Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
25 OCAK 2008 CUMA kültür züne Her gidenin göçek : çarpan ilk ger “Rusya Mesajı”... köşesinde görmek mümkün. Ne Sovyetler sonrası hükümetler, ne de 80’lerin sonu, 90’ların başındaki o talihsiz değişim talebini sanki başka hiçbir yol kalmamışçasına inatla dayatan ve sanki kapitalizmin hiçbir bedel talep etmeden kendilerine sınırsız ve eşit bir lüks sunacağını sanan “olgun” kuşaklar, bu izleri silmeye yeltenebilmişler. Zaten nasıl silebilirlerdi ki? Yaşanan yüzyıl inkâr mı edilecekti? Ama, herhalde, yaşanmış olan yüz yıllık dönemin sosyal ve ekonomik alanda genele kazandırmış olduklarını reddedememenin, ama aynı zamanda da o ne olduğunu kendilerinin de tam tanımlayamadığı “değişimde” sanki tükürdüklerini yalamak istemiyorcasına ısrarcı olmanın ezikliğini yaşayacaklar bundan böyle. Ve yine bundan böyle, yeni kuşakların Moskova’nın ve ülkenin dört bir yanına serpilmiş olan izleri sorgulamasından, gerek Ekim Devrimi’ni ve gerekse 2. Dünya Savaşı’nı ve sonrasını izleyen yıllarda “Yedi Düvel”in neden hep birlik olup Sovyetler’in üzerine çullandıklarını merak etmesinden korkarak kalan ömürlerini tamamlayacaklar. O yeni kuşak, CNN’de Christian Amanpour’un geçen aralık ayında hazırladığı, “Son Çar: Putin” adlı haber programında, ünlü Rus satranç şampiyonu Gary Kasparov’un, “onursal Amerikan yurttaşlığıyla ödüllendirildikten” sonra birdenbire eski yurttaşlarına demokrasinin ne olduğunu öğretmeye karar verip politikacılığa soyunmasının ardından bir basın toplantısında münasebetsiz bir söz sarf ederek polis tarafından kısa süreli sorgulanması üzerine görüşlerini sorduğu Moskova üniversitesi öğrencisinin ağzından, “ O, bir Amerikan vatandaşı. Rusya’da politika yapmak onun işi değil. Ona yakışan, satranç tahtasının başında oturmasıdır” diyor bugün... O yeni kuşak ki, Moskova’nın hemen dışındaki Himki köyünde hâlâ antifaşizmin birer abidesi gibi dikilen dev boyutlu çelik tank tuzaklarına bakarak 2. Dünya Savaşı’nın sözüm ona müttefikleri Amerika ve İngiltere’nin savaşa fiilen katılmak için, neden Nazi ordularının ta Moskova önlerine kadar gelip burada hezimete uğramasını beklediklerini sorguluyor bugün. Bugün hâlâ Batı’nın en zengin ekonomilerini rahatlıkla geride bırakan, yaygın iş ve konut edinme, sosyal güvenlik, sağlık alanlarındaki kazanılmış mevzilerin, büyük kentlerdeki toplu taşıma, ısınma, sıcak su, elektrik vb temel uygarlık gereksinimlerinin hangi sayede elde edilmiş olduklarını tarihe ve yakın çevresine bakarak görüyor bu yeni kuşak. Yeniden kurumlaştırılmaya çalışılan kapitalizmin simgeleri, “NoviRuski”lerin (halkın yarı alay yarı nefretini ifade eden, “sonradan görmeler” lakabının nazikçesiC.D.) de artık sosyal hayattan dışlanıyor olmaları, “dünyanın en fazla ezilen 160 milyonluk bir ulusunu kurtaran böylesine büyük bir devrim hareketinin” (J. Reed) yeni kuşak tarafından yüz yıl sonra yeniden keşfedilmekte olduğunu gösteriyor. Moskova’dan Şeremetyevo havalimanına giden yol üzerinde, Poklonnaya Gora’da hemen göze çarpan görkemli, Büyük Yurtseverlik Savaşı 19411945 Kahramanları Anıt ve Müzesi ki, yapımı 1995’te tamamlanmış bir başka yere taşınabilir mi? Bu savaşta 27 milyondan fazla Sovyet yurttaşının yaşamını yitirdiği nasıl unutulabilir? 1920’lerin, 30’ların o büyük sanayi ve tarım hamlesinin ne fedakarlıklarla yapıldığı, halkın yaşam düzeyinin nasıl yükseldiği, 50’li, 60’lı yılların uzay çalışmaları ve her alanda hızla gelişen teknolojiler, gösterişli alışveriş mağazalarının sıralandığı, Tverskaya Caddesi’ndeki Çağdaş Tarih Müzesi’nin salonlarından, vitrinlerinden çıkartılıp atılabilir mi? Onlarca müze, galeri, park, meydanda sergilenen devrim önderlerinin, partizanların, yazarların, sanatçıların, bir arada yaşayan onlarca halkın, ulusun heykellerini, resimlerini, anıtlarını saklamak ve tabii ki anılarını yok etmek mümkün mü? Geçen yüz yıl belki devrim yıllarının o ilk heyecanını törpülemiş olabilir. Fakat ortaya çıkan somut kazanımların bu heyecanla doğrudan ilgisini kurmakta olan kuşaklar acaba yakın geçmişin üzerine bir başka kılıf geçirilmesine izin verecekler midirler? Rusya’da, “NoviRuski”lere olduğu gibi, hayat, dünyayı babalarının çiftliği, insanları da boğaz tokluğuna çalışması gereken köleler sananlara giderek daralacak, daralıyor. “Rusya Mesajı” bugün de, bir şeylerin yıkıldığını, tarihin silindiğini, ideolojilerin bittiğini ha bire kafalara kakmaya çalışanların saklanacak yer arayacakları zamanların epeyce yakın olduğunu söylüyor. Tabii, anlayana. LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL eçtiğimiz haftalarda, çağrılı olduğum bir nişanda sahneye çıkan sanatçı Semra İleten’i dinleme şansım oldu. İleten, bir zamanlar popüler kültür dünyamızın müzikteki ikonalarından biri olan efsanevi Beyaz Kelebekler topluluğunun solistliğini yapmış, ses kudretinden, yorum gücünden bugün de hiçbir şey yitirmemiş bir sanatçı. Mesleğinin otoriteleri ne derler bilemem ama Semra İleten’in işini çok iyi yaptığı konusunda herhalde pek bir itirazları olmaz. Sadece bir dinleyici olarak, ben bunu gözlemleyebiliyorsam, onlar rahatlıkla biliyorlardır İleten’in bu yanını. Nişan sahiplerinin, hem de İleten’in tam sahneye çıktığı anda, aile, akraba fotoğrafı çektirme konusundaki ısrarları pek hoş bir görüntü değildi. Tüm coşkusuyla, davetlileri eğlendirmek için sahneye çıkmış bulunan sanatçının işine engel olunuyordu düpedüz. İleten, uzaktan görebildiğim kadarıyla söylüyorum, nişan sahibi genç kıza herhalde rahatsızlığını belli etmiş olmalıydı ki, genç kız eliyle, koluyla, pek de olumlu olmadığını sandığım tepkiler gösterdi. O ana kadar sadece dikkatle izleyenlerin fark edebildiği o çekişme, İleten’in, mikrofondan duyulan şu sözleriyle son buldu: “Hayatım, ben senin için buradayım.” Kendisini işin içine karıştırmadan, yani “şarkı söylememe, sahnede rahat davranmama engel oluyorsun” demeden, muhatabına itiraz edilemez bir hatırlatma yapıyor oluşundan etkilendim. Tartışmayı sürdürmenin mümkün olmadığı, karşılıklı bir diyalogun, belki de, anlaşmazlığı daha da körükleyeceği durumlarda, yumruk gibi anımsatmalar yapmak, duraksatıcı sözler söylemek herkesin harcı değil. Semra İleten, nişan sahibine, orada bulunuş amacını iki üç cümleyle anımsatarak, olası bir engellemenin, kendisinden çok, nişan sahibi için sorun olabileceğini vurgulamış oldu. Varlığının, nişan sahibinin yararına oluşu, sahneden inmesiyle, yine nişan sahibinin zararına dönüşecekti çünkü. Anımsattığı buydu. Genç kıza, “kendisi için burada” olan sanatçıya karşı daha dikkatli olmaktan başka yol kalmadı haliyle. ??? Yaratıcısı kimdir, bilemem, otomobillerin arka camına yapıştırılmış olan “baby on board” (tam nasıl çevrilir bilmiyorum ama, arkada bebek var demek, malum) uyarısı, arkadaki sürücüleri her iki anlamda da “frenleyecek” bir etki gücüne sahip değil midir sizce de? Sorumluluk duyulması gerekenin, eğer gerçekten sorumsuzsak, küçük bir çocuk olduğunun özellikle anımsatılması, büyüklere olan dikkatsizliğimizden kaynaklanıyor. Bebeklerin korunmasızlığının bize anımsatılmasıdır bu. “Yetişkin için C 15 Kim Korkar Simgeden... Celil DENKTAŞ MOSKOVA “Rusya Mesajı”, Rusya’daki ilk büyük devrimi yerinde yaşayarak kaleme alan Amerikalı sosyalist sendikacı William English Walling’in bundan tam yüzyıl önce, 1908’de yayımlamış olduğu kitabın adı. Walling, yaşamı boyunca reformizm ve devrim arasında kararsızca gidip gelmiş olmasına ve hiçbir zaman “ihtilalciliği” kabullenmemesine rağmen, Rusya’da devrimin ne anlama geldiğini büyük bir tarafsızlıkla kaleme almıştır. Bolşeviklerin 1905 öncesi yasal ya da yasal olmayan yollarla halk içerisinde, işçiler arasında yaptıkları siyasi çalışmaları büyük bir takdirle not eder ve 19051908 yılları arasında sık sık gidip geldiği Rusya’da Bolşevik önderlerle doğrudan konuşarak görüşlerini bizzat onlardan dinler. Aradan 100 yıl geçmiş. Şimdi Rusya’da, sanki yüzyıl önce kalınan yere geri dönülme çabası varmış gibi gözüküyor. Yani, Sovyetler hiç olmamış, devrimin kendisine sunduğu, o tarih sahnesine çıkma, tarihi kendi bildikleri gibi yazma fırsatını elde etmiş emekçiler, halk, sanki siyasette hiç sözlerini söylememişler, haklarını gerçeğe dönüştürmemişler gibi. Bu, ancak “dışarıdan” bir görüntü olabilir. Ancak bir “yabancı” bunu böyle algılayabilir. Tıpkı, devrimin ne olduğunu bizzat görüp yaşadığı halde hâlâ reformlarla durumu idare etmekte ısrar eden Walling gibiler örneğin. Konuyu John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabına yazdığı önsözde açıklığa kavuşturuyor Lenin’in karısı Krupskaya: “Yabancılar... Ya olaylardan hiçbir şey anlamamakta ya da hiçbir zaman tipik olmayan bağımsız olayları genelleştirmektedirler...” Krupskaya’nın o sözleri bugün de, Rusya’ya baktıklarında aradan geçen yüzyılı hiç görmek istemeyen gerçek “yabancılar” için “cuk oturuyor”. Yabancı; adı üzerinde! Tüm değerlerini, paylaşmamaya, kâra, borsaya, spekülasyona, hırsızlığa, sahtekârlığa ve de haylice “birey üstünlüğü”ne odaklamış bir anlayışın, kafanın, Rusya’da olanları algılayabilmesi mümkün mü? Moskova’ya gideceğimi duyan arkadaşlardan bazıları kendilerince uyarmışlardı, “orada artık umduğunu bulamazsın” diye. Aslında tuhaf bir biçimde ben de öyle düşünüyordum. Rusya’yı ömürlerinde hiç görmemiş bu arkadaşlar ve tabii ben de, orada neyi bulmamız gerektiğini hiç bilememişiz anlaşılan. John Reed, hâlâ değerini koruyan o kitabında, William English Walling’in, “Rusya Mesajı”ndan şu alıntıyı yapmış: “İşçiler, liberal bir yönetim altında bile, iktidarın öbür sosyal sınıfların elinde olması durumunda açlıktan ölmek tehlikesiyle karşılaşacaklarını çok iyi anlıyorlardı.” Biz solcular, hatta komünistliği kimselere bırakmayanlar, acaba hiç böyle düşünebildik mi? Devam ediyor Walling: “Rus işçileri Moskova’da, Riga’da, Odessa’da kendilerini ölümün kucağına atmış ve yüzlercesi idam edilmiş, gene binlercesi Rus zindanlarına atılmış, buzlu yörelere ve çöllere sürülmüşse, Goldfields ve CrippleCreek işçilerinin ne olduğu belirsiz imtiyazlarını satın almak için değildir tüm bu özveriler.” Walling’in atıfta bulunduğu, siyasi iktidar hedefini, burjuvazinin önlerine attığı lüks yaşam kırıntılarıyla birdenbire unutuveren Amerika’daki Goldfields ve CrippleCreek grevlerinin “kahramanları”. Rus işçileri, burjuvazinin rızasıyla değil, kendi elleriyle, iktidarlarıyla kaderlerini tayin ve yaşamlarını yükseltmeyi seçmişti. İktidarı ele geçirdikten sonradır ki, bu refah, bu olanak 160 milyona yayılabildi. G İlk kadın partizan: Zoya Kosmadimyanskaya Sovyetler Birliği üzerine, öncesi ve sonrası üzerine binlerce kitap yazıldı, araştırmalar yayımlandı, üniversitelerde kürsüler kuruldu, koca koca devletler, halktan topladıkları vergilerden ayırdıkları koca koca fonlarla, “kendi halklarını halk iktidarına karşı koruyan” gizli örgütler örgütlediler, hatta soğuk savaş yıllarında, Sovyetler’in “feyiz” aldığı Marksizm’i araştırıp “yeniden yazan” enstitüler teşvik ve finanse edildi koca koca kapitalistler tarafından. Sovyetler’den, kapitalizmin de pek çok şey öğrendiği bir gerçek. Ürperdiklerini söylemek pek de abartı sayılmaz. Krasnye Vorota metro istasyonunda bir tavan mozaiği. Poklonnaya Gora’da kitabe. neyse de, bari bebek için ayağını frenden çekme” demek bu. Semra İleten de, o uyarıyı arabasına asan da, sorumluluk duyulması gereken nesnelerin ya da kişilerin kim olduklarını anımsatarak muhataplarını bir tutum almaya zorluyorlar. Bizim için önemli olanın “ne olması” gerektiğini anımsatıyorlar. Nişan sahibi genç kız, önemli olanın kendisi olduğunu İleten’den, diğer araç sürücüleri de, önemli olanın bebek olduğunu, o uyarıyı asan sürücüden öğreniyorlar. Çünkü başka türlü duracağımız yok bizim. Semra İleten, sanki kendi özgürlük alanına girdiğini sanarak kendisine siteme kalkışan genç kızı, o sürücü de, küçük bir çocuğun yaşam hakkını anımsatarak bizi, ancak böyle durdurabilirler. İşte bu yüzdendir ki, Recep Tayyip Erdoğan, “Velev ki türban simge olsa ne olur?” diyerek, Semra İleten’in de, aracının arka camına o uyarıyı asan sürücünün de gerisine düşmüştür. Çünkü, bana, bize, “karşı mahalleye”, türbanın bir inanç sorunu olduğunu, yani “önemsememiz” gerekenin, inancın kendisi olduğunu hatırlatmıştı sürekli. Sürücünün, “önemli olan arabadaki bebektir” imasıyla, Erdoğan’ın, “önemli olan genç bir kızın inancıdır” demesi arasında bir fark yoktu. Erdoğan, her zaman var olduğu ileri sürülen “gizli ajandası” ya da kendisi üzerinden yapmamıştı bu tartışmayı. Kişisel olarak hiç de sempatiyle bakmadığım türban meselesinde, kimsenin başının zorla açılmaması gerektiğine olan inancım, Erdoğan ile benzerlerinin, dikkat edilmesi gerekenin o “genç kızların inancı” olduğunu hatırlatmalarına dayanıyordu biraz da. Seslendikleri benim vicdanımdı. İdeolojime, yaşam biçimime kökten aykırı bir ifade tarzı olan türbanı, anlayışla karşılayabilmiş olmam vicdanımla ilgili bir meseleydi. Erdoğan dilini, Semra İleten gibi iyi kullanamadığı için, meselenin vicdanımla götürülecek bir mesele olmadığını anlamam kolay oldu. Vicdanımı elbette dinleyeceğim zamanlar olacaktır. Vardır da zaten. Ama “velev ki” türban bir simgedir, benim de, bizim de, “karşı mahalle”nin de simgeleri olduğunu Tayyip Erdoğan bilmek zorundadır. Okula türbanıyla giren olacaksa, kalpağıyla giren de olacaktır o zaman, puşisiyle giren de. Bence hiç de sakıncası yoktur bunun. Yeter ki Erdoğan katlanabilsin diğer simgelere de. Benim kuşağım, yakasına “kırmızı gül” taktığı için hapishanelerde çürütülmüş bir kuşaktır. Yani, simge korkusunu, “yaşayarak” üzerinden atmış bir kuşak. Simge derken ürkmüyor oluşumuz bundandır. kemalerdemol@yahoo.co.uk GERİSİ DEMAGOJİDİR Demagojidir, çünkü son yüzyıl içerisinde Rusya’da olup bitenler hiçbir zaman dünyanın genelinde olup bitenlerden bağımsız kalamamıştır. Yeryüzünün dışında, bir başka gezegendeki ülkeden, düzenden bahsetmiyoruz çünkü. Ve yine çünkü, burada olup bitenler hiçbir zaman halkın kendi iradesiyle kendi geleceğini belirleme talebini tarihe yazan o muhteşem kalkışmanın, o büyük örgütlenmenin olmuş olduğu gerçeğini değiştirmez. Spartaküs unutuldu mu ki Sovyetler unutulsun? Sovyetler Birliği üzerine, öncesi ve sonrası üzerine binlerce kitap yazıldı, araştırmalar yayımlandı, üniversitelerde kürsüler kuruldu, koca koca devletler, halktan topladıkları vergilerden ayırdıkları koca koca fonlarla, “kendi halklarını halk iktidarına karşı koruyan” gizli örgütler örgütlediler, hatta soğuk savaş yıllarında, Sovyetler’in “feyiz” aldığı Marksizm’i araştırıp “yeniden yazan” enstitüler teşvik ve finanse edildi koca koca kapi Kaluzhskaja Ploshad: Hitachi binasına bakan Lenin heykeli; binadaki slogan ise “Geleceğe İlham Ver”. talistler tarafından. Sovyetler’den, kapitalizmin de pek çok şey öğrendiği bir gerçek. Ürperdiklerini söylemek pek de abartı sayılmaz. Bugün, Sovyetler’in çözülmüş olduğunun “resmen” ilanı üzerinden 18 yıl geçmiş ve hatta sosyalizm sonrası yeni bir kuşağın neredeyse “kemale eriyor” olmasına karşın, ilk işçi iktidarının kalıcı izlerini Moskova’nın her Demir Gökgöl, ‘şehrini’ hüzün ve sevgi yüklü anlattı Hamburg’da bir İstanbul akşamı yaşandı İmdat ULUSOY HAMBURG HamburgAltona’daki “Werkstatt 3” kültür merkezi, yine önemli bir kültürel etkinliğe sahne oldu. Hamburg’da yaşayan sinema oyuncusu ve şiir yorumcusu Demir Gökgöl, müzisyen Aziz Özdemir’in uduyla eşlik ettiği bir okuma akşamında, Alman izleyenlerine duygu ve bilgi yüklü saatler yaşattı. Orhan Pamuk’un Almanca olarak yayımlanan ve Alman okurların en fazla ilgi gösterdiği kitabı “İstanbulHatıralar ve Şehir”den seçtiği bölümleri müzik eşliğinde sunan Demir Gökgöl, İstanbul’dan anı ve hüzün dolu karelerle izleyenleri adeta büyüledi. İzleyicilerin yarısının ayakta izlemek zorunda kaldığı okuma akşamında duygulu anlar da yaşandı. Bir İstanbul âşığı olan Demir Gökgöl’ün bazı bölümleri sunarken zaman zaman boğazının düğümlenmesi dikkat çekti. Okuma sonrası izleyicilerin çevresini sararak soru yağmuruna tutmaları karşısında şaşkınlığını ve böylesi bir ilgiden duyduğu mutluluğu, Demir Gökgöl, Cumhuriyet’e yaptığı özel açıklamada şöyle dile getirdi: “Okuma akşamının dinleyicilerinin yüzde 95’inin Alman edebiyatseverlerden olması oldukça ilginç. Hatta kendilerini hiç tanımadığım birçok Alman izleyici, okumanın sonunda Orhan Pamuk’un anlattığı İstanbul’u, bir uzmanın rehberliğinde grup halinde gezerek tanıma olanakları hakkında benden bilgi almaya çalıştılar. Şaşırdım ve işte o an şunu düşündüm: Galiba başta Almanlar olmak üzere diğer ülkelerden yabancılara Türkiye’yi, İstanbul’u, kültürünü ve sanatını tanıtmak için yırtınmalarımın meyvelerini almaya başladım. Çünkü benim sevdalarımdan biri de bu. Özellikle kendi edebiyat ve sanatımızın dünya edebiyat ve sanatıyla kaynaşarak geleceğe olumlu meyveler verebilmesi için ne kadar çalışılsa yeridir, diyorum.” Kültür merkezi “Werkstatt 3”ün yöneticisi Burghardt Leber de okuma sonrası gazetemize yaptığı açıklamada, okuma akşamından çok etkilendiğini belirterek, “Doğu ve Batı armonilerinden oluşan ilginç bir karışım sunan Demir Gökgöl ile müzisyen Aziz Özdemir, okunan bölümleri müzikle birleştirerek çok hoş bir şekilde sundular. Kitaptan seçilerek okunan heyecan dolu bölümlere, daha baştan itibaren hayran kalan izleyicilere unutulmaz bir anı olarak kalacak güzel bir okuma akşamı yaşattılar.” Himki: Moskova’nın hemen dışında, Nazi ordularının durdurulduğu yer. Çağdaş Tarih Müzesi’inde, Devrim Salonu.