25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

KISA HABERLER AYLAK BİLGİ Tahir M. Ceylan tmceylan@superonline.com İnsana psikanaliz uygulasak, egonun derinlerine beş on yılda ancak ulaşırız. İnsan o kadar derin, ego o kadar mukavimdir Ego’nun Doğumu Anne karnındayken egoya ihtiyaç yoktur. Gelişemeyeceği için değil, gelişse de yapacağı bir şey olmadığı için... Ceninin her ihtiyacını yarım metrelik et bir boru karşılamaya yeter. Demek o boru doğumdan sonra da kalsa kimsenin egosu gelişmeyecektir! Nitekim bazı anneler, ileri yaşta da yemek için çocuğun ağzından girip burnundan çıktığı için, egonun sağlıklı gelişimine izin vermezler. Anne, annelikten eksik, kölelikten fazla şeydir o zamanlar. Zaten yapacağını eksik yapanlar, görevini kölelikle tamamlarlar! Nesneyle ilk temas, aynı zamanda ilk ıstıraptır. Gerçeğin kabulü, ondan kurtulma isteğinin de başlangıcıdır. Bebek nesne tanıdıkça ego büyütür. Gerçeklik bilgisi ve ego gelişimi paraleldir. Beden ara bir katmandır, içerdeki açlığı ve dışarıdaki doyuruculuğu hisseden adeta geçirgen, iki taraflı bir zardır. Çocuk büyürken içinde sayısız duygu olur, ama dışarıdan bunların azı farkedilir, aynen on milyar hücremizin her birinde 0,1 voltluk elektrik akımcığının olmasına rağmen, yattığımız yatağı bir elektrik şokuyla yakmamamız gibi. Bebek doğduktan sonra nesne bombardımanı altında kalır. Bu bombardımandan akan bilgi bir algı merkezinde toplanır ve buradan bellek doğar. Ağza alıp yutmak ya da kusup dışarı çıkarmak algının ilk temelidir. Kusarak algılamak, sonraki dönemde böğürerek yaşanacakların kapısını aralar. Ego nesnelere dokunarak, neredeyse onların bir uzantısı gibi gelişir. Nesnelerin herbiri egodan ayrı değildir sanki. Bir bebeğin egosunda, nesneler, dünya ve evren tektir ve dünya onun için ya “ben”dir, ya da “ben”imdir. Gerçekten de dünya aslında bebeklere aittir, hatta yeraltı ekosistemlerinde yüz trilyon tonu bulan bakteri olduğunu ve bütün canlıların %80 ninin mikroorganizmalardan oluştuğunu düşünürsek, dünyanın yalnızca bebeklere değil, tümden “küçükler”e ait olduğunu bile söyleyebiliriz! Dünya hem tehdit edendir, hem de besleyen. Onun bu ikili yapısı, egonun da sonraki dönemdeki kararsızlıklarının da temelidir. Erken dönemde erteleme yoktur, hemen doyum vardır. Ego beklemeyi sonradan öğrenir. Dünyada zaman sanılanın aksine sakin geçer, beklenen şeyler kolay kolay olmaz, o yüzden ego beklemeyi öğrenmelidir. Beklemek planlamayı başlatır. Mesela açlığı bekletmek, avlanmayı planlamayı gerektirir. Yoksa daha avlanmadan, korkudan olduğu yere yığılıp kalan tavşanlar gibi insan zamansız ölüverir. Ego, geciktikçe büyüyen deprem gibi beklemeyi öğrendikçe kuvvetlenir. 1923 Tokyo depreminde, şehir üç milyonken 200 bin kişi ölmüştü. Şimdi şehir 30 milyon ve diplerde enerji 80 yıldır birikiyor, deprem ego gibi kuvvetleniyor! Ego, bazen bir amip, bazen bir sümüklüböcek, zor koşullarda da sap ve keseden ibaret bir bitki olan cıvıkmantar gibidir; her koşulda ayakta kalmayı, ta bebeklikten öğrenir. Başlangıçta nesneler ve duygular ayrışmamıştır, ağladıkları gözlerinden, duydukları kulaklarından uzak değildir onların. O yüzden sevgiyi kaybettiğinde nesnenin, nesneyi kaybettiğinde sevginin biteceğini düşünür çocuklar. Bu nedenle kolay eğitilirler. Sana çikolata alacağım demek, ders çalışma karşılığı sana sevgi satacağım demektir. Sevgi tam bağımlı bir çocuk için mutlak gereksinimdir. Buna karşılık çocuk yürüyüp, çişini tuttukça bağımsızlık kazanır ve giderek sevgiye gereksinimi azalır belki ama, bu seferde nesneye gereksinimi artar. İşte o zaman sevgiyle nesne ayrışır, çünkü sevgi olmadan da nesneye ulaşabildiğini farkeder çocuk. Sevgi aramaktan ötede, başkasının eliyle değil, kendi gücüyle hayatta kalmanın önemli olduğunu farkederek ego olgunlaşmış ve yalnızca kendinin değil, aynı zamanda Tanrı'nın kendine bağladığı insanların da yaşam yolunu bir demiryolu makasçısı gibi ayırmaya hak kazanmıştır. Yerküreyi dibine doğru delip bir tünel açsak, tepeden bırakılan bir taş merkeze yaklaşık kırkelli dakikada varır, insana da psikanaliz uygulasak, egonun derinlerine beş on yılda ancak ulaşırız. İnsan o kadar derin, ego o kadar mukavimdir. Alzheimer sinir hücreleri kanserdeki gibi kalıtımı çoğaltıyor A nlaşıldığı üzere Alzheimer hastalığına yakalanan sinir hücreleri kanser hücrelerine benziyor. Yetişkin sinir hücreleri normalde bölünmemesine rağmen, Alzheimer hastalarının hücreleri genetik malzemeyi ikiye katlıyor. Leipzig Üniversitesi bilim insanlarının saptadıkları gibi Alzheimer hastalarının yaklaşık olarak %20'sinde bu şekilde değişime uğramış sinir hücreleri bulunuyor. Oysa sağlıklı bir beyindeki çift DNA'lı hücre oranı yalnızca %1 kadardır. PaulFlechsig Beyin Araştırmaları Enstitüsü'nden Thomas Arendt, Alzheimer ve tümör hastalıklarının moleküler temeli birbirine benziyor diyor. Ancak tümör hücreleri sınırsız olarak çoğalırken, çift DNA uzun vadede sinir hücrelerini öldürmekte. Yeni buluşun dejeneratif beyin hastalıklarının tedavisi üzerinde etkili olabileceği sanılmakta. Mesela beyin hücrelerinin ölmesini durduran bir gen terapisi geliştirilebilir. Hücrelerin ne zaman ve niçin değiştikleri bilinmiyor. Araştırmacılar bunun yavaş işleyen bir süreç olduğunu tahmin ediyorlar. Dolayısıyla da bu tür değişimlerin erken teşhis edilmesi halinde Alzheimer riskinin ne kadar yüksek olduğu da öğrenilebilecek. Ancak bunun için DNA'nın çoğaldığını gösteren kesin tanı gerekli. “Irak savaşı, demokratikleşmeyi engelledi” Uzmanlara göre Irak savaşı Yakındoğu ve Ortadoğu'daki demokratikleşme sürecini geriye döndürdü. emokratikleşmenin anahtarı olarak görülen savaş, tam tersi bir etki yaptı” diyor Jena Üniversitesi Siyaset ve İslam Bilimleri uzmanı Lars Berger. Böylece Batı'nın söz konusu bölgelerdeki siyasi gelişmeler üzerindeki etkisi de önemli ölçüde zayıflamış oldu. Ayrıca Avrupalılar bu bölgelerdeki reformlar için yeterli baskı yapmıyorlar. Irak'ta adım adım tırmanmakta olan iç savaş yüzünden Amerikalılar Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerden talimat alıyorlar. Bu nedenle de özellikle de iç politika reformlarında bu ülkelere baskı uygulanmıyor diye açıklıyor uzmanlar. Ayrıca Amerika'nın Irak'a verdiği taahhüdün sonucunda da iktidar sahipleri ve dini kadrolaşmanın mesela özgü seçimler ve kadın erkek eşitliğiyle ilgili reformları da tehlikeye düşüreceği söylenmekte. Bu tür çabalar daha sonraları emperyalist Amerikan projesi olarak sunulacak. Bu gelişme özellikle de Mısır'da izlenebilmekte. Uzmanlar, Amerika baskısının daha 2005 yılındaki başkanlık ve parlamento seçimlerinde uygulandığını söylüyorlar. Mısır hükümeti şu sıralar az sayıda reformu yeniden geriye çevirmekle meşgul. Uzmanlar finansal destek yapan Batılı ülkelerin, Yakın ve Ortadoğu ülkelerinde politik reformlar için baskı yapmalarını ve demokratikleşmeyi teşvik etmelerini öneriyorlar. Çünkü demokratikleşme sayesinde Yakındoğu ve Ortadoğu'daki İslamcıların zayıflatılabileceğine inanılmakta. Sivil toplumun güçlendirilmesine, fikir ve basın özgürlüğü gibi temel haklara dayanmayan bir demokratikleşme ise İslamcıların güçlenmesine yol açacaktır. Filistin'de Hamas'ın elde ettiği zafer de bu şekilde açıklanabilir diyor uzmanlar. “D CBT 1067 / 2 31 Ağustos 2007
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle