öte yandan yazmayı böyle kolay tanımlamak da sözcüklere ve onların yüklendikleri anlama haksızlıktır. Yazmak da tıpkı yaşam gibi görecedir. Belki de bütün anlattıklarımın dışında bir şeydir söylemek istediğim. Karışık bir durum anlayacağınız. Karışık ama olağanüstü güzel tabi… "Özel, Belki, De Çok Özel Bir Öykü", giden bir sevgiliye ağıt. Giden "Beysi" ve ardından söylenen ağıt. Yaşanmış güzel günlere, geçmişte yaşanmış ve şimdi de süren bir sevdaya dair bir öykü ve birkaç öykünün kahramanı Beysi. Evet, "Kum Güneşleri", "Su Soyundu" ve adını andığımız öyküde de Beysi çıkıyor karşımıza. Kimdir Beysi? Bu sözcüğün sesini ilk duyduğumda çok beğenmiştim. Beğendiğim birini her yazmaya kalktığımda bu isim düştü kalemimin ucuna. Başka gizli bir anlamı yok. "İsimsiz Öykü" de beni çok etkileyen öykülerinde biri. Kısa, şiirsel bir metin. BİREYİN YALNIZLAŞMASI Sanatın değiştirme, dönüştürme gücüne inanıyor musun? Kendimizi anlatmaktan kurtulamadık. İç karışıklıklarımızı, iniş çıkışlarımızı sınırlı sayıdaki sözcük bilgimizle aktarma oyunundan kurtulamadık. Korkunç bir yabancılaşma görüyorum son yılların yapıtlarında. Bireyin yalnızlaşması için sanki hepimiz kalem birliği içindeyiz. Birçoğumuz kendimizle konuşmayı daha sanatsal buluyoruz. Bir salonda herkesin birden konuşması gibi bir şey, kimse kimseyi dinlemek istemiyor. Başkasının öyküsü önemli değil, herkes kendi öyküsünü biricik sanıyor. Kendisiden başkasının derdini dinlemek istemeyen bir yazarın değiştirme, dönüştürme gücünden nasıl söz edilebilir? Böyle bir şey için bir kere yazanın artık "ben" dememesi gerekiyor. Popüler kültür, popüler sanat, aydın yazar ilişkileri... Tarsus’ta yaşıyorsun. Sanatı, edebiyatı da yakından izlediğini biliyorum. Nasıl görüyorsun ilişkileri? Bir ilk kitap yayımlamış yazar olarak bu dünyaya nasıl bakıyorsun? Beni pek fazla ilgilendirmiyor o dünya. Satmış satmamış, popülarite benim umurumda değil. Sevdiğim, hayran olduğum insanların ne düşündüğü önemli benim için. Yaşamın orta yerinde duranların ne düşündüğü önemli. Erdal Öz, Sezer Ateş Ayvaz’a "Kitabının çok satmasını ister misin?" diye sordu, "Hayır," dedi Ayvaz. Böyle düşünen çok yazarımız var. O dünyadan uzakta yazmanın keyfi bir başka bana göre. Sanattaki o çocuk ruhumu korumaya çalışıyorum. İşin orta yerinde olmak o kadar sevimli olmayabilir. Dünyanın öbür ucundaki bir insanın anlayabileceği, benimle paylaşabileceği, çürütülen tarafımızı işaret etmeye çalışıyorum. Ya da bir düşümü, bir mutluluğumu paylaşmaya çalışıyorum.. Bir "kör kurşun"la gelebilir ölüm, bir yanlış anlamayla, anlaşılmakla "başına işler açılır", taş düşebilir üzerinize, işinizden çıkmış, sokakta, evinize, sıcak düşler içinde giderken, oracığa yığılıp kalabilirsiniz, kanlar içinde. Bir bomba patlayabilir, kollarınız, bacaklarınız havada uçuşabilir... İşte 845 “İçtenlikli şeyler yazmak istediğim zaman hep gerçek yaşamdan görüntüler sıralanır gözümde. İnsanın ve eşyanın doğasına aykırı olmayanı seçtiğiniz zaman, bu durum kağıda düşüyor, dolayısıyla okuyana geçiyor.” SAYFA 19