Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? iyi kullanılmış olmasıdır. Okuyucuyu öykülerinizin dışındaki başka kültürel alanlara gönderdiğiniz oluyor. Özellikle ‘Sular Çekilince’ adlı öyküde, ‘Zeus, Olimpos, Hades, Akhilleus, Eros, Kassandra, Apollon, Hektor’ adları geçiyor. Bu mitolojik adların her biri onlarca öyküyü içeriyor. Bunlar bilinmediğinde okuyucuda bir anlamlandırma sorunu oluşur gibi görünüyor. Başka bir öyküde Orhan Veli’ye açıyorsunuz kapınızı. Bu tutumun sıradan okuyucu için bir sorun oluşturacağı düşünülebilir mi? Daha düz bir yaklaşımla aydınlar (entelektüeller) için yazdığınız söylenebilir mi? SIRA DIŞINA ÇIKMAK... Önce ‘sıradan okur’ un kim ya da kimler olduğunu düşünelim. Bir kitabı seçip eline alan, onun dünyasına girmek isteyen herkes bir okurdur, sıra dışına çıkmıştır, okumayanlardan ayrılır o kesim. Oradan bakmak gerek. Saptamayı böyle yapınca, yeni okumaların, yeni öğrenmeler getirmesi kaçınılmazdır. Geçen yıl Virginia Woolf’un Günce’sini okumuştum. Yazmalarından çok, okumalarından söz ediyor Woolf... Shakespeare, ilkçağ filozofları, çağdaşları... İngiliz edebiyatının en güçlü yazarlarından biridir Woolf... Yalnızca bu örnekten yola çıkarak bile, öğrenmenin herkes için hiç bitmeyen bir gereksinim olduğunu görüyoruz. Gelelim öykü okuyucusuna... Eğer bir öykü başka öğrenmelere kapı aralıyorsa, daha da büyük bir işlev kazanıyor demektir. Kaldı ki sözünü ettiğiniz Yunan mitolojik kahramanları... Medya, filmler, hatta çizgi filmler, bilgisayar oyunları, sayesinde Hades, Zeus, Eros, Apollon, Hektor, Akhilleus, hiç yabancı değil artık insanlara, hatta çocuklara... Salt isim ya da karakter olarak bile olsa. Okur Kassandra ile Apollon’un neden küs olduklarını merak ediyorsa bir mitoloji sözlüğünü açar, öğrenir. Zaten bu saydıklarımız bilinmediğinde, öykü okunur olmaktan çıkmıyor, çünkü öykü onlar üzerinden temellenmiş değil. Kaldı ki yeni bir öğrenme gereksinimi duyan bir okur da şanslı bence. Bu anlamda kime yazdığıma gelince, ‘yetişkinlere’ diyorum. Öykülerde noktalama imlerinin kullanılışı da dikkati çekiyor. Öylesine ki, her noktalama imi, üstlendiği görev bakımından bir im olmaktan çıkıyor, oldukça anlamlı bir sözcük gibi, yoğun bir anlamı yansıtır duruma geçiyor. Bu açıdan bakıldığında öyküleri biraz da noktalama imleriyle yazdığınız söylenebilir. Noktalama imlerine böylesine görev yükleyip onca güvenmenizin nedenini öğrenmek isterim? Sevgili Veysel Hocam, noktalama imlerini sözcük olarak kullandığım saptamasını olumlayarak mı soruyorsunuz bilmiyorum ama hangi nedenle olursa olsun dikkatinizi çekmiş olması beni mutlu kılar. Evet noktalama imlerini, özellikle üç noktayı çok kullandığım, ünlemi, ünlemle birlikte soru imini kullanarak şaşkınlık ve boğazda tıkanmış soru anlamını vermeye çalıştığım doğru. Hele verilmeyen yanıtları, suskunlukları, sessiz protestoları tırnak içinde soru imleriyle vermek... Konuşamayışları tırnak içinde sıra noktalarla anlatmak... Evet bunu seviyorum ve noktalama imlerini sözcükler kadar anlamlı ve değerli buluyorum. Hayatın da imlerle dolu olduğunu düşünürüm. Çoğu kez hiç kımıldamadan yalnızca gözlerimizle konuşuruz. Bakışlar sözlerden çok şey söyler bir düşünürsek. Onlara anlamlar yükleriz hiç ayrımında olmadan. Sözün bittiği ya da anlamsızlaştığı yerde bakışlar, imler, suskunluklar ve bekleyişler başlar. Öykülerim de bunlarla bezenmiştir zaten. Noktalama imleri sözcüğün bittiği yerde imdadıma yetişen en yakın dostlarım gibidir diyebilirim. Bir de şunu gözlemledim öykülerinizde. Bazı öykülerinizdeki dil ve anlatımlar arasındaki farklılık. Örneğin ilk öykünüz olan En Uzun Gece ile son öykünüz Sokak arasında anlatım ve dil farklılıkları var. Ayrı kişiler tarafından yazılmış iki ayrı öykü sanki. Bunun bir açıklaması olmalı. Hani her insan yanında öyküsünü de taşır ya, öykülerim de kendi dillerini beraCUMHURİYET KİTAP SAYI berlerinde taşıyorlar. En Uzun Gece, toplumun ağır bir yarasına parmak basmış, okuyanı hüzünlere sürükleyen bir öykü. Oradaki sessiz başkaldırı, yoksunluk, ele geçen tek yaşama fırsatını kaybediş duygusu ve ölümü arzulayış öylesine yoğun ki, çiçeği böceği anlatabileceğim bir anlatımla bu duyguların verilmesi olanaksızdı. Ölüm yaşamın en büyük gerçeğidir, ama bazı ölümler daha acıdır ve daha yıpratıcıdır. Öyküdeki birinci ölümün, peşinden ikinci ölümü de getirmesi bu duyguyu katmerlemiştir. Bir evin üzerine çöken ağır yas, o durgun, yoğun atmosfer beraberinde o ağır anlatımı taşıdı. Sokak öyküsüne gelince, o, eğlenceli, belki de tek eğlenceli öykümdür kitapta yer alan. Birbirini seven, duyarlı aile bireylerinin kiralık ev arayışları. O öykü de öykünün atmosferine, iç dinamiğine uygun bir dille çıkageldi ve onu yazarken çok eğlendim. Konu çok günceldi; her kentte rastlanabilen çok katlı, çok planlı, çok birbirine benzer ve kimliksiz yapıların, sitelerin anlatıldığı ve karşı duruşun sergilendiği bir öykü. Kadının masumca yapılmış hesapları, evin içinde koşuşturan cıvıl cıvıl iki çocuk, köşeye sıkışan koca ve malını pazarlayan emlakçi. Herkesin başka bir yöne baktığı bir öykü ve sonunda galip gelen duyarlılık. O konu ağır bir anlatımı taşıyamaz, didaktik olma tehlikesinden kurtulamazdı. Ancak o dille anlatılabilirdi o öykü. Öykü, şiir, roman yazmak ve yayımlamak; aslında ortaya bir sav atmaktır. Yani aynı zamanda ‘öykü böyle de yazılır’ demektir bir bakıma. Buradan bakınca sizin Türk öykücülüğünde yapmak istediğiniz nasıl anlaşılmalı? Yani ürettiğiniz renk nedir? Evet, yazmak bir anlamda ‘ben de varım’ diyebilmektir. ‘söyleyecek sözüm var’, ‘ ekleme yapmak istiyorum’ demektir. Aynı noktalama imleri gibi... Belki tam da ‘öykü böyle de yazılır’ demek gibi bir iddiası olmasa da ‘ben de bir şeyler söylemek, ama böyle söylemek istiyorum’ demektir. Eğer yazdıklarımla bir renk getirebilirsem onun hangi renk olduğunu söylemek, saptamak okurlara düşer sanırım. Bir de, eğer sesim bu ürün bolluğunda birazcık olsun duyulabilirse, eleştirmenler tarafından fark edilirse, onların değerlendirmeleri belirleyecektir bu renkleri. Türk yazınında Ömer Seyfettin’den başlayıp Sema Kaygusuz’a uzanan çok renkli bir yol olduğunu düşünüyorum. Belki bu renklerden birinin bir tonu olabilirim şimdilik; ama şimdilik. büyük ustadır. Beni yazmaya iten ilk yazardır Sait Faik. Bilge Karasu, sessiz sedasız gelip yerleşmiştir okumalarıma. Göçmüş Kediler Bahçesi, okuyacak bir şey bulamadığım zamanlarda değil, özellikle tekrar tekrar okuma isteği duyarak okuduğum bir kitaptır. Füruzan, beslendiğim bir diğer damardır. Gül Mevsimidir… 1999’da çıkar çıkmaz hemen aldığım Sevda Dolu Bir Yaz.. ve bu kitabın aynı adı taşıyan ilk öyküsü. Bütün duyarlıklarıma seslenir Füruzan’ın anlatımı. Ondan ‘bakmayı’ öğrendiğimi söyleyebilirim. Onat Kutlar… İshak, Hadi.. ah bu öyküler… Haldun Taner bence zor bir yazardır ama en etkilendiğim, yazma disiplini edindiğim yazarlardan biridir. Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Ayla Kutlu… Sen de Gitme Triyandafilis, Zehir Zıkkım Hikâyeler… İnci Aral’dan samimiyeti öğrendim. Ağda Zamanı ile tanıdım onu, romanlarını saymıyorum, Gölgede Kırk Derece’yle, şiirsel söylemiyle Sevginin Eşsiz Kışı’na geldim onunla yavaş yavaş. Yabancı yazarlardan Cortazar, hep çok önemli olmuştur benim için. İlk okuduğum öykü kitabı Mırıldandığım Öyküler’dir ve sonrası gelmiştir. ‘Keşke dil bilsem de bunları asıllarından okuyabilsem’ dediğim kitapların yazarıdır Cortazar. Ondan öncesinde az daha unutuyordum, Hemingway’i çok severim. Öykülerine sinen o usul anlatımdan çok etkilenmişimdir. Borges’in adını anmamak asla olmaz. Borges benim için yalnızca bir yazar değil bir rehberdir. Yaşamı bile başlıbaşına ibret verici bir romandır. Kum Kitabı’nı belli aralıklarla tekrar tekrar okurum. Samuel Becket’in absürd öykülerini Öncelediğiniz temaları belirtirseniz, öykülerinizin amacını da vermiş olursunuz. Bunun oluşturacağı duyarlık, okuyucuyu uyarabilir. Nedir öncelediğiniz temalar, neden? Öncelediğim temalar, belki klasik bir yanıt olacak ama, insanın halleri, insanlık halleri, insan gerçeği, insanın varoluşu… En çok da insanın hüzünleri, iç buruklukları, yalnızlıkları, kıyıları, baş kaldırışları beni ilgilendiriyor. İsteyip de olamadıkları, kursağında kalanlar. Toplumsal ve bireysel duyarsızlıklar.. Baktığımda beni acıtan olgular. Arkama döndüğümde silik ayak izlerini gördüğüm, yere sağlam basamamış, ürkek, korkak ve örselenmiş adımlar ama aynı zamanda onurlu ve ödünsüz. En tepelerdeki, alkışların ötesindeki ‘yalnızlık’. Üretirken tek başına çoğalma… Yani göremediklerimiz. Nedenine gelince; yaşamın güzelliklerini, gözlenebilen aydınlık yüzünü anlatmaya gerek var mı? Madalyonun tersi, sahnenin arkası, bir ölümün gerisi, oturaklı, varlıklı takım elbisenin içindeki güvensiz ‘ben’, yanıtını geçmişte arayan ‘bugün’, asık suratlı işkencenin komik yüzü beni hep daha çok ilgilendirdi. Onlar göremediklerimizdir çünkü. EN BÜYÜK ENGEL Size son bir sorum daha olacak ama bu soruyu sizin belirlemenizi istiyorum. Kendinize sorulmasını istediğiniz ve yanıtlamayı arzu ettiğiniz bir soru. Çok teşekkür ediyorum Veysel Hocam, eğer siz sorsaydınız, yazma konusunda karşılaştığım engelleri sormanızı isterdim. Hemen yanıtlayayım. Yazma konusunda karşılaştığım en büyük engel ZAMAN oldu hep. Günün yirmi dört saat olmasına, bizim de sekiz saat uyumamız gereğine şiddetle itirazım var. Kişisel sözlüğünde hiçbir zaman can sıkıntısı, vakit geçirme, zaman öldürme gibi kavramlar olmayan, bu duyguları hiç tanımayan bir kişi olarak, üretmeyi hep çok sevdim. Günde üç öğün yemek yeme alışkanlığından daha doğrusu gereksiniminden nefret ettim. Bir kadın olarak ‘yemek tabletleri çıkarsa ilk alacak kişi ben olurum’ derim hep. Konuştuklarım da hep ‘ah olur mu yemek kültürü denen bir şey var’ diye yanıt verirler. Bu ironik bir istem elbet… Yemek yemeyi sevmeme, sofra sohbetlerinden keyif almama karşın, mutfağın öğütücülüğünü, zaman hırsızlığını günbegün yaşadığımdan olsa gerek yemeğe karşı bu düşmanca tutumum. Resim için de böyle. O da sizden bölünmemiş, çalınmamış zamanlar istiyor. Ama yazı; onun kesintisiz zaman dilimlerine gereksinimi var. Bütün edebî disiplinler gibi. Aynı zamanda kocaman bir çelişkiyi de barındırıyor varlığında. Hayatın çok içinde olmayı buyuruyor önce edebiyat sonra okumayı, beslenmeyi, sonra da yazı masasını imliyor size! İşte o noktada ZAMAN engeline takılıyorsunuz. Herkesle baş edebiliyorsunuz bu yolda ama ZAMAN denen o soyut engeli aşamıyorsunuz. Öykülerinizi çok sevdim, henüz yazmadığınız öykülerinizi sevdiğim gibi. Umarım kitabınız ‘Hiçbir Şeyin Beklentisi’ fark edilir. Bunu hak ediyor çünkü. ? *Gönül Çatalcalı, Hiçbir Şeyin Beklentisi, Yom y., Şubat 2006 SAYFA 11 ÖYKÜLER, ROMANLAR, ŞİİRLER Bildiğiniz üzere her sanat disiplini; örneğin öykü, damar damar oluşan bir özellik oluşturur. Bu, var olan öykü kalıtı içerisinde bütünleşmek ve ayrışmak anlamına gelir. Sizin öykücüleriniz kimler? Nedenleriyle söylerseniz bunun oldukça yararlı olacağını düşünüyorum. Yalnızca öykücüler değil, romancılarım, hatta şairlerim var. Beslendiğim damarlardır onlar. Yalnızca öyküyle sınırlarsak, her yıl mutlaka dönüp de okuduğum öyküler, öykücüler vardır. Nereden başlasam… İlk Sait Faik’le başlamak, Haluk’un Amentüsü gibidir neredeyse. Sait Faik, her yıl hem de aynı öykülerini döne döne okuduğum bir 845 severim. Yine bizim yazarlarımıza dönersem Murathan Mungan, Paranın Cini ile çarpmıştı beni ilkin. ‘Suret’ sözcüğünü bence ilk kullanan, yazdığı yazıya yakıştıran ve Türkçe olmasa da bu sözcüğü güncelleyen odur. Şimdilerde çok kullanılıyor ama bence en çok onun diline yakışıyor. Onun öykülerinden çok metinlerini, anlatılarını severim. Okumakla bitmez Murathan Mungan. Elimin altında bir kitabı hep bulunur. Ama bir yazar vardır ki beni sürekli yazmaya çağıran, en sevdiğim öykücüdür o. 1982’de Çığlık adlı incecik kitabıyla tanımıştım onu. Ferit Edgü. Onun paylaşımcı ve yazdıran bir yazar olduğuna inanırım. Kısa kısa öyküleri muhteşemdir. Hiçbir kısa öyküsü yoktur ki okuduktan sonra beni masaya oturtup elime kalemi aldırtmasın. Asla ‘onın gibi’ yazmayı denemedim, deneyemedim daha doğrusu. Başka bir tılsımı vardır benim için Ferit Edgü’nün.