24 Nisan 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 8 HAZİRAN 1990 Mektebe Başlanıa ve Fergap MELİH CEVDET ANDAY Bugünkü yazıma Milli Eğitimimizin unutulmaz adı rahmetli Hasan Âü Yücel'in tletişim Yayınlan arasında yeni basılan "Geçtiğim Günlerden" adh kitabın iki bölümünü alacağım: "Mektebe Başlama Babam bir perşembe günü beni aldı. Yolgecen mektebine götürdü. Yaşım: 4. Tarih, XX. asnn ilk yüı. Doğumumdan dört sene, dört ay geçmiş. Ço- cuklar için bu yaşta okumaya başlamak sünnet-i seniyye imiş. Kıyafetim: Nefti kadife ceket, kısa pantolon. Başımda kırmızı fes. Kadife ceketin be- yaz yakası altına geçmiş beyaz ipek kordonun ucun- da bir dudük. Bu da sol yana cebime sokulu. Sağ omuzumdan sol böğre doğru asılmış yeşil kadife üstüne sarı sırma işlemeli bir cüz kesesi. (O zaman çanta âdedi daha çıkmamıştı.) Yolgeçen mektebi: Beyazıt'tan aşağı inerken solda iki kanadı iki ya- na açık bir kapı; kapının iç tarafında bir koca ka- zan. Bunda koyun başlan kaynar. Suyu çorba, baş- lar et yemeğı olarak satılırdı. Yaya kaldınmın bu kısmı çorba içenlerle dolar, boşalırdı; hele sabah- ları çöreotlu taze ekmekle bu kaynayan başın bir- birine kanşan kokuları öyle iştah verici bir hava yapardı ki, hiç aç olmadığım halde bir iki defa an- neannemle Beyazıt'tan gelirken dayanamayıp bu çorbadan içmiştim. Kâsesi 20 para, ekmek de 5 pa- raydı. Kapıdan girince Yolgeçen camisinin, şekilleri bir- birine uymayan taşlardan kaldınnüı avlusu. Sol- da bir tahta merdiven. Yukarı çıkınca camlı bir ka- pı. Gürültüsûz bir çocuk kaJabaJığı. Hepsi yere oturmuş. önlerinde küçük sıralar. Bu büyük oda- nın tramvay caddesine çıkınülı bir cumba içerisin- de üç gün önce gördüğüm hoca tsmail Efendi otu- ruyordu. Babamı görünce olduğu yerde ayağa kalk- tı. Onun bu hareketini görünce bütün çocuklar aya- ga kalktılar. Babam önde, ben arkada hocaya doğ- ru yöneldik. Selâmdan sonra tsmail Efendi, baba- mı sedire buyur etti, bana karşısında mindere otur- mamı söyledi. Büyük rahlenin önündeki mindere oturdurn. — Çıkar bakalım Âli Efendi cüzünü! dedi. Elifba cüzüm, yaidızlı ve pek sevimli bir kitap- tı. Aiındığı günden ona gönül bağJamıştım. Evde- kilere içdndeki şekillerin ne olduğunu soruyordum. Fakat hiçbiri, sanki ağız birliği etmişler, bana bir şey söylemiyorlardı. Söylemiyorlardı, çünkü ağzı hayırlı bir hocadan besmele demeden okumaya baş- lamak yövümlü değilmiş... Hoca tsmail Efendi_"Eûzü"yü çekip başladı: O — Haydi oğlum Âli Efendi, benimle beraber söyle: Bismillahirrr... Ben — Bismillahir. O — Rahmanirr... Ben — Rahmanir. O — Rahiimm!.. Ben — Rahim. Bundan sonra, uzun yıllar ne demek olduğunu öğrenemediğim "Rabbi yessir. Ve lâtuassir - Rab- bi temmim -Bil hayır"ı da onun gibi tekrarladıra. tsmail Efendi. — Çıkar hilâlini! dedi. Anneannemin hediye aldığı gümüş hilâli çıkar- dım. Bu, diş kanştıracak âlete benzemiyordu. Ho- carun elinde ufarak bir değnek vardı, bende de gü- müş hilâl. Artık alfabeye başlamıştı. Hoca, harf- leri değneğin sivri ucuyla gösteriyordu, ben de elim- deki hilâl ile onu takip ediyordum. Üç kere "elif- ten "lâmelif ye"ye kadar okuttu. Anlamadığım ke- limelerle (ilim, âlim, âmil gibi) dua gibi bir şeyler söyledi. Babam ayağa kalktı, "Evlât sizindir, efendi hazretleri!.." dedi ve benim yüzüme bile bakma- dan yürttyüp gitti. Tanımadığım bu kalabalık içerisinde, yapayal- nız kalmıştım. Okumaya başlama töreni sırasında çok ciddi duran hocamın Yeşiltulumba kahvesin- de gördüğüm gûleç yüzü yeniden canlandı. Beni ye- rimden kaldırdı, bizimkilerin evvelden gönderdiği güzel minderin üstüne oturttu. önttmde de küçük bir rahle vardı. — Haydi bakalım, bugünkü dersine çahş!.. de- di ve dershaneden dışarı çıktı. Yaldız çerçeveli kareler içine basümış harflere bönbön bakıyorum. "Elir1 , "be"yi ve en sonda- ki "ye"yi unutmamıştım. Fakat geri küsurunun ad- lan hiç hatırımda kalmamıştı. Bunlan nasıl ögre- neceğimi düşünüp ne güç bir işe başladığımı sıkın- tı ile kafamdan geçirirken smıfta bir kığjştı oldu. Camlı kapı ardına kadar açümış, tepsilerle lokma geliyordu: Kapı yanında oturan genç, şaşı gözlü moUa (bu, kalfarruz hafız Recep'ti), çocuklan onar onar tepsilerin başına oturttu. Beni de kendi otur- duğu tepsiye aldı. Çocuklar elleriyle lokmalan öy- le kapışıyorlardı ki, bir kere bile bu tepeleme kon- muş, altın sarısı saray lokmasına elimi uzatmaya cesaret edemedim. Bizim kalfa da dahil, hiç kimse başkasına dikkat edecek halde değildi. Şaştım kal- dım, kısa bir zaman içinde tepsilerde lokmadan eser kalmamıştı. Eller, ağızlar, üstler başlar vıcık vıcık tatlı içerisinde idi. Hafız Recep, odaya gürültüyü bastınr, sıtma gör- memiş bir sesle bağırdı: — Dizilin buraya!.. Küçüklerde en küçük bir çıt yokru. Kalfa, cebinden bir kırmızı kese çıkardı, baş- tan başladı, çocuklara para veriyordu. Yanımda- kine sıra geldiği vakit baktım, çil bir ikilik. Beni atladı, alt tarafundakine verdi ve devam etti. Bu da bitince kısa bir dua etti. Bunda babamın ve öl- müşlerimizin adı geçiyordu. Her lâf sonunda ço- cuklar "Amin" diye bağırıyorlardı. Mektebe baş- larken bu Amin töreni yolda bütün çocuklar tabur halinde yürüyerek ve en önde yeni talebenin rahle- si ve minderi kalfa tarafından taşınarak yapılırdı. Babam, böyle gösterişli şeyleri sevmediği için bi- zimki mektep içinde yapılmıştı. Hafız Recep, "Haydi bugün yarım âzad, dağı- hn çocuklar!" diye bağırınca bu sessiz yumurcak- lar toplulugu, fırtınaya tutulan ağaçlar gibi birbiri üstüne yığılarak kapıdan çıkıyor; merdivenlerdeki ayak gürültüsü, gök gürlemesi gibi dershaneyi in- letiyordu. Ben ne yapacaktun? Hafız Recep, "Cüz keseni al, biz seninle bera- ber eve gideceğiz." dediği zaman yüreğime su ser- pilmişti. Eve gelip kapıdan içeri girince bütün hâ- ne halkım taşlıkta birikmiş buldum. Annem, an- neannem, dadılar, uşaklar, hizmetçiler bana sarı- lıp sarıhp öpüyorlar, "aman maşallah, nasıl da misk gibi mektep kokuyor" diyorlardı. Fergap, Fesimi Kap... Kış aylan hep elifbe cüzünün içinde geçmişti. Arap harfleri toptan "sessiz harr' muamelesi gö- rüyorlardı. Hareke denilen küçük işaretlerle bu ses- siz harfler seslendiriliyordu. Okutuluş tarzı şöyley- di: — Elif ustün e, elif esre i, elif ötre ü. Be üstün be, be esre bi, be ötre bü. Te üstün te, te esre ti, te ötre tü. Se üstün se, se esre si, se ötre sü... Sonra "tenvin" dedikleri "iki üstün, iki esre, iki ötre" geliyordu. O zaman harfler şöyle oku- nuyordu: — Ben, in, ün; ben, bin, bün; ten, tin, tün... Daha sonra sessiz olarak öğretilen harflerden dördü, bir de "imlâ harfleri" olarak "elif, vav, he, ye" şeklinde gösteriliyordu. Harflerin gerek hare- ke ile, gerek imlâ harfleri denilen seslilerle birbir- lerine bağlanmaları öğretilirdi. Asıl güçlüklerden biri sağdan yazılan Arap harflerinin başta, ortada ve sonda aldıkları muhtelif biçimlerin hep ayrı ay- n olması idi. Ne heceler, ne kelimeler, bizde en kü- çük bir bağlama yapmağa ve kendi dilimizde kul- landığımız herhangi bir sese benzetip birini bu yolda hatırda tutmağa imkân vermiyordu. Elifbe bittikten sonra "Âmme" cüzünü okumaga başladık. Bu ne zor şeydi. Allahım! Arapca bilsey- dik, yahut Arap çocuğu olsaydık iş, yan yarıya ko- laylaşacaktı. Bu takdirde bütün bir şekil ve işaret olarak okuduğumuz bir kelimenin neye delâlet et- tiğini bilince onun hayaliyle kelimenin görünüşü birbirini çekebilecekler ve kelimenin okunuşu ko- layca hatırlanabilecekti. Fakat bizim için buna im- kân tamamiyle kapalıydı. Bir taraftan öğretme usu- lünün iptidailiği, diğer taraftan ne yaptığjmızı, ne okuduğumuzu hiçbir suretle bilmeyişimiz, küçük yaşta zekâmızı ezmek, şuurumuzu karartmak için kâfı sebeplerdi. O eski günleri ve halleri düşünüyorum da Türk çocuğundaki zekânın bu basınç altında perişan ol- mamak için yaptığı mukavemete hayran olmamak elimden gelmiyor. Normal bir çocuic böyle sakim, verimsiz bir usulle ne kadar kolay aptal olabilirdi. Elifbeyi bitirdikten sonra "Okuma" kitabı olarak doğrudan doğruya Kur'an'ı çocuk eline vermek, ne hesapsız bir hareketti? Çünkü Kur'an, Allah kelâ- mıdır. Arap dil ve edebiyatının en yüksek ve ilâhî şah-eseridir. O dili hiç bilmeyen küçük bir çocuğa bilmediğd o dilin en yüksek ve en güç bir kitabını, ilk "kıraat" olarak vermekte ne dince, ne dünya- ca bir isabet düşünülebilir mi? Bu mantıksız, mânâsız hale o kadar alışılmıştı ki, hiç kimse "gık" demeden uzun asırlar böyle sü- rüp gitmişti. Fakat yirminci asnn ilk çeyregı sonun- da bile Türk milletinin ancak binde biri okuyup ya- zabüiyordu. Arta kalanı cahildi, Arap harfı ve Arap dili ile okuma işi, her yiğidin yiyebileceği yoğurt- lardan değildi. Anadolu çocuklarından medreseye gelenler, sakallan, kırlaşıp kırk, kırk beş yaşma ge- lir de henüz icâzet (diploma) alamazlardı. Arapça metinleri okuyabildikleri halde çoğunun Türkçe okumalan gayet zayıftı. Yazmak, pek azına nasip olan bir maharetti. milletimizin hâlâ en az okuyan topluluklar arasında kalmasının en mühim sebebi, bu tarz öğretimdir. Garph milletler, koydukları gü- zel usullerle iki üç senede, lise derecesine varmış yaşta ve baştaki gençlere bir kelime Arapça bilme- dikleri halde bu dili pek güzel öğretmektedirler. Ne yazık ki, aradan yanm asır gectiği halde bugün memleketimizde din adına bizim uğradığımız güç- lüklere bugunün Türk yavrulan da cayır cayır mah- kûm edilmektedirler. Makûl ohnayan hiçbir şey dinî değildir. Çünkü Müslumanhk aklın muhafazası ve gelişmesi için en şaşmaz esaslan koyan ve isteyen bir dindir. öğretim hususunda akla uymayan bir yolu onun istediğini kirn iddia edebilir? - Vah zavallı Türk çocuğu; senin cahil ellerden kurtulman için elli yıl bile kâfi değilmiş!.. Biz döneüm hikâyemize. Artık ben sûreleri sökmüş, Fergap'a gelmiştim. Mahalle mektepleri, ders yıhnın başı ve sonu ol- mayarak "devr-i dâim" şeklinde sürüp gittiği için her okuyucu, tek olarak ders ahr, ders verirdi, Top- lu sınıf öğretimi yoktu. Elimdeki cüzün son sûre- lerinden biri olan Fergap'a kendi başıma gelmiş- tim. Bana mektep arkadaşlarım söylemişlerdi ama tamamiyle unutmuştum; Fergap'a gelince talebe- nin fesini kaparlarmış ve çocuğun ailesinden bah- şiş aldıktan sonra fesi geri verirlermiş. tsmail Efendinin önunde "Elem meşrahleke" sû- resirü okuyordum. Ben "Ve ilâ Rabbike Fergap" deyince başımdan fesimi biri kaptı. Birdenbire ne olduğunu şaşırdım. Bütün çocuklar da hep bir ağız- dan bir şeyler bağınyorlardı. Büsbütün afallamış- tım. Hocam, ilk defa "Bak okumayı öğrendin, bu- raya kadar geldin. Bundan sonra kolayca istediği- ni okuyacaksın" gibi sözler söyler ve ben de bun- ların mânâsını düşünrneye koyulurken açık, fessiz başıma birden bire bir şey geçirdiler. Şaşkınlığıra büsbütün artmıştı. Beni Recep Kalfa gelip hocamın önünden kal- dırdı. Başıma geçirdikleri koskoca şey, cüz kesesi idi. Fesim de kalfanın elinde idi. Bu halde sokağa çıktık. Utana utana Lânga'daki evimize kadar gel- dik. Bir an önce ben içeri girraek istedim, kalfa bı- rakmadı. Mustafa lalaya "Hammefendi"ye haber vermesini söyledi. Ailemizin büyüğü olan annean- nem aşağıya indi. Başımdan cüz kesesini çıkardı, kalfadan fesimi alıp giydirdi. Kalfanın ihtarı üze- rine elini öptüm, o da beni öptü. Recep Kalfa ka- pının önünden gitmiyordu. Anneannem iğreti döv- şürülmüş bir ipekli mendil uzattı, teşekkür etti ve ancak ondan sonra kapıyı kapadı ve gitti. öğren- dim ki anneannem bu mendilin ucuna yarım Os- manlı alunı bağlamış. Bu gelenek esasında güzel bir şeydi. Fakat sene- ler senesi bunun ne olduğunu anlayamamıştım. Sor- duğum çok olmuştu, fakat kimse de bana anlat- mamıştı. Halbuki yine kendim kendi gayretimle — Kur'an'ın tercümesini okurken— bunun se- bebini bulmuştum. Bu sûre, Hz. Muhammed'e ko- ' laylık üzerine, her halde onun sıkıntılı bir anında inmişti. Okuma gibi güç bir işi başaran çocuğa bu- nu okutarak Allah 'ın ve Peygamberinin yardımı ona hatırlatmak isteniyordu. Ne mânalı bir anla- yış ve anlatış; fakat anlayıp anlatmak şartıyla... Şimdi, size o sûrenin Türkçesini vereyim, okuyun da bakın. ' Açıp ferahlatmadık mı senin bagnru? Arkam çö- kerten yükünü indirmedik mi? Senin adını yükselt- medik mi? Demek zorlukla beraber kolaylık da var- dır. Evet, kolaylık da vardır zorlukla... O halde boş kaldığın vakit yeniden yorulasın. Ancak Allah'ı- na rağbet edesin!'" ARADABIR Prof. Dr. COŞKlffl ÖZDEMİR 27 Mayıs ve DP İktidan...27 Mayıs devriminin üzerinden 30 yıl geçti. Geçmişi doğru ve sağlıktı bir şekilde değeıiencfırmek bugünümüz ve yarınımtz için büyük önem taşıyor. Onu, 12 Mart ve 12 Eylül ile eşdeğerlı as- keri bir darbe olarak yonjmlayan va karalayanların yanı sıra, onun 12 Mart'la Eylül'den ayrılması gerektiğıni ileri sürenler de ağır- lıkta. 27 Mayısçıların temsılcisi sayabıleceğimız yazarların, dü- şünürlerin görüşlerini Cumhuriyet Gazetesi'nin 27 Mayıs ve onu izleyen sayılarında doyurucu biçimde okuduk. Biz burada 27 Mayıs'ta devrilen DP iktidan ile ilgili anılarımı- zın küçük bir kısmını dile getirmeyi, özellikle o günleri yasama- mış olanlar için yararlı buluyoruz. Söz konusu edeceklerimiz biz- ce unutulmaması gereken ders alınması gereken anılar ve olay- - lardır. 14 mayıs, Türk ulusu için bir dönüm noktası idi, bir asama idi. Demokrasinin, halk istencinin zaferi idi 14 mayıs. Oahası, bü- yük bir umuttu. Demokrasıye, özgürlüğe, aydınlığa açılış umu- du... Demokrat Partı için kuşkusuz lehte, aleyhte pek çok şey söylenebilır. Bunlan destekleyecek kanıtlar ileri sürülebılir. DP'yi tutanları, sevenleri, övenleri ve hele hele iktıdardan devrılenle- (Arkası 19.Sayfada) AINMA 26.05.1990 tarihinde kaybettiğimiz YİĞİT KESİM'İ karne günümüzde hasret ve sevgi ile anıyoruz. ÖZEL ORTADOĞU İLKOKULU 4/D SENIFI ÖĞRETMEN VE ARKADAŞLARI DUYURU Kooperatifimizin 13 ve 15 Haziran 1990 günleri yapılacak TİP tespıtı kura çekimi için ortaklarımıza broşûrle birlikte mektup gönderilmıştir. iadeli taahhCrtlû olarak gOnderilen mektupları alamamış olan ortaklarımızın en geç 11 Haziran 1990 Pazartesi günü saat 12.00'ye kadar kooperatıf merkezine başvurmalarını önemle rica ederiz. S.S. GAZETECİLER KONUT YAPI KOOPERATİFİ BAŞKANLIĞI TEŞEKKÜR Biricik oğlumuz OKTftY ULUÇ AYGEVm zamanında teşhisini koyup amelivatını başan ile gerçekleştiren Hacettepe IJniversitesi Çocuk Hastane Topraks-Kalp ve Dunar Cerrahisi'nden Prof. Dr. YÜKSEL BOZER'e, Doç. Dr. AHMET HAriPOĞUTna, ^rd. Doç. Dr. REA DOĞAıVa, Dr. ETHEM YÜCEKAYA'ya ve 33. Bölüm'de görevli hemşire ve diğer görevlilere candan teşekkürü bir borç biliriz. ŞAHVER.NEOOİ AYGEV BABAM NURUIJJVH AIAÇ Meral ToUuoglu Çağdas Yayınlan Türkocağı Cad. 39-41 Cağaloğlu-lstanbuı PENCERE ••• Yüreğinde 'insan sevgisi' yeşermiş bir iranlı okurumdan uzun bir mektup aldım... insan sevgisi ne demek? Ömer Hayyam'm bir dörtlüğünde (rubaısınde) insanlığa dönük tümel sevgi, zamanına göre büyük incelikle dile getırilmiş: Tann gibi gökyüzüne uzanabilseydim Canına okurdum şu feleğin, canına!.. Bir dünya kurardım, gönlümce, yepyenif Ey insan, derdim, ey insan, Dile benden ne dilersen... İranlı okurumun gönlünde insan sevgisi yeşermiş; ama bilgi ve bilinç temelinden yükselmiş bir sevgi bu; dünyanın bütün en- lem ve boylamlarıyla biriikte dört ikliminden gelen 'aydınlık' rüz- gârlarına yabancı değij okurum ve ne yazık ki Türkiye'de yaşa- dtğı beş yıldan sonra iran'a dönmek zorunda... Nasıl bir iran'a? Okurum mektubunda bir öyküyle güncel İran'ı anlatıyor: "Dwrim Muhafızlan ortalıkta kol gezerken bir sarhoşu yakala- mışlar. Adam öyiesine içmiş ki 'hoh' dedi mi alkoiün yalazı çevre- ye yayılıyor; ama kendini bilen bir sarhos ki ne ona sataşıyor, ne buna yan bakıyor; içkinin deminı sürüyor, dünyayı buluOann ûs- tünden seyrediyor muhabbetie... Devrim Muhafızlan sarhoşu yakalayıp önlerine katmışlar: — Yûrü!.. — Nereye?.. — Molla'ya... Sarhoş, Molla'nın huzuruna, daha başka deyişle mahkemeye çıkanlnvş. MoUa Efendi küplere binmis, saptadığı cezayı bikür- miş: — Şehrin meydanında suçluya 60 kırbaç vurulacak... Sarhoşu meydana götürüp yere yıkmışlar, pantolonunu dizlen- ne indirmişler, kıçını kırbaçlamaya başlamışlar; halk, toplanmtş seyrediyor... — Cezanın infazını izleyen Molla Efendi kalabalığa dönmüş: — Ey ahali demiş, ey Müslümanlar!.. Her kim ki bu kâfire bir kırbaç vunır, cennete gidecektir... Çevredekiler sarhoşu kırbaçlamak için kuyruğa girerter. İş bit- tikten sonra sartnş ayağa kalkar, kıçını Molla'ya ve kalabalığa çe- virerek bağınr: — Cennete başka gidecek yok mu? Eğer yoksa pantolonumu giymek isttyorum. iranlı okurum diyor ki: "Anlattığım olay fıkra değil gerçek yaşamımızdır; islam Cum- huriyeO'ndeki düzeni simgeliyor. Ve ben yann 1300 yıl geriye git- mek için zaman tüneline gireceğim; çünkü Türkiye'den aynlıyo- rum, Tahrarfa uçacağım..." Çağdaş dünyayı tanıyan, insan hakları ve temel özgürlüklerin anlamım bilen bir kimse şeriatın egemenleştiği bir düzende ya- şayabılir mi? Arap yanmadasındaki şeyhlik ve krallıklardan bu konuda yük- selen yakınmalar cılızdır; çünkü o toplumlar daha önce bir baş- ka düzen görüp tanımadılar. iran ise daha değişik bir süreç ya- şıyor; kornşumuzda vaktiyle komünist TUDEH Partisi bile örgüt- lenmişti. İranlı aydınların yaşadığı kara dram, tarihte çok rastla- nır türden değildir; Humeyni rejimini eskiden rûyalarında gör- seler inanamazlardı... İkide bir "Türkiye ne iran'dır; ne de Suudi Arabistan'dır" diyo- ruz. Ancak dinsel bağnazlığa devlet eliyle yatırım bu hızla sü- rerse ve eğitimde şeriatçılık temeli yaygınlaşırsa sonumuz iyi go- rünmûyor. Evet, hepimizin bildiği tümceleri kendi kendimizi teseJli eder- cesine yineliyoruz: — Türkiye, Suudi Arabistan değildir... * — Türkiye, İran değildir... Hiç kuşkusuz öytedir; zaten bu iki ülkenin rejimleri de birbi- rinden değişik boyutlar içerir; eğer ülkemizde şeriatçılar iktidan eto geçirirlerse, kurulacak düzen ne Suudi Arabistan, ne de İrarV dakine benzeyecek... "Alla Turca" olacak... ı ,.,.*-h-,t?"'-'• •.,; İranlı okurum diyor ki: — Sizbu mektubu okurken ben zaman tüneline girip 1300 yıl geriye doğru uçmus olacağım... Abartıyor mu?.. Bilmem ki?.. İran'da gökdelen, köprü, otomotiv endüstrisi, ban- ka, çek, bono, ticaret vb. var; ama zaman tünelinin karanlığını oluşturan ne?.. Bizim devlet eliyle milli eğitimde çocuklarımızın kafasına akıtmaya çalıştığımız şeriat sımyası değil mi? CİMİTLER SERAMİK HEYKEL Sürekli sergi ve öğreti İcadiye Cad. 86 Kuzguncuk-İSTANBUL Tel 342 36 32 (iş) 3430252(ev)P.K 5Kuzguncuk Yaz Türlüsü Elmalı Kereviz. Karnıyank Taze Fasulye Pilıç Kızartma. Domates, Biber, Pathcan, Patates Tava. Terbiyeli Enginar Çorbası. Taze Bezelyelt Çorba. Domates Çorbası. Kelal Izgara. Kağıtta Alabalık. Hamsi Buğulama. Yeşil Salata. Mevsim Salata. Garnitürlü Yaz Salatası. Sebzeler çiçek gibi ! Kızartmalar çiçek gibi! Çorbalar çiçek gibi! Bahklar çiçek gibi! Salatalar çiçek gibi! Bugünlerde mutfaklarda her şey 'çiçek'gibi... Paksoy Çiçek açıldı, mutfaklar'çiçek'lendi... Bugünlerde kadınların yüzlerinde süller açıyor! Bugünlerde sağlıklı camda, sağhklı ayçiçek yağı Paksoy Çiçek alınıyor. Bugünlerde güzel, lezzetli, sağlıklı ve hafif yemekler yapmayı, yemeyi özleyenlerin mutfaklarından Paksoy Çiçek eksik olmuyor. PAKSOY T!C\RIT vc SANAYI .VŞ Adana (71) 21 07 63 (5 hal) Bugünlerde plastik şişelerde ayçiçek yağı alıp, cam kavanoza boşaltma derdi yok. Sağlıklı camda, sağlıklı ayçiçek yağı Paksoy Çiçek var. Bugünlerde yemekler, kızartmalar, çorbalar, bahklar, salatalar'çiçek'gibi... Bugünlerde mutfakla aranız nasıl? IMSOY İF» r F rll r* 1 VİÇGK Sağlıklı camda sağlıklı ayçiçek yağı
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle