28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B GÖRÜŞ AHMET TAN İktidarın Sınırı, Siniri MERİÇ VELİDEDEOĞLU Bilindiği gibi “Ulusal Kurtuluş Savaşı”mızın doruk noktasıdır, “30 Ağustos Yengisi”. Atatürk bu sonuca ulaşmayı “Söylev”de şöyle anlatır: İki gün içinde kilometrelerce uzunluğundaki düşman cephelerini düşürdük; düşmanı Aslıhanlar yöresinde çevirdik (...) ana kuvvetlerini tutsak kıldık. Başkomutan General Trokopis de tutsaklar arasındaydı. Bu tutsak ediliş işte bu kadarcık yer alır Söylev’de. Oysa yenilen yalnızca Yunan ordusu, tutsak edilen yalnızca Yunan ordusunun “Başkomutan”ı değildir; aynı zamanda Batı emperyalizminin ordusudur, Batı emperyalizminin başkomutanıdır. Üstelik, Anadolu halkına inanılmaz kertede “kıyıcılık” yapmış olan bir düşman ordusudur bu, Trokopis de bu ordunun düşman “Başkomutan”ı. Böyledir ama, Söylev’de ne orduya ne de başkomutana karşı herhangi bir yergiye, ya da Trokopis ’i küçük düşürecek bir söyleme rastlanmaz. Oysa bu olayın, Söylev’de yer almayan ama tarihe geçen bir yaşanışı vardır. Tutsak “general”lerle birlikte Trokopis, Atatürk’ün çadırına getirildiğinde, Atatürk ayağa kalkarak karşılar onları. Trokopis ’i rahatlatacak bir söyleşiye başlar; savaşta yenilmenin kazanmak kadar doğal olduğunu söyler. Dahası harita üzerinde durumu konuşup tartışırlar. Ardından Atatürk Trokopis’i kutlar; çünkü Yunan hükümeti onu “başkomutan” yapmıştır. Ama Trokopis ’in henüz haberi yoktur. Böyle bir kutlamanın tarihte bir eşi daha yaşanmamıştır sanırım. Bir ara Trokopis, sağ olduğunun ailesine bildirilmesini ister; dileği hemen yerine getirilir. Tarih: “3 Eylül 1922”dir. Bu tarihten 88 yıl sonra, 2010 yılının 22 Şubatı’nda sabaha karşı, Türk ordusunun “kuvvet” komutanlıklarını yapmış “oramiral”leri, “orgeneral”leri adeta evleri basılarak alınıp adliyeye getirilirler. “Tıpkı adi bir suçlu, bir hırsızlık şüphelisi gibi” diyor Can Ataklı... Ülkemizi, devletimizi, varlığımızı koruyacak “ordu”muzu, “teslim” ettiğimiz bu komutanların çağrılarak ifadelerine başvurulması, gerekirse de tutukluluk yoluyla “infaz”a gitmeden yargılanmalarının olanağı olduğunu, hukukçuların belirttiği de hep söylendi, yazıldı. Trokopis yaşasaydı, büyük bir olasılıkla, bize: “Utanın, utanın!” diye haykırırdı. Sanırım 19 Aralık 2009’da da yapardı bu uyarıyı. Anımsanacağı gibi Dz. Yb. Ali Tatar o gün yaşamına son vermişti. Kumandanları olan oramirallere suikast düzenlemekle ve genç teğmenlere, askeri öğrencilere uyuşturucu satışına göz yummakla suçlanmıştı. Kendisi, bu suçlamaların kesinlikle “gerçek” olmadığını, bunların inanılmaz iftiralarla düzenlendiğini, tek “gerçeğin” suçsuzluğu olduğunu sorgulanması sırasında inançla belirtir. Ama bir süre sonra yeniden gözaltına alınmak istenince: “Hukuksuzluk sürecine, hukuk adına saygı gösterilemez!” diyerek, ülkesine dayatılan, topluma yaşatılan süreci, seçkin bir hukukçu gibi değerlendirir. Ardından da: “Ben bu hukuksuzlukla yaşayamam!” dedirten sonuca varır; yaşamına son verir. “Gerçek” böylece Yb. A. Tatar ile birlikte gömülür. Ne ki, 19. yy biterken Fransa’da yaşanan benzer bir adaletsizlik -Yz. Dreyfus Olayı- karşısında dönemin ünlü yazarı Emile Zola: “Gerçeğin gömülmesi boşuna. Gerçek toprağın altında yol alıyor. Bir gün her yandan öç bitkileri olarak fışkıracak” diyecektir ki, Yb. Ali Tatar’ın olayında da öyle olur. Ölümünden 19 gün sonra 07.01.2010’da suçsuz olduğu anlaşılır, aklanır. Ama E. Zola bu kadarla yetinmez. Tüm kurumlarıyla devleti eleştirir ve “Suçluyorum!” diye haykırır. Artık bütün Fransa ayaktadır; hem de günlerce. Yb. A. Tatar ise “söz”ün ötesine geçti. “Eylem”in, ulaşılması için dev bir “yürek” ve yıkılmayacak bir “inanç” isteyen doruğuna çıkarak, karşı koydu ülkedeki bunca “hukuksuz”luğa. Peki “biz” ne yaptık? Yz. Dreyfus’a yapılan adaletsizliği “vicdan”ları sarsılan Fransız halkı ne yaptı? Yine de, “geç kalınmış” değildir sanırım. Üstelik şimdi önümüzde bir örnek de var; Emniyet’te üç gün kalan ünlü bir “pop”çumuza nasıl sahip çıktık... ‘Ben Bu Hukuksuzlukla Yaşayamam!’ Dn. Yb. Ali Tatar m.velidedeoglu@hotmail.com 5 MART 2010 CUMA CUMHURİYET SAYFA 15 İşsizlikte rekor kırıldı. Madalyayı Recep taksın! Teori Ahmet Önen: “Generallerin tutuklanmasıyla PKK saldırılarının durmasını bağdaştırmaya kalkarsan, komplo teorisyeni olarak suçlanırsın!” Herkes Avni Kurtuldu: “Her Türk asker doğar! Demek ki bütün vatandaşlar zamanı geldiğinde gözaltına alınıp tutuklanacak!” Ders Zekai Buluç: “TEKEL emekçileri yalnız kapitalistlere değil ‘kapitalsiz kapitalistler’e de gereken dersi verdi!” YağmurDeniz Tutukluluk süresi dikkate alınarak! VATAN gazetesinin 28 Mart 2009’da haber yaptığı, İşçi Partisi’nin 17 Ekim 2009’da bir basın toplantısıyla tekrar gündeme getirdiği, 18 Ekim 2009’da Haber Türk gazetesinin ele aldığı Başbakan’ın KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la yaptığı telefon konuşmalarını 18 Ekim 2009’da yayımladığı için iki gazeteci tutuklu. Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım ve Ulusal Kanal televizyonu istihbarat şefi Ufuk Akkaya, üç aydır Silivri’deki toplama kampında tutuluyorlar ve haklarında henüz iddianame hazırlanmış değil. Komutanların telefon görüşmelerini, gizli toplantılardaki konuşmalarını yayımlayan yalaka medyanın yalaka mensupları ise “demokrasi havarisi” olarak ortada geziniyor. Bu arada Yıldırım ve Akkaya’nın tutukluluklarının kaldırılması için yaptığı başvuruya İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimi Mehmet Faik Saban’ın verdiği bir karar var ki, 12 Eylül’de bile görülmemiş bir yargısız infaz örneği: “Tutukluluk süreleri dikkate alınarak tutukluluk halinin devamına.” İki gazeteci hakkında iddianame ortada yok, suçun ne olduğu ve ne ceza isteneceği belli değil ama “muhalif” oldukları için yeteri kadar hapis yatmamışlar! Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” BİR devletin silahlı kuvvetlerinin tümüne ordu dendiği gibi, en büyük askeri birliğe de ordu denir. Kolordu, tümen, tugay gibi alt birliklerden oluşan ordunda tank, top, füze, roket ne kadar ağır silah ararsanız bulunur. Ordu kısaca tam teşekküllü silahlı bir örgüttür. Bu girişten sonra... Erzincan’daki 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk, silahlı örgüt kurup hükümete karşı darbe planı yapmakla suçlanıyor. Berk’in emrinde 10 binlerce asker var; tank var, top var, tüfek var. Koskoca bir silahlı örgütün başında komutanlık yapıyor fakat gidip aralarında sivillerin de bulunduğu 16 kişilik bir silahlı örgüt kuruyor! Yardımcısı da Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner! Ve bu örgütü kuranlar o kadar rahat, o kadar açık temaslarda bulunuyor ki geride 12 tanık bırakıyor! Basına sızdırılan iddianameye göre, suçlamalar tanık ifadelerine dayanıyor. Tanıklar, “gizli tanık” olmuş anlatıyor: “Astsubay, beni Van’a gönderdi ve 17 silahı, tuzlu peynirlerin içinde getirmemi istedi.” Van’ın otlu peyniri meşhurdur; silahları niye tuzlu peynirlerin içinde getirmişler sormak lazım fakat silahların getirilip getirilmediği belli değil. Tuzlu peynir torbasının içine sığacağına göre silahlar tabanca olmalı. 16 kişilik örgüte 16 tabanca; demek ki bir tabancayı yedek ayırmışlar. Burada aslında “devlet malı”na duyulan saygı ortaya çıkıyor. Çünkü en az 17 bin tabancanın bulunabileceği 3. Ordu cephaneliğinin anahtarı Orgeneral Saldıray Berk’te, istese oradan alırlar ama Van’dan hem de tuzlu peynirlerin içinde silah getiriyorlar! Siyasiler gibi “devletin malı deniz yemeyen domuz” demiyorlar! Yine basına sızdırılan iddianamedeki “kanıt”lardan biri: “Başbakan ve eşinin lüks alışveriş merkezlerinde mağaza kapattıracak derecede lüks düşkünü olduklarına ilişkin değerlendirmelerin yapıldığı sunum!” Darbenin gerekçesi belli oldu: Başbakan ve karısı çok şık giyiniyor! Türkiye’de yaşayıp da bu durumu bilmeyen mi var, görmeyen mi var; karı koca iki dirhem bir çekirdek geziyorlar diye darbe mi yapılır? Ama akıl bir kere tutulmaya görsün. Akıl tutulması bir yana, tuzlu peynir torbasının içinde Van Gölü’ne atılmış. Van Gölü canavarı da yemiş, bitirmiş! Tuzlu peynir SESSİZ SEDASIZ (!) KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK behicak@yahoo.com.tr ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ k_urgenc@yahoo.com HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN hetiyatrosu@mynet.com HAYVANLAR İSMAİL GÜLGEÇ BULMACA SEDAT YAŞAYAN SOLDAN SAĞA: 1/ İsa’nõn on iki ha- varisinden ve dört büyük İncil yaza- rõndan biri. 2/ Her- hangi bir gelişme- nin birbirini izle- yen bölümlerinden her biri... Yapma, etme. 3/ Halõ, kilim ya da bez dokuma tezgâhõ... Lokman- ruhu. 4/ Öbür dün- yada verilecek olan ceza... Suudi Arabistan’õn plaka imi. 5/ Kuran’õ ku- ralõna göre güzel sesle ve müzikle okuma. 6/ Bey- gir... “Çilbalığı” da de- nilen bir balõk. 7/ Kimi hastalõklarda yüzde, el- lerde ve ayaklarda görülen şişlik... Baş. 8/ Bir etkin- liğin geçici olarak dur- durulduğu süre... Soyun- dan gelinen kimse. 9/ Göçebe ya da yolcularõn konakla- dõklarõ yer. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ İsa’yõ ele vermesiyle tanõnan, on iki havariden biri... İs- kambilde bir kâğõt. 2/ Bir ilimiz... Evde ya da odada say- gõdeğer kişilerin oturduğu baş köşe. 3/ Esnafõn kendile- rine yeni müşteri getiren kimselere ödedikleri komisyon... Güneydoğu Anadolu’da, daha çok kadõnlarõn çeşitli yer- lerine yaptõrdõklarõ bir tür dövme. 4/ Bir parçanõn sevimli ve ruhu okşayõcõ biçimde çalõnacağõnõ anlatan müzik te- rimi. 5/ Sodyum elementinin simgesi... Bezginlik ve sõz- lanma anlatan bir ünlem. 6/ Bir yarõşõn belirli uzaklõğõ kap- sayan bölümlerinden her biri... Uzaklõk işareti. 7/ İlişkin, değgin... Sevgiliye kavuşma. 8/ Götürü, toptan iş. 9/ Kap- tanõn ya da tayfalarõn, gemi sahibine ya da sigorta ortak- lõğõna bilerek verdikleri zarar. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 A R P A C I K B R E İ S R U M İ P İ A V A R I Z A S A L A K S C V A N S I R I R A K K Ü R E K U R S Ü T Ş M I S I R O M B İ Z R E Ş M E 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Ünlü ekonomist Milton Friedman, sanki bu iktidar için söylemiş: “Bir hükümet, bazen bir sorunu çözmeye kalkınca, o sorun daha da büyük bir sorun haline gelir!” Konumuz türban, imam hatipler veya YÖK değil. Konumuz, “İyi hükümet etmek!” Bu kavramın da “Demokrasi” gibi Türkçesi yok. İngilizcede bu deyimin karşılığı “Good Governance.” Türkçeye “iyi yönetişim” diye de çevriliyor. Kavramı ilk kullanan ve uluslararası belgelere sokan, ünlü Dünya Bankası... Dünya Bankası, piyasa için kredi proje falan üretmekle yetinmiyor, kavram da sürüyor... “Sürdürebilirlik” (Sustainability) kavramı da Dünya Bankası üretimidir. Başbakan’ın konuşmaktan okumaya zamanı ve fırsatı yok. Danışmanlarının da yok. Onlar da Tayyip Bey’in önündeki camlara kopyalık konuşma yazmaktan devletin belgelerini okumaya belli ki vakit bulamıyorlar. Devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti olarak birçok uluslararası belgeye “iyi yönetişim” sergileyeceğimiz konusunda taahhütlerimiz var. Hem de TBMM’nin imzasıyla... “İyi yönetişim” gündelik Türkçeye fazla uymadığı için bu deyim yerine “iyi hükümet etme”yi kullanabiliriz. “İyi hükümet etmek” aslında yalnız halk için değil, Başbakan’ın kendisi için de önemli ve hayırlı bir iş. Bütün mesele “iyi”nin ve “hükümetin” ne olduğunda düğümleniyor... Başbakan’ı etkileyecek bir tanım belki şu olabilir: “İyi hükümet etmek” demek, halkın, sürekli hayır duasını alacak biçimde hükümet etmektir!” (Alınan duaların hayrı bir başka yazının konusudur. 4 yıl önce Alman Başbakan’ına “geçinemiyorum!” diye dert yanan Tayyip Bey’in, 4 gün önce 3 küsur milyon TL’lik servete sahip olduğunu açıklaması hayırlara vesile olur inşallah.) “Sürekli dua”yı hak etmek için “etkin olmak” ve bu etkinliği de iyi ve iyiliğe yöneltmek gerek. Ancak “etkinliğin” sınırları da önemli. Efsanevi Amerikan başkanlarından Henry Truman’ın teşhisi şudur: “Bir hükümet etkin olmanın sınırlarını zorlarsa, o zaman (!) diktatörlük baş gösterir” (Quatations, Penguin Dictionary, London 1986, s: 115) Siz isterseniz, uluslararası dengelerin bu aşamasında, “Türkiye’de diktatörlük olmaz!” diyebilirsiniz. Avrupa Birliği buna kesin olarak izin vermez diye kendinizi avutabilirsiniz. Doğru, Tayyip Bey, belki “diktatör” olamaz ama pekâlâ “diktatörce” davranabilir. Nitekim 8 yıldan beri de davranıyor. Sadece Tayyip Bey değil, her ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı diktatörce davranabilir. Anayasa mahkemelerinin Batı demokrasilerinde devletin en temel kurumu olması bundandır. Belki şaşıracaksınız. Ama, bizzat bizim Başbakan’ın kendi partisi bile, iktidarı sınırlamaktan ve “sınırlı iktidarlardan yana” olduğunu vaat etmiş ve bunu belgeye bile bağlamıştır. “Muhafazakâr Demokrasi” adlı AKP Bildirgesi’nin Siyaset Tarzı başlıklı bölümüne bakar mısınız? - “Siyasal otorite, toplumdaki otorite türlerinden sadece birisidir. Ve etkinlik alanı, toplumdaki otorite türlerinin etki alanının sınırına gelince durmalıdır!” (Sayfa: 28) Başbakan ve partisi 8 yıldan beri TBMM’de gelip gelip etki alanının sınırına dayanıyor. Dayanmak ne kelime, o sınırı çiğneyip geçiyor. Bunun üzerine de Anayasa Mahkemesi ve Danıştay Başbakan’ı da partisini de geri püskürtüp duruyor. Ama huylu huyundan vazgeçmiyor. Vazgeçecek gibi de değil. Geri püskürtmeyi artık “halkın yapması ve sandıkta yapması” şart.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle