03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 NİSAN 2008 CUMA söyleşi Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’ndan Başbakan Erdoğan ve hükümete ağır eleştiriler C 11 AKP’nin dinci dikta hevesi SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’yla AKP’nin kapatılması davasını konuşuyoruz. Kanadoğlu, AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini söylüyor. Hükümeti kuvvetler ayrılığı ilkesini yok etmekle de eleştiren Kanadoğlu, AKP’nin kapatılabileceğini açık bir biçimde dile getiriyor. Türkiye’deki rejimi “alaturka demokrasi” olarak niteleyen Kanadoğlu, bir de şu ilginç saptamayı yapıyor: “Ahlaksız demokrasiler kurulabilir, yeşerebilir ama yaşatılamaz.” AKP hükümetinin anayasa değişikliği yapmasıyla AKP’yi kapatma davası engellenebilir mi? KANADOĞLU Engellenmeye çalışılabilir. Ama bu engellemeye çalışma doğrudan hukuk devleti ilkesine, hukukun üstünlüğüne aykırı olur. Ve bir davalı partinin elindeki Meclis çoğunluğuna dayanarak kendisini, eylemlerini ve laiklik karşıtı olduğu iddia edilen bu eylemlerin odağı olup olmadığını tespit edecek olan mahkemenin oluşumunu doğrudan doğruya yeni bir hukuk devleti ilkesine aykırı eylemlerin odağı olduğunu ortaya koyabilir. Ayrı bir kapatma davasının nedeni olabilir. Nasıl ayrı bir kapatma davası? Anayasanın 68. maddesi siyasi partilerin hukuk devletine aykırı eylemlerin odağı olamayacağını da hüküm altına almıştır. Yani, 69. maddenin 6. fıkrasında 68. maddenin 4. fıkrasına yollama yapılarak o eylemlerin odağı olma hali kapatma davasının nedeni olarak gösterilmiştir. 68. maddenin 4. fıkrasında hukuk devleti ilkesine aykırı eylemlerde bulunamayacağı öngörülmüştür. Bir davalının kendisini yargılayacak mahkemenin oluşumunu etkilemesi düşünülemez. Kendisi hakkında uygulanması istenen anayasa ve yasa hükümlerini hiç düşünülemez. Bu, aslında meşruiyet çizgisinin de son hattıdır. Çünkü meşruiyet ancak anayasa ve yasalara uygun hareket etmekle muhafaza edilir. Meşruiyeti sandıkta halktan alırsınız. Meşru bir iktidar olursunuz. Ama bu meşruiyeti, “Ben halktan oy aldım. Sandıktan çıktım. İstediğimi sonuna kadar yaparım” zihniyetiyle devam ettiremezsiniz. Onun için de anayasa ve yasalar içinde kalmak zorundasınız. Anayasa ve yasalar içinde kalmak zorunda olduğunuz halde siz o eylemlerin odağı haline geldiğiniz iddia edilince bunları değiştirmeye kalkarsanız biraz önce söylediğim meşruiyet çizgisinin tam üstünde olursunuz. Buna teşebbüs ettiğiniz ve bunu yapmaya başladığınız anda da o çizgiyi öbür tarafa doğru geçersiniz. Aslında siyasi iktidarı bu yönden uyarmak gerekir. Bu, çok tehlikeli bir yoldur. Peki, bugünkü hükümet bu yola girerse ne olur? Meşruiyetini kaybetmiş her iktidarın başına gelen onun da başına gelir. Zaten tarih geçmiş olaylardan ders almayanların aynı sonucu bir kere daha yaşayacaklarının örnekleriyle doludur. Peki, tarih tekerrür eder mi? Ders alınmadığı takdirde tarih tekerrür eder. Siz bu anayasaya göre iktidar oluyorsunuz. Anayasaya göre siyasi partiler demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Bu doğru. Ama yine aynı anayasa, “Siyasi partiler anayasa ve yasalar hükümleri içinde faaliyet gösterirler” diyor. Anayasa ve yasaların dışına çıkmaya başladığı anda meşruiyetini bu anayasadan alan bir iktidarın meşruiyet çizgisini zorladığını söylemek fevkalade doğru bir tespit olur. ‘SUÇ İŞLEYEN ACISINA KATLANIR’ Bunlar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın yetkilerini azaltarak bir yere varmaya çalışıyorlar. Bunu yapabilirler mi? O bir intikam alma duygusunun gerçekleştirilmesi biçimini taşır. O düşüncenin bir ürünü olur. Ama bir şey hiç unutulmasın. Yetkili bir merci tarafından açılmış bir dava o merciin yetkileri kaldırılsa bile dava olarak devam eder. Onun için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın yetkilerinin azaltılması açılmış olan davaya hiçbir etkide bulunmaz. Beş yıldır bu hükümetin laiklik ilkesi, ulusal birlik ve ulus devleti zedeleyici pek çok söylem ve davranışları oldu. Ancak bu dava şimdi açılıyor. Sizce neden? Siyasi partilerin anayasa içinde kalıp kalmadıklarını incelemek, irdelemek, gereğinde yasak getiren bu eylemlerin tekrarlanarak ya da o yetkili merciler tarafından söylenerek odak haline gelmesini takdir etmek Yargıtay Cumhuriyet Baş savcısı’nın görevidir. Tabii ki bu takdir ancak odak olmanın gerçekleştiği an davaya dönüşür. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu odak olma noktasının gerçekleştiği anı dava açma tarihi olarak tespit etmiştir. Niye daha önce olmadı, niye beklenmedi, niye bu tarihte açıldı, demek sorunu çözmez. Takdir tamamıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na aittir. Varsayalım ki Anayasa Mahkemesi davayı açtı. Sonunda da başta Cumhurbaşkanı olmak üzere 71 AKP’li yasaklı oldu ve AKP de kapatıldı. TBMM’deki durum ne olur? Bir erken seçim olabilir mi? Bir de partileri kapatılan eski AKP’liler yeni parti kurup yerel seçimlere katılabilirler mi? TBMM’nin yüzde 10’u boşalırsa o zaman erken seçim olur. Ama siyasi yasaklı haline gelmesi istenen milletvekillerinin sayısı 55’in altında. Onun için zorunlu bir erken seçim akla gelmez. Ara seçim zorunlu olur. Erken seçim olmaz ama bir siyasi iktidar her zaman Meclis çoğunluğuna dayanarak erken seçim kararı alabilir. Ona engel hiçbir şey yok. Partileri kapatılan milletvekillerinin durumuna gelince… Orada Türk demokrasisinin bir zafiyeti ortaya çıkar. Anayasada bir hüküm var. O da şu: Temelli kapatılan bir siyasi partinin devamı olan siyasi partiler kurulamaz. Bu hüküm ne yazık ki Anayasa Mahkemesi’nin bir kararıyla yaptırımsız olduğu kabul edilerek sadece bir dilek, bir felsefi düşünce olarak anayasanın özünde kaldı. Ben, FP’nin, RP’nin bir devamı olması nedeniyle de kapatılmasını istemiştim. Anayasa Mahkemesi bunu 7’ye 4 oyla reddetti. Bizim id diamız anayasaların bir dilek, bir felsefi, edebi metinler olmadığıydı. Kurulamaz, dendiği zaman kurulursa kapatılır, demiştik. Ama kabul ettiremedik. İşte, Türk demokrasisinin hastalığı dediğim bu. Kapatılan partinin siyaset yasaklısı dışındaki kişileri yeni bir parti kurarlar ve diğer bağımsız kalan milletvekilleri oraya katılırlar. Erken seçim kararı da alıp seçime de girerler. Neden? Çünkü yine anayasaya göre bir siyasi partinin seçime girmesinin koşulları vardır ama TBMM’de grubu varsa ne zaman kurulursa kurulsun, genel kongresini ne zaman yaparsa yapsın seçime girer. Hep varsayımlar üzerine konuşuyoruz. Kapatılırsa yeni kurulacak ya da yedek olsun diye bir süre önce kurulmuş bir siyasi parti meclis grubu oluşturacaktır. Böylece seçime girer. Yerel seçimlere de girer. Aslında söylemek istediğim şu: “Bu kadar çok siyasi parti kuruluyor. Siyasi parti mezarlığına döndük. Bu nasıl bir demokrasi?” diyeceğimize ve yargıyı kınayacağımıza anayasa ve yasalara uygun hareket etmeyen partileri kınamamız lazımdır.Ve böylece kapatılan bir partinin tekrar siyasi hayata dönmesinin nasıl önleneceğini düşünmeliyiz. Biz tam tersini yapıyoruz. Ondan sonra da bundan hayıflanıyoruz. “Nasıl olur da siyasi parti kapatmak bir sonuç vermediği halde hâlâ siyasi parti kapatılmasına gidiyoruz?” diyoruz. Bu çok yanlış bir düşünce. Buna sebebiyet veren partileri kınamak yerine sistemi ve bu kapatma kararını veren ve başta davayı açan olmak üzere yargı organlarını suçlamaya başlıyoruz. Anayasayı okuma özürlüler AKP hükümeti sürekli olarak milli irade vurgulamasıyla yasama ve yürütmeyi yargının önüne koyuyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi içinde yargının yeri yasama ve yürütmenin gerisinde mi? Anayasanın başlangıç bölümünü okuduğunuzda şunu görürsünüz: Kuvvetler ayrılığı herhangi bir üstünlük sıralaması olmayıp sadece devlet organlarının anayasa yetkilerini kullanırken yaptıkları medeni bir iş bölümü ve işbirliğinden ibarettir. Üstünlük anayasa ve yasalardadır. Kuvvetler ayrılığı da zaten budur. Yasama, yürütme ve yargının birbirinden üstünlüğü yoktur. Her biri millet adına yetki kullanır. Diyorlar ki: “Milletten yetkiyi almış olan yasamanın karşısına yargı nasıl çıkar?” Anayasayı açıp 9. maddeyi okuduğunuz zaman yargı organının millet adına yetki kullandığını görürsünüz. Yasama organı nasıl millet adına yetki kullanıyorsa yargı da aynı biçimde millet adına yetki kullanır. Onun için bu üç kuvvetin birbirleri arasında hiçbir üstünlük farkı yoktur. Böyle bir iş bölümü de zaten devlet organları arasında olmalıdır. Bu bir düzendir. Bunu sakatladığınız anda zaten biter. Yasama yürütmeyi denetler. Ama yasamayı da Anayasa Mahkemesi denetler. Yürütmeyi yargı, yani Danıştay denetler. Denetim mekanizmalarını kaldırdığınız zaman ortaya çıkacak rejim demokrasi filan değil, bal gibi çoğunluk diktasıdır. Bir bölüm kesinlikle ortada yok. O da yasamanın yürütmeyi denetlemesi. Yasamanın yürütmeyi denetlemesinin yolları var. Meclis araştırması, gensoru, soru, Meclis soruşturması var. Nasıl denetleyecek? Çoğunluk partisi bu yolları tamamıyla tıkamadı mı? Tıkadı. Şimdi, yasama yürütmeyi denetleyemiyor. Yürütmenin başı, yani Cumhurbaşkanı o siyasi partinin tayin ettiği bir kişi. Yasamayı, kişileri, sıralamalarını, o siyasi partinin lideri tayin ediyor. Yargıyı da yasama ve yürütmenin egemenliği altına aldığınız zaman o rejim zaten demokrasi filan değildir. Ben bunu tam bir dinci dikta olarak tanımlıyorum. Yargının denetim görevini ortadan kaldırdığınız zaman ortaya çıkacak rejim eğer dinci bir karakter taşıyorsa o, dinci bir kişinin diktası haline gelir. ‘AYIPLI DEMOKRASİ’ Yani bizim bu duruma gelmemizin nedeni siyasi partiler mi? Evet. Elbette ki siyasi partiler bireylerin oluşturduğu, belirli biçimdeki düşüncelerinin iktidara geldiği zaman uygulamasını nasıl yapacağını ileri sürerek o iktidar üzerinde iddia sahibi olan tüzel kişiliklerdir. Bu siyasi partilerin anayasa ve yasa hükümleri içinde hareket edeceğini var sayıyorsak ve anayasaya o hükmü koymuşsak o zaman demokrasinin olmazsa olmaz koşullarına bakmamız lazımdır. Bunların başında laiklik ilkesi gelir. Laiklik ilkesi olmadan o rejimin adı demokrasi olmaz. Biz laiklik ilkesini de yanlış anlıyoruz. Demokrasiyi yok etme özgürlüğü yoktur. Bu yoksa mücadeleci demokrasi dediğimiz anlayış kendisini korumak zorundadır. Özgürlüklerden yararlanarak iktidar olacaksınız. Ondan sonra da bu anayasanın dayandığı temelleri kendi ideolojinize göre değiştirmeye çalışacaksınız. Buna izin veren bir demokrasi yok olmaya mahkumdur. Aslında bütün bu parti kapatmalar demokrasinin gereğidir. Yoksa demokrasiye karşı bir eylem değildir. Ama birileri de buna demokrasi ayıbı diyor… Bizim demokrasinin zaten ayıpsız bir yeri yok. Siz, Türkiye olarak yolsuzluk liginde dünyada 66. sıradaysanız ve dokunulmazlıkları sınırlandırmaya, kendiniz aleyhinde bir durum ortaya çıkar diye karşı çıkarsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz genel başkan sultasıyla katılımcılığı bir tarafa bıraktırıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Eğer siz kuvvetler ayrılığını anayasada tarif edildiği ve gerçek, çağdaş demokrasilerde uygulandığı gibi değil de “Sandıktan ben çıktım. Yüzde 46.7 de oy aldım” diye düşünerek davranıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz çoğulculuktan çoğunlukçuluğu anlıyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Siz, “Hukuk devleti ilkeleriyle istediğim gibi oynarım. Ben, beni yargılayacak mahkemeyi kendi düşüncelerime göre seçerim. Bana uygulanması gerekli maddeleri de değiştirir böylece hakkımda açılmış davadan kurtulurum” diye düşünüyorsanız bu demokrasi ayıbıdır. Olay budur. P O R T R E SABİH KANADOĞLU Menemen, 1938 doğumlu. Yükseköğrenimini İÜ Hukuk Fakültesi’nde yaptı. Mesleğe Burhaniye hâkim adayı olarak başladı. Sırasıyla Orhaneli ve Erzurum Cumhuriyet Savcılığı, Bingöl Sulh Hâkimliği, Tokat ve Kırşehir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, İzmir Ceza Hâkimliği ve Bakırköy Ceza Mahkemesi ile Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1984’te Yargıtay üyeliğine seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nca 1994 ve 1998’de iki kez Yargıtay Onbirinci Ceza Dairesi Başkanlığı’na getirildi. 18 Aralık 2000’de 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na seçildi. Bu görevinden 20 Mayıs 2003’te yaş haddinden emekli oldu. Demokrasilerde siyasi pişkinlik ve yüzsüzlüğe yer yok Cumhurbaşkanı’nın hakkında işlem yapılacak AKP üyeleri arasında yer almasının hukuksal anlamı nedir? Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı hakkında bir karar alırsa bunun sonuçları ne olur? Dava kişiler aleyhine açılmaz. Bu kapatma davası bir siyasi parti hakkında açılır. “Cumhurbaşkanı hakkında vatana ihanet suçu dışında dava açtığı için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yargılanmalıdır” diyenler ya cehalet eseri böyle konuşuyorlar ya da art niyetliler. Vatana ihanet suçundan yargılanmak başka bir şey, bir partinin herhangi bir şekilde laik Cumhuriyete aykırı eylemlerin odağı olması nedeniyle kapatılmasında etkileri, eylemleri olan bir kişinin siyasetten yasaklanması başka bir şey. Zaten hukuki olarak bu kapatma davası siyasi haklardan yasaklanması açısından Cumhurbaşkanı’nı görev süresi içinde etkilemez. Cumhurbaşkanı seçildiği anda anayasanın 102. maddesi gereği partiyle ilişiği kesilir. Yani tarafsızdır. Ama görev süresi bittikten sonra siyasi yasaklılığı başlar. Yani siyasi etik her şeyden önce istifasını gerektirir. Bu olayı belirli bir tartışma konusu haline getirmemek gerekir. Gayet pişkince, “Canım, siyasi etik de neymiş?” tavrı içine girerse ne olur? Ben buna alaturka demokrasi demiştim. Demokrasilerde böyle bir soru sorulamaz. Böyle bir olasılığın olabildiği bir ülke demokratik bir rejim içinde değildir. Demokrasi bir uzlaşma rejimidir. Demokrasi kültürü ve demokrasi etiği ister. Ahlaksız bir demokrasi kurulabilir, yeşerebilir ama yaşatılamaz. Türkiye siyasi pişkinlik ve siyasi yüzsüzlüğün çok rahat kol gezdiği bir ülkedir. Hiçbir zaman çağdaş, demokratik bir ülke olamamıştır. Bu dava sürecinde gerek AKP’liler gerekse AKP yandaşı medya ağzına geleni söylüyor. Bülent Arınç Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı üstü örtülü biçimde ölümle tehdit edebiliyor. Cumhuriyet savcılarının bu söylemler karşısında görevleri nedir? Bülent Arınç böyle bir amaç gütmediğini söyledi. Tehdit amacı olmasa dahi o sözlerle dini yine siyasete alet ediyor. Hakkınızda bir kapatma davası açılmış. Biri çıkıyor, Kuran’dan ayetler okuyor, öbürü yine ayetlerle cevaplar veriyor. Kapatılma tehdidi altındaki bir siyasi parti yine din kanalıyla siyaset yapma yolunda gidiyor. Anayasanın zorunlu kıldığı eylemleri yapmamanın Türkiye’de tek takipçisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’dır. İddianameler davanın açıldığı tarihe kadar olayları irdeler. Bu FP davasında oldu. Benim selefim (Vural Savaş) sonradan birtakım deliller ibraz etti. Anayasa Mahkemesi de iddianame tarihinden sonra ibraz edildikleri gerekçesiyle o delilleri reddetti. Bunun üzerine Ceza Muhakemesi Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiyi kullandı. O delillerle ikinci bir kapatma davası açtı. O iki kapatma davası birleşti ve o deliller de incelemeye girdi. Bu arada değerli halefim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na yapılan bu saldırıları büyük bir üzüntüyle izliyorum. Cumhuriyet savcıları tarafından bunların gereği yapılmalıdır. Ergun Özbudun 10 yıl önce RP’nin kapatılmasına AİHM’de olumlu görüş bildirdiği halde Tayyip Erdoğan ona kendi anayasa taslağını sipariş etti. Siz bu çelişkiyi nasıl karşıladınız? Olumlu görüşü bırakın, orada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil etmişti. AİHM’de söylediği şuydu: “Bu parti yüzde 21 oy aldı. Yakın bir tehlike teşkil ediyor.” Şimdiyse, “Uzaydan halk getirelim. Bu halkı da kapatalım” diyor. Söyleyecek söz bulamıyorum. Değişimin de bir hududu olmalıdır. Kitaplarında, “Dinden esinlenen bir laiklik olamaz. Yasalarınızı dinden esinlenmiş biçimde hazırlıyorsanız sizin laik bir ülke olduğunuz söylenemez,” diyordu. Siyasi partilerin laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı davranışların odağı olması halinde kapatılması gerektiğini sipariş üzerine hazırladığı anayasanın 38. maddesinde kendisi kaleme aldı. Değiştiği iddiasında bulunan sipariş veren ve sipariş alan belirli bir noktada buluştular, diyebiliriz. Hukuku değiştirme girişimleri Hükümeti hukuki düzenbazlığa karşı uyardınız. Bundan neyi kastettiniz? Buna hukuku dolanmak da diyebiliriz. Hukuka karşı hile ve düzenbazlık arasında zaten bir fark yok. Hakkınızda açılan bir dava nedeniyle hukuk düzenini değiştirmeye çalışıyorsanız bu, hukuku dolanmaktır. Siyasi iktidarın bu yola gitmesi meşruiyet çizgisini hemen gündeme getirir. Bir demokraside hukuk düzeniyle oynarsanız, kuvvetler ayrılığı ilkesinin eşit bir organı olan yargıyı bu şekilde bağımlı hale getirmeye çalışırsanız o rejimin adı demokrasi olmaz. Siyasi iktidarın bundan nasıl kurtulurum çabası kendisini ve ülkeyi daha tehlikeli bir döneme götüreceği endişesi içindeyim. Aslında yapacağı iş, “Ben laik Cumhuriyete bağlıyım. Benim eylemlerim laik Cumhuriyete karşı eylemler değil” demektir. Ama kendisi çıktı, “Türkiye bir İslam cumhuriyetidir” dedi. Başka bir şeye zaten gerek yok. Siz laik Cumhuriyeti İslam cumhuriyeti diye nitelendiriyorsanız zaten laik Cumhuriyetin aleyhinde bir eylemde bulunuyorsunuz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle