17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
M Y BC MYBC 17 EK M 2010 / SAYI 12824 “Sen onu hastalanmadan önce görecektin.” Gözler eskiye, gençlerin kilometrelerce ötedeki stanbul’a gidip, kot taşlamada çalışıp, ölümcül hastalığa yakalanmadan önceki zamanlara dalıyor. Eski günler... Yokluk ve yoksunluğa rağmen ölümü beklemenin tedirginliğinin ve sızısının olmadığı günler! Çocukların erkenden babasız kalmadığı, 20’sinde gençlerin silikozis hastalığından ölmediği günler… O günler çok uzak Taşlıçay köylüleri için. Bingöl Karlıova’ya bağlı 300 haneli, üç bin nüfuslu bu köydeki her evde 30’unu devirmemiş bir genç ölümü bekliyor. “Umut yok, artık bizim için hiç umut yok.” Böyle başlıyor konuşmaya Ercan Akyürek. 29 yaşındaki birine yakışmayan bir umutsuzlukla. Ölümcül bir hastalık silikozis. Nefes darlığı, göğüs ağrısı, öksürük, halsizlik, kan öksürme gibi belirtilere sahip. Taşlıçay köyündeki 100 kişinin iş göremez raporu var. Bir o kadarı rapor almayı gerekli görmemiş. Ne bir devlet güvencesine sahipler, ne maaşa. şverenlere göz yumarak onları adım adım ölüme yürüten devlet kaderlerine terk etmş. Yine de geçen hafta, sigortasız çalıştırılan bir kot işçisinin sosyal güvenceden yararlanma hakkı kazanması umutları canlandırdı. Yılmaz Dımbır’ın davası emsal teşkil edecek. Tabii çok geç kalınmazsa... Şimdi onlara kulak verelim. Söz önce Akyürek ailesinde... Altı çocuk doğurdu Fevziye Akyürek; üç kız, üç de erkek. Erkeklerin en büyüğü Ercan’dı. Bir yıl sonra da Erhan doğdu. Haliyle önce Ercan başladı okula, sonra da Erhan. Her çocuk gibi hayalleri vardı. Ercan öğretmen olup, köye yardım Abdullah Yıldırak, 13 yaşında. Yedinci sınıfa gidiyor. nsanların genç öldüğü bir köyde hayal kurması zor, ama büyüyünce öğretmen olmayı, çocuklara başka yaşamların yolunu açmayı düşlüyor... Silikozis ne, diye soruyorum. “Hastalık” diyor, “öldürüyor. nsanlar stanbul’a gitti, tozdan hasta olup geldi. Şimdi ölüyorlar. Abim de öldü.” Doğum yılı: 01.07.1984 Ölüm yılı: 02.28.2009 Abisi Ruhat’ın mezarındaki yazı yaşananı öyle iyi anlatıyor ki... Çocuk sesine düşen hüzünle konuşuyor Abdullah: “Abim hep yatıyordu. Su içmek için bile kalkamıyordu. Ben götürüyordum. Evlenmemişti bile. Yaşlı dedem öldü, üç ay sonra da abim. Bu köyde hep birileri ölür”. G Benim adım Necdet Demir. 20 yaşındayım. Altı kardeşiz, abim askere gidince eve bakmak bana kaldı. 12 yaşında stanbul’a gittim. Kot taşlama ilk ve son işim oldu. 910 kişilik bir atölyeydi, orada yaşıyorduk. Vardiyalı çalışılıyordu. Ben gececiydim. Günde 12 saat çalışıyorduk. Bir yemek için mola verirdik, bir de sigara içmek. Üç yıl çalıştım. Silikozis diye bir hastalık olduğunu öğrenince işi bıraktık, köye döndük. Erzurum’a gittim hastaneye, orada anlaşıldı hastalığım. Çalışamaz raporu verdiler. Bir daha da hiçbir işte çalışamadım. Babam ve erkek kardeşim bakıyor bize. stanbul’da hurdacılık yapıyorlar. Babam 44 yaşında, o da silikozis, ama dayanıyor işte, dayanabileceği yere kadar... Sırf Demir soyadından 30 hasta var. Daha doktora gitmeyenler de var, biz iyiyiz diyorlardı, ancak yavaş yavaş rahatsızlanmaya başladılar. Derya ile üç senedir evliyiz. Çocuğumuz yok, henüz. Nasıl yapayım babasız kalacağını bile bile... Her geçen gün nefes almak benim için daha da zorlaşıyor. 47 kiloya düştüm. Ne çalıştığımız yerden, ne devletten destek gördük. Yeşil kartımız var, o kadar. Dava açtık. Ancak kimimiz öldü, hâlâ bir sonuç çıkmadı. Devletten ne mi yapmasını istiyorum? Bu hastalığa yakalanmamızı önlemediler madem, en azından eşlerimize, çocuklarımıza ne olacak diye düşüne düşüne gözümüz arkada ölmeyelim, maaş bağlasınlar. Keşke sağlığım yerinde olsa da bunu istemeseydim. Atölyeye polis, müfettiş kontrole geliyordu bazen, şu kotu bana ayırın deyip gidiyordu. Göz göre göre bizi öldürdüler, öldürüyorlar. Evdeyim iki yıldır, dışarı çıkacak kadar nefesim yok. Televizyon izleyerek geçiyor zaman. Yapabilecek hiçbir şeyim yok ki... Olur da kendimi iyi hissedersem balkona kadar yürüyüp orada oturuyorum. Tabii o da hava iyiyse. Soğukta daha zorlaşıyor nefes almak. Doktor sıcak yerlere gidin diyor, nereye, nasıl gidelim? Gelecekten hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir planım yok, benim geleceğim yok ki! Nefes aldığım her dakika ölüme götürüyor beni. Her gün ilerliyor hastalık. Üç yastıkla nefes alabiliyorum. Gece uyuyamıyorum. Ben öksürdükçe eşim, annem tedirgin oluyor. 10 günde bir hastaneye gidiyorum. Nefesim kesiliyor, öldüm sanarak birkaç saat yol tepip Bingöl ya da Erzurum’a varıyorum. Biliyorum bizim için çare yok... G Sekiz erkek çocuğun ortancası Faysal Demir. 29’unda. Evli. Üç çocuk babası. Bütün kardeşleri gibi o da kot taşlama işinde çalışmış birkaç yıl. Ondan daha ağır olan kardeşleri de var, daha iyice olanlar da. Annebabası büyüttükleri sekiz çocuğun da gözleri önünde erimesini izliyor şimdi. Faysal’ın karısı Zaide’nin ne kazanılan dava umurunda, ne de bağlanacak maaş. “Umudumuz yok” diyor dalmış gözleriyle, “Dava kazanılsa en fazla haklarını verecekler. Eşim hasta, tedavisi olmayan bir hastalık bu. Ölürse… Öldüğünde bana kimse eşimi geri getiremeyecek…” Nasıl umudu olsun, yandaki evde, az biraz ötelerindekinde her ay ölümler yaşanıyor. Üç yıllık eşi silikozisten ölen ablasının kızı biz konuştukça sıkı sıkı sarılıyor iki yaşındaki oğluna. Bir gözü onda anlatıyor Zaide, “Hiç evlenmemiş, 1920 yaşlarında iki kişi bu hastalıktan öldü. 45 kişi de ağır, yatakta”. 10 yıl önce, 19'unda rüyaların şehri stanbul'a gidip de kot taşlama işi bulduğunda ne hayaller kuruyordu Faysal ve Zaide. Önce Faysal gitti. 45 ay çalışıp, biriktirdikleriyle döndü. Fena para yapmadı, ne de olsa bir sigara masrafı vardı, bir de yemek. Zaten çalıştığı yerde yatıyordu. Haftanın yedi günü çalışıyor, izin yapsa da atölyeden çıkmıyordu. Sonra Zaide de geldi, ev tuttular. Faysal’ın izin yaptığı nadir Pazar günlerinde bir iki gezdiler bile. Bir yıl sonra silikozis diye bir hastalık olduğunu öğrendiklerinde yakalandığına ihtimal vermedi Faysal. Arkadaşlarıyla hastaneye gittiğinde çalışamaz raporu verildi. “Sağlıklı beslenmeli, iyi bakılmalı, kendini yormamalıydı!” Hemen köye dönüldü. Yine ara ara stanbul’a gidip hurdacılık yaptı Faysal. Başka işe hasta olduğu için alınmıyordu. Söylemese de öksürüğü, nefes tıkanıklığı ele veriyordu. Zamanla hurdacılık da yapamaz oldu. 60 kilodan 43’e düştü. Üç senedir evde. Olur da biraz iyi hisseder, adım atacak hali olursa köy meydanına gidip, öksürük nöbetleri arasında sohbetler ediyor çoğu kendi gibi silikozis hastası arkadaşlarıyla. 15 günde bir doktora gidiyor. Şimdi tek bir hayali var Zaide’nin, “Eşimin iyileşmesi” diyor alçak sesle, “Hastalıktan dolayı hayal kuramıyorsun ki, ölümün üzerine hayal kurulmuyor”. G Bize kimse çare olamaz NECDET DEM R Ölümün üzerine hayal kurulmuyor FAYSAL DEM R Köyde hep birileri ölüyor ABDULLAH YILDIRAK edecekti. Erhan’sa daha karar vermemişti. lkokulu bitirince Bingöl’e ortaokula gidip gelmeyi denedi Ercan, ama masrafı çoktu. Okulu bıraktı, sahip oldukları birkaç koyunu otlatmaya başladı. Bir yıl sonra Erhan da ona katıldı. Koruculuk sistemi hayvancılığı öldürünce çocuklar stanbul'a yollandı. Tekstilde, inşaatta çalışıp eve para yolluyorlardı. Her şey köyden birinin kot taşlama atölyesinde iş bulmasıyla başladı. Hemen akrabalara haber salındı: “ ş var, gelin!” Maaşı iyiydi, daha da önemlisi yatacak yer veriyorlardı. Bazen toplu halde, bazen tek tek kot taşlama atölyelerinde çalışmaya gitti gençler. Ercan ve Erhan da 2000’de sevinerek işe girdiler. Hem filmlerdeki stanbul’u görecek, hem de evde bekleyen sekiz boğaza bakabileceklerdi. Mahmutbey’deki atölyede, toz bulutunun içinde yerlerini aldılar. Erhan 18’indeydi, Ercan 19’unda. Sekiz kişinin çalıştığı atölyede nefes almak zordu. Basınç makineleriyle kotlara tuttukları kumu solumaktan ne kalitesiz maskeler koruyabildi, ne de küçücük hava fanı. Bir de tozun biriktiği “kör oda”lar vardı ki, ilk ölen işçiler 50 milyona orayı temizleyenler oldu. Kontrole gelen müfettişlerin ellerine tutuşturulan parayı alıp hızla gitmelerine bir anlam veremedikleri bu günlerde 12 saat nefes nefese, kotları beyazlatmaya devam ettiler. Ta ki Erhan askere gidene kadar… Hasta olduğu ortaya çıktı, önce verem sanıldı, sonra silikozis olduğu anlaşıldı. Çok geçmeden bütün köy öğrendi silikozisi. Çocuklara haber salındı, kimi hastaneye gitti, kimi iyi olduğunu düşünüp gitmedi. Gidenler de ellerine bir rapor tutuşturulup, “ yi beslenin, yorulmayın” diye tembihlendi. Erhan kısa sürede yatağa düştü. Ercan'sa hasta olduğunu bile bile, çalıştığı her günün onu ölüme yaklaştırdığını göre göre, nefesi iyice kesilip, yataktan çıkamaz hale gelene kadar çalıştı. stanbul’da hurdacılık yaptı. Başka şansı yoktu. Erhan 2004’te öldüğünde 22 yaşındaydı. Adı geçtikçe hâlâ yüreği sızlıyor annesi Fevziye’nin. Aylarca Erhan’ın eriyişini izlediği yatakta şimdi Ercan yatıyor. Bir yıldır yataktan çıkamıyor. 23 günde bir hastaneye gidiyor. Karlıova’ya zar zor yetiştiğinde hastanede oksijenin bittiği de oluyor, doktorların “Hastalığın çaresi yok. Biz ne yapalım” diye azarladıkları da. Bir yıldır oksijen makinesi verilmesi için bekliyor. “Devletten ümidi kestik” diyor hiçbir duyguyu ele vermeyen bir sesle, “Şimdilik Allah’tan kesmedik. Babam bitkisel ilaç almaya gitti. Ne yapsın çocuğuyum, ümit ediyor hâlâ”. Bunu söylerken bakışı iki aylık kızı Rumesa’ya takılıyor. Şimdi onlara babası ve 16 yaşındaki erkek kardeşi bakıyor. Ama o ve babası ölüp, erkek kardeşi evlenince ne olacak? “Sahip çıksınlar bize” diyor ilk defa bir duyguyu, öfkesini ele veriyor sesi, “Devlet öleceğimizi bile bile çalışmamıza izin verdi. Bizim atölyeden altı kişi öldü. Üçü bu köydendi. Kaç defa müfettişin rüşvetini alıp gittiğini gördük. 12 yaşında işçi bile vardı. Hepsine göz yumdular. Suçun büyüğü devletin. Yurtdışında bu işi makineler yapıyormuş, burada biz... Bizim geleceğimiz yok, en azından kızım için gelecek istiyorum. Geçinebilsinler, yeter. Çok mu şey istiyorum?” Öksürüğü boğuyor sorusunu. Gözünü yumup, derin derin nefes alıyor... Çok mu şey istiyor Ercan? Evden dışarı atıyoruz kendimizi. Birkaç adım sonra biri durdurup, niye geldiğimizi soruyor. Çatılıyor kaşları: “Yaramızı açıp, bakıyorsunuz. Bak ama, çare bulabiliyorsan bak”. Susuyoruz. Sağımız solumuz ölüm. stanbul’a dönmek için sabırsızlanıyoruz. Erzurum’a giden minibüse biniyoruz, aynı soru: “Niye geldiniz?” Anlatıyoruz. “Öldüler” diyor şoför, sesi kesik kesik, “çok öldüler, hep genç öldüler. Hep de benim stanbul’a götürdüğüm çocuklardı ölenler”. Biz dönüyoruz, Taşlıçay köyünde gençler ölüyor, çok ölüyor. Tek istekleri, çocukları geçinebilsin diye, emekli olma hakkını almak. En azından gözleri arkada kalmadan ölme şansı tanıyın onlara. G Her nefesle ölüm soluyoruz Röportaj: ESRA AÇIKGÖZ Fotoğraflar: ERHAN ARIK ERCANAKYÜREK Ercan, annesi ve iki aylık kızıyla.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle