04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

13 NİSAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Halka atılan ateş topu Erdoğan AYDIN Çanakkale veya Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılımına dair herhangi bir resmi metni okuduğumuzda, genellikle boşlukta kalan sorularla ve tabii bir dizi gerçek dışı mazeret üretimiyle karşı karşıya kalırız. “Bizi paylaşacaklardı, bu nedenle savaşa girmek zorunda kaldık!”, “Rusya saldıracaktı o nedenle Almanlarla ittifak yaptık!” gibi gerekçelendirmeler bunların başında gelir. Bu yaklaşım, “felaketi” meşrulaştırıcı ve halkı manipüle amaçlı propaganda faaliyetinden başka anlam taşımıyor. Bu tip kurgulardan bir diğeri de, Çanakkale saldırısını durup dururken gerçekleşen bir saldırı olarak sunmak, dolayısıyla bu savaşı, saldırgana karşı kahramanlık destanı olan boyutuyla sınırlandırmaktır. Tabii bu büyüklere yönelik koşullandırma masalları içinde, gerçekte Çanakkale’ye niye saldırıldığı sorusunun nedeni bütünüyle meçhul kalır; tıpkı Goeben kruvazörünün, İngiliz takibi karşısında niye çok yakınındaki ortağı Avusturya’nın Pola üssüne değil de, çok uzağındaki Çanakkale’ye yöneldiği, ardından nasıl olur da gönderindeki Osmanlı bayrağıyla, ama Osmanlı hükümetinden habersiz bir şekilde gidip (bize saldırmasından korktuğumuz) Rusya’nın limanlarına saldırdığı gibi soruların yanıtı da meçhul kalır... Neresinden bakarsak bakalım Dünya Savaşı’na katılımımızın soğukkanlı bir tahlili, bizi, Almanlar üzerindeki yükün azaltılarak İtilaf güçlerini bölmek ve mehmetçiğin Alman emperyalizmi için (tıpkı daha sonra Kore’de Amerikan askeri için tekrarlandığı gibi) ölüme sürülmesi durumu ile karşı karşıya bırakır. Gerçekten de “Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşı’na girmesi için, Almanya’nın çıkarları dışında elle tutulur ciddi bir neden yoktu.” (Kanlısırt Günlüğü, s.25) cekti. Oysa Osmanlı’nın savaşa girişi İtilaf bloğunun Kafkasya ve Mısır başta olmak üzere pek çok cephede güç yığmasına ve savaşın çok daha geniş bir alanda yürütülmesine neden olmuştu. Bu durum ise Almanlara üstünlük sağlayabilmek için Osmanlı’yı savaş dışı bırakmayı ciddi bir taktik gereksinim haline getiriyordu. Eldeki verilerden biliyoruz ki İtilaf güçleri, önceleri Osmanlı’nın savaşa girişini fazla önemsemeyecek, hatta Osmanlı topraklarına yönelik niyetleri nedeniyle (özellikle Rusya) bunu bir avantaj olarak görecekti. Ancak savaşın korkunç bir kırım olarak sürdüğü asıl cephe olan batıda tıkanması ve Rusya Alman cephesinde ilerleme sağlarken Osmanlı’nın Almanya’yı rahatlatmak için Kafkasya’ya saldırması karşısında hesaplar tümüyle değişecekti. Bu nedenle Çanakkale saldırısı, dünya savaşının başlamasından 7, Osmanlı’nın Rusya’ya saldırısından 4 ay sonra gündeme gelecekti. MPERYALİST PERVASIZLIĞIN YANLIŞ HESABI C Seçim Uçurtması 13 E Bu bağlamda Çanakkale’ye saldırı, batı cephesindeki tıkanmayı açmak, Ruslara destek olarak onun savaş kapasitesini arttırmak, pek çok cephede güç tutmalarına neden olan Osmanlı’yı biran önce savaş dışı bırakarak bütünüyle Almanlara saldırmak gereksiniminin sonucu olacaktı. Tabii İngilizler, Çanakkale’nin çok kolaylıkla aşılabileceği yanılgısıyla yeterli hazırlık yapmadan ve en önemlisi kara birliklerince desteklenmeden yapacakları saldırıyı çok pahalıya ödeyeceklerdi. Osmanlı’nın iç çürümesini abartmaktan kaynaklı bu pervasızlık, Çanakkale’nin kolayca aşılabileceği ve bunu takiben İstanbul’u teslim alarak Osmanlı’yı devre dışı bırakmak hayalini, savaş planı diye hayata geçirmelerine neden olacaktı. Önceden bu saldırıya karşı çıkmış olan İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener, batı cephesindeki tıkanmanın bir türlü açılamaması ve Kafkasya savaşı nedeniyle Rusya’nın yardım taleplerinin yoğunlaşması nedeniyle, İngiliz Savaş Kabinesi üyeleri Lloyd George ve W. Churchill’in tezi olan Çanakkale saldırısına izin verecekti. Ancak bu izni, “Kara askeri istenmemesi ve sadece Kraliyet donanmasının kullanılması koşuluna” bağlayarak büyük bir hezimetin de müsebbibi olacaktı. (D. Fromkin, Barışa Son Veren Barış, s.119) Çanakkale’nin yalnızca denizden yüklenerek geçilebileceği şeklindeki bu büyük yanılgı bir yana, saldırı kararı en baştan verilmediği için, Alman Genelkurmayı’nın bu arada yaptırdığı istihkamlarla Çanakkale ciddi anlamda tahkim edilecekti. Ve tabii en önemlisi Çanakkale’nin iyi bir komuta ve meşru bir yurt savunması olarak sağladığı olağanüstü direniş seferberliği de buranın geçilebilmesini olanaksızlaştıracaktı. Bu bağlamda 19 Şubat 1915’te Boğaz girişlerindeki tabyaların dövülmesiyle başlayan saldırı, saldırganların yaşayacağı en büyük yenilgilerinden birine dönüşecekti. AFKASYA’YI ALACAĞIM DERKEN... Kitchener’in fikir değiştirmesini sağlayan iki nedenden biri, Rusya’nın “Kendisinden, orada bir oyalama saldırısına girmesini istemesi ve bunu kabul etmemesi halinde Rusların savaş dışı kalması korkusu” idi. (D. Fromkin, Age., s.119) Rusya’nın yardım çağrısı 1915 Ocak ayında, yani Osmanlı’nın Sarıkamış saldırısının akamete uğramasından önce yapılmıştı. Osmanlı saldırısı faciayla sonuçlanınca, doğal olarak Rusların, İstanbul üzerindeki oyalama harekâtına gerek kalmadığını bildirmesi gerekirdi. Ancak Ruslar hem üzerlerindeki yükü müttefiklerine aktarmak, hem de Osmanlı’nın yeni kuvvetler gönderebilmesini olanaksızlaştırarak doğu Anadolu’yu rahatlıkla istila edebilmek için bu bilgiyi saklayacaktı. “Ruslar paniğe kapıldıkları günlerde müttefikleri İngiltere ve Fransa’yı Türkiye’ye saldırmaya zorlamışlar, Türklerin Sarıkamış’a destek göndermelerini önlemek istemişlerdi. Sonraki günlerde cephe gerisinde destek olabilecek Türk kuvveti olmadığını öğrendikleri halde müttefiklerini sıkıştırmaya devam etmişlerdi. Ruslar, saldırıdan vazgeçerler korkusuyla Sarıkamış’ta kazandıkları kesin ve büyük zaferi müttefiklerinden gizleyeceklerdi. Böylece Enver Paşa Kafkasya’yı alacağım derken, İngiltere ve Fransa’yı ülkenin en can alacak yerine, Çanakkale Boğazına çağırmış olacaktı.” (A. Müderrisoğlu, Sarıkamış Dramı, s.474) K NEDEN SONUÇ İLİŞKİSİ Halk/halklar kavramıyla işaret edilen dünyanın çoğunluğu için tarih bilinci, daha iyi bir yaşam, barışçıl bir uluslararası atmosfer ve adaleti kurumsallaştırmak için gerekli derslerin çıkarılması demektir. Bu bilince sahip olmayan halkların kaderi ise, egemenlerin çıkarlar için ölümlere yollanmak, yollanmadığı zamanlarda da güvencesiz ve ağır bir sömürü altında yaşatılmaktır. “Din”, “vatan” gibi öğeler ise, tarih boyunca bu politikalarca en çok istismar edilen kavramlar olmuştur. Bu nedenle tarih bilinci, tarihin, savaşları, hak ihlalleri, işgalleri, yayılmacılığı ve tabii bütün bunların nedeni olarak sömürü keyfiyetleriyle meşrulaştırılamayacağı, tekerrür edemeyeceği bir toplumsal bilincin dünyaya hakim olması demektir. Tarih bilgisi eğer savaşmak zorundaysak yenilmemeyi, ama barışla yaşamak mümkünse savaşmamayı öğretiyorsa tarih bilincidir. Yok öyle değilse tarihteki yaşanmışlıklar üzerinden bizi koşullandıran bir araç olarak kullanılıyor demektir. Bu bağlamda Çanakkale’nin de, neden sonuç ilişkisi içinde bir öncesi olduğunu bilmek, Çanakkale’nin doğru bilgisinin önkoşuludur. Üstelik öyle bir öncedir ki bu, Çanakkale’yi bu bağlamından kopararak tarih yazanlar, gerçekte sadece görmemizi istediklerini göstererek gelecekte de bizi yeni maceralara sürme keyfiyetine karşı savunmasız bırakmayı amaçlamaktadırlar. Hamaset tarihçiliğinin süreğen hedefi olan bizler, kutsallık sıralamasının en başında gelmesi gerekenin yurttaşların can güvenliği, yurdun her türden maceradan korunması, sorunların olabildiğince barışçıl yollarla çözülmesi, toprağı vatan kılanın kan değil, üstüde yaşayan halkın hak ve özgürlüklerine saygı olması gerektiğini adeta unutmuş bulunmaktayız. ürkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olma hedefi iki seçime takılmış durumda. Biri Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler diğeri ise Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri. Bu iki seçim Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yolundaki hızını, azmini ve siyasetini gelecek on yıl için açık bir biçimde belirleyecek. Bu seçimler yalnızca Türk tarafının politikasını değil AB’nin de bu “sorunlu aday ülkeye” yönelik bundan sonraki stratejisini şekillendirecek. Kısaca Türkiye’nin AB gemisinin yol haritasını Türk ve Fransız halklarının kısa bir süre içinde çizeceğini söylemek pek de abartıya kaçmış olmaz. ??? Biraz detaya inersek; Öncelikle Fransız halkının cumhurbaşkanı seçimi Türkiye’nin AB hedefinde “kötü, çok kötü ve berbat” dışında herhangi bir seçenek sunamayacak. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda en ılımlı mesaj verdiği kabul edilen sosyalist parti adayı Segolene Royal, Türkiye’nin üyeliğine yönelik son kararı Fransız halkının vereceğini söyledi. Türkiye’ye yönelik açık bir destek vermekten kaçınan ayrıca Türkiye’yi de pek tanımayan Royal, seçim kampanyası sırasında Ermeni oylarını kaybetmeme kaygısı taşıyor. İç politikanın dinamikleri sonucu nasıl bir tutum belirleyeceği belli olmayan, içerikten yoksun Royal’in cumhurbaşkanı seçilmesi Ankara’nın AB hedeflerinde en olumlu “kötü” sonuç olarak değerlendirilebilir. ??? Anketlerde Royal ve Halk Hareketi Birliği partisi lideri Nicolas Sarkozy’nin hemen ardından gelen François Bayrou ise bugüne kadar sağcı bir çizgide siyaset yapıyordu. “Sarkozy’den az sağ Royal’den az sol” ile bu seçimde kendine “orta bir yol” tutturan Bayrou’nun inandırıcılığı seçim sonucunda ortaya çıkacak. Bu, sonuçta Fransız halkını ilgilendirir. Ancak Bayrou’nun 2005 yılında ülkesinde yapılan AB anayasası referandumunun acı sonuçlarını unutmadığını hatta o dönemde popülist politikalarla Türkiye’nin bir “öcü” gibi gösterildiği fırsatçı tutumdan medet umduğu da ortada. “Orta yolu” tutan bir siyasetçinin Türkiye’nin üyeliği konusunda daha ılımlı olmasını beklediğiniz noktada, Bayrou’nun Sarkozy kadar kırılmaz bir inatçılıkla Ankara’ya imtiyazlı ortaklık şarkısı söylemesi kendi halkının bugüne kadar kötüye kullanılmış duygularının ikinci sömürüsü gibi duruyor. Bayrou siyasi ortama göre bukalemunlaşan politikasında eğer cumhurbaşkanı olursa Ankara’nın Brüksel hevesinde ancak “çok kötü” bir seçenek olarak ortaya çıkar. ??? Gelelim Türkiye’nin AB sevdasındaki en kötü senaryoya..Türkiye’nin azılı karşıtlarından eski içişleri bakanı Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olması durumunda bırakın müzakere sürecinin teknik ya da siyasi düzeyde devam etmesini, gelecek 5 yıl içinde Fransız ve Avrupa kamuoyunda daha da büyüyen bir Türk düşmanlığı ortaya çıkabilir. AB içinde Türk destekçisi çevrelerde endişe yaratan Sarkozy’nin olası cumhurbaşkanlığı ile T Ankara, 17 Aralık 2004’te ChiracSchröderBlair üçlüsüyle müzakere tarihi aldığı lider ekibinden çok daha farklı bir siyasi dengeyle karşı karşıya kalacak. Almanya’da Angela Merkel, Fransa’da Sarkozy ve İngiltere’de pek de AB heveslisi olmayan Gordon Brown’un Türkiye’nin önüne siyasi bir set çekmesi küçümsenmeyecek bir engel oluşturabilir. Bazı “AB iyimserlerini” duyar gibiyim; “Sarkozy şimdi iç politikaya oynuyor başa gelince Türkiye’nin stratejik önemini yadsıyamaz”. Oysa kendi düşüncelerini hiçbir zaman gizlemeyen Merkel’den çok daha fanatik olarak tanımlanan Sarkozy’nin aynı çizgide daha da güçlenen AlmanyaFransa ekseniyle bu yolda Ankara’nın karşısına çıkmaya hazırlandığı olasılığını göz ardı edemeyiz. Bir AB diplomatının görüşü kulaklarımdan gitmiyor “Sarkozy gelirse Türkiye uzun bir süre üyeliği unutsun”. ??? Fransa seçimlerinden çıkacak sonuçların hiçbiri bu süreç için verim getirecek gibi durmuyor. Ancak Fransız halkından önce Türk halkının seçimlerde alacağı tutum bu sürecin geleceği açısından daha büyük bir öneme sahip. AB’nin iki yüzlü politikasından bıkan, kendini yalvaran konumunda görmekten sıkılan Türk halkı artık Avrupa hayalleri sunan bir partiye sıcak bakmayacaktır. AB sürecini kullanarak bugüne kadar kendine siyasi alan yaratan AKP’nin son dönemde halk arasında artan ilgisizliği görerek milliyetçi bir söyleme sarılması da ancak bununla açıklanabilir. Oysa unutmamalı; AKP’nin seçimlerden sonra yeniden yılana sarılır gibi sarılacağı siyasi mesele AB olacaktır ki, AB de bunu heyecanla beklemektedir. Başka hiçbir partiyle bu derece yakın ve laubali ilişkiler kurmamış olan Brüksel, özellikle Kıbrıs konusunda kendi üyesinin hedefleri doğrultusunda bir sonuca varabilmek için AKP’nin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle AB, başbakan Tayip Erdoğan’ın partisinin yönetimini bırakarak cumhurbaşkanı olmasını kendi çıkarlarına aykırı buluyor. Türk halkının AKP’nin AB sessizliğinin nedenlerini iyi tahlil etmesi ve bu partinin yeniden seçilirse Brüksel eksenli politikasının değişmeyeceğini görmesi durumunda bu süreç çok farklı bir yöne gidebilir. Başında Erdoğan’ın bulunmadığı bir koalisyon hükümetinin ya da başka bir partinin başa geçmesi durumunda Türk halkının tepkilerini göz önüne alan yeni iktidar, Avrupa’dan gelen düşmanca mesajları da buna katarak AB sürecine ne kadar bağlı kalabilir? ??? Türkiye’nin geleceğine yönelik büyük önem taşıyan AB sürecinin AKP hükümetinin tekeline bırakılmasını talihsiz bulmakla birlikte gelecek seçimlerin bu sürece yönelik olarak Türk halkının gerçek duygularını meydana çıkaracağını ummaktan başka bir seçenek göremiyorum. Ben bu seçim furyasında Türk halkının kendi geleceğini, Fransız halkı bizim adımıza karar almazdan önce belirlemesi taraftarıyım. elcpoy?yahoo.fr Tarikatların değiştirdiği yasa Tarihten ders çıkarmak zetle Çanakkale Savaşı, Alman emperyalizminin ihtiyaçlarından ve kendi imparatorlukçu hayallerine alan elde etmek isteyen egemen politikaların sonucunda gündeme gelecekti. Eğer Alman ittifakı söz konusu olmayıp Osmanlı savaşta tarafsız kalsaydı Çanakkale çok büyük olasılıkla yaşanmayacaktı. Bu durumda savaşın bütününde yaşanan yıkım söz konusu olmayacağı gibi, buna rağmen gerçekleşecek bir saldırı, çok daha diri ve tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi meşru bir zeminde karşılanacaktı. Bu anlamda Çanakkale Savaşı, saldırgan emperyalizmi püskürten olağanüstü bir direniş olması yanında, aynı zamanda maceracı ve işbirlikçi bir Osmanlı devlet siyasetinin halkın üzerine attığı bir ateş topu olarak da anılmak zorundadır. Bu bağlamda iki taraftan 120 bini aşkın ölümle, toplam 500 bin kayba neden olan bir ateş topu olarak Çanakkale Savaşı’nın, her iki taraftan sorumlularına işaret etmeyen bir Çanakkale anması, eksik ve manipülatif olacaktır. Dolayısıyla salt şehitlik ve kahramanlık üzerinden bir Çanakkale anması, sürecin eksik anlatımıdır. Bu ise bizi gerçeklerden koparan, yurtsever bir güvenlik politikası ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan’ın yayımlanan köşe yazısında yer alan ve Fethullah Gülen cematinden bir kişinin “bir yasa tasarısını hükümetle temas kurarak değiştirttiklerini” dile getirdiği düzenlemenin Türk Ceza Yasası (TCY) olduğu ortaya çıktı. Yazıda belirtilen bakanın da Adalet Bakanı Cemil Çiçek olduğu öğrenildi. Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan’ın köşe yazısında, görüştüğü Gülen cemaati içinden birisinin “Bakanın yaptığı bir yasa çalışmasına karşı çıktık. Hem hükümet hem de AKP bizim haklı olduğumuza kanaat getirdi. Yasa tasarısı değişti, bakan gururunun kırıldığını düşündü ve bu olayı kişisel husumete dönüştürdü” dediğini aktarması, TCY’nin TBMM’deki görüşmelerinde yaşanan olayları yeniden gündeme taşıdı. TCY’nin “Kanuna aykırı olarak eğitim kurumu açanlara, bunları çalıştıranlara ve bu kurumlarda kanuna aykırı olarak açıldığını bildiği halde öğretmenlik yapanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası verilir, yukarıdaki fıkrada gösterilen yerlerin kapatılmasına da karar verilir” hükmünü düzenleyen “kanuna aykırı eğitim kurumu” başlıklı 263. maddesinin görüşmeleri sırasında AKP’li milletvekilleri değişiklik önergesi vermişti. Bakan Çiçek’in şiddetle karşı çıktığı önerge kabul edilmişti. Söz konusu madde, “Kanuna aykırı eğitim kurumu açan veya işleten kişi 3 aydan 1 yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır” biçiminde değiştirilmişti. Böylece, hapis cezasının üst sınırı 3 yıldan 1 yıla indirilerek hapis cezasının para cezasına çevrilmesine olanak tanınmıştı. Bu okulların yasaya aykırı olarak açıldığını bildiği halde buralarda öğretmenlik yapanlara ceza verilmesi kaldırılırken bu tür kurumların kapatılması da engellenmişti. Bunun üzerine Çiçek’in yanına giden CHP Grup Başkanvekili Ali Topuz, “Sayın bakan, verilmiş sözünüz var, mutabakatı bozmayın. Tepkimiz sert olur’ uyarısında bulunmuştu. Çiçek ise “Biz çok çaba sarf ettik ama milletvekillerinden ağır baskı oldu, önlemeye gücümüz yetmedi” demişti. Topuz, kürsüye çıkarak “Siz bu düzenleme ile El Kaide’ye, Hizbullah’a, PKK’ye militan yetiştiren kurumları koruyorsunuz” diye konuşmuştu. CHP’liler önergenin kabul edilmesi üzerine genel kurul salonunu terk etmişti. Yasanın “anayasal düzene karşı işlenen suçlar”la ilgili maddelerinde “cebir veya tehdit” ibaresi “cebir ve şiddet” olarak değiştirilerek ceza verilmesi zorlaştırılmıştı. Bu düzenlemelerin de bazı cemaatlerin baskısı üzerine yapıldığı ortaya çıkmıştı. O dönem AKP Grup Başkanvekili Faruk Çelik, söz konusu düzenlemelerle ilgili olarak “bütün muhafazakâr kesimlerden yoğun talep geldiğini” açıklamıştı. TARAFSIZ KALSAYDIK Çanakkale’ye yönelik İngiliz saldırısının, “Sömürgelerindeki Müslümanların ayaklanarak Osmanlıların yanında yer alma ihtimali yüzünden” gerçekleştiğini iddia eden tarih yazıcıları dolaşıyor aramızda. Duruma mazeret üreten böylesi kurgularla, “Tam bir insan kırımı olan I. Dünya Savaşı’na girilmeseydi de Çanakkale saldırısı yine kaderimiz olacaktı” demeye getiriliyor. Oysa doğru bir tarih bilinci açısından, “Savaşa girmeseydik Çanakkale saldırısı olur muydu?” sorusuyla yüzleşmek zorundayız. Verilerin doğru okunması halinde, Çanakkale’ye yapılan saldırının, Osmanlı’nın savaşa Alman cephesinde katılmasının kaçınılmaz sonucu olduğu görülecektir. Eğer böylesi bir katılım olmamış olsaydı, temel cephelerde yaşanacak tıkanmayı aşmak için çıkarma yapılacak yer Çanakkale değil, İtilaf bloğunun müttefiki durumundaki Yunan toprakları olacaktı. Böylece hiçbir zayiat vermeden güneydoğudan Almanlara karşı yeni bir cephe açılabile Ö geliştirebilmemizi engelleyen bir tarih bilinci oluşturacaktır. Nitekim ortalama bir yurttaşın, Çanakkale Savaşı’nın durup dururken emperyalistlerin bize saldırmasıyla başladığını ve bizim bu saldırganlara, “tanrısal” veya “ırkî” yeteneklerimizle ağızlarının payını verdiğimiz şeklindeki hamasi bilinci, bu manipülatif anlatımların sonucudur. Çanakkale’den doğru ve bütünlüklü dersler çıkarmak zorunluluğu, 92. yılında bugün daha da büyük bir önem taşımaktadır. Çanakkale’nin doğru dersleri; Onun özgüvenimizi geliştiren büyük bir örnek olması yanında, ülkesini ve yurttaşlarının canını korumayı esas alan bir güvenlik politikasına ve bununla örtüşen nesnel ve barışçıl bir tarih eğitimine olan gereksinimimizi belirginleştirecektir. Ülkeyi ve halkı sadece emperyalizmden değil, aynı zamanda onlardan farksız olan maceracı ve işbirlikçi politikalardan da korumak gereğinin bilinci, günümüz ve gelecek açısından temel güvencemiz olacaktır. Bu dersler bizi, tarihi tekerrür etmeye neden olacak tekyanlı okumalardan kurtaracağı gibi, günümüz dünyasında olması gereken yeri almamızı da kolaylaştıracaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle