01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 2 ŞUBAT 2007 CUMA Uygarlıklar Çatışmaz er durumda, kendisinin “başbakan” olduğunu anımsatmaktan büyük bir haz duyan Bay Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olmanın sorumluluğunu taşıyamıyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olan kişi, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, “sömürgeciliğe karşı”dır, yani “antiemperyalist”tir. Hiçbir devletin, hiçbir ülkenin başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı dek, sömürgeciliğe karşı olamaz, çünkü onun oturduğu sorumluluk koltuğu, Mustafa Kemal’in kalıtıdır. Sömürgeciliğe karşı, dünyada ilk kurtuluş savaşını vermiş ve bu savaşı başarıya ulaştırmış tek önder olan Mustafa Kemal’in ülkesinde yönetici olanların ilk nitemleri (vasıf), “sömürgeciliğe karşı olmak”tır. Oysa, bizim Başbakanımız, sömürgecilerle ortak hareket ediyor. Ortadoğu halklarını köleleştirme, bu halkların doğal kaynaklarını sömürme tasarısı (planı) olan “Büyük Ortadoğu Projesi” ni, Bush ’un yanında imzalamaktan onur duyan Erdoğan, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez ülkesinin bir bölümünü “Kürdistan” diye tanımlayan Avrupa Birliği’nin kapısında selam duran Erdoğan... Kısası, ulusumuzu ve devletimizi aşağılayan her siyasaya baş eğen sorumlu Bay Erdoğan... Bay Erdoğan’a verilen son görev de, “Medeniyetler Çatışması”nı önleme... Böyle bir görevi benimseyen ve önemseyen Bay Erdoğan, gerçekten, ABD tarafından kullanılıyor. Ona bu görevi verenin Bush olduğunu biliyoruz. Müslüman halk PENCERE Çiçek Miçek... izim evin ötesinde berisinde, ön ya da arka balkonda saksılar bulunur; görmeden bakar geçerim; çiçeklerle emektar Fatma Hanım ilgilenir; ben adlarını bile bilmem... Işık Yenersu bir kocaman sepet çiçek yolladı... Çiçekler küçük küçük saksılara yerleştirilmiş menekşeler.. Ne de güzeller.. Al başına belayı.. Bu çiçeklerin her birinin altına, içine su doldurulacak tabak çanak bulmak gerekiyormuş; çünkü saksıların dibinde delikler varmış; toprak, suyu oradan emermiş... O işi de yaptık, menekşelerin yüzü birden gülmeye başladı... ? Ben de düşünmeye başladım: Nedir bu menekşe?.. Şöyle bir göz attım, rengi mora çalıyor... Birden aklıma geldi, Divan Şiirinde sevgilinin saçı, yüzündeki ayva tüyleri ve benleri her nedense menekşeye benzetilir... Ne benzerlik var ki?.. Oysa karanfil başka bir olgu.. Ahmet Haşim bin yaşasın: OKTAY AKBAL Türk Olmak, Olmamak! alkçıyız, devletçiyiz, devrimciyiz, laikiz, milliyetçiyiz, Cumhuriyetçiyiz...” Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk ulusuna sunduğu altı temel ilke!.. Anayasalarda en başta yer alan bu altı ok, artık yana itildi mi, unutuldu mu? Milliyetçi olmak, yurdunu sevmektir. İnsanlığı sevmektir. Yaşamı sevmektir. Tek başına bir anlam taşımaz Atatürk milliyetçiliği, bir bütünün önemli bir parçasıdır. Bir süredir milliyetçi olmak, yani ulusunu sevmek, ulusunu yüceltmek, ulusunu korumak, ulusunun bağımsızlığını savunmak, kimi çevre ve kişilere göre nerdeyse bir çeşit suç sayılır oldu! “Ulus” diye bir gerçek yok onlara göre, olmamalı. Türklük onlara göre de alt kimlik. Lazlık, Gürcülük, Kürtlük, Çerkezlik, Ermenilik, Rumluk, Yahudilik vb. Hepsine birden verilmek istenen ad “Türkiyelilik!” Hangi kökenden gelirse gelsin, “Ben Türkiye yurttaşıyım” demek yeterli!.. Kısacası, Türklük yok, Türkiyeli olmak var!.. Biri yazmıştı. “Artık insan var. Hepimiz insanız.” Evet öyle, ama, nasıl Alman kendine önce Alman, Fransız önce Fransızım, İtalyan önce İtalyanım; Yunan, önce Yunanım, Rus önce Rusum, Bulgar önce Bulgarım diyorsa, biz de Türk olduğumuzu, Türk insanı olduğumuzu kimden, neden saklayacağız? Bir gazeteciyi öldürdüler. Bunu yapan bir Türk genci! Gitti bir Ermeniyi vurdu. Daha önce Uğur’lar, Tütengil’ler, Kışlalı’lar da vuruldu. Onlar Türk değil miydi? Türkler de Türkleri öldürüyor. Düşünce, duyuş ayrılıklarını bahane ederek nice cinayet işlendi. “Hepimiz Ermeniyiz” çığlıklarını duyunca, eldeki tabelaları görünce anılar üşüştü. Ulusalcı duygular insanca bir niteliktir. “Ne mutlu Türküm diyene” boş bir söz müdür? Yıllardır benimsenmiş, özdeşleştirilmiş! Öyle bildik, öyle yetiştik. Yeni kuşakları da bu ilkelerle, laik, halkçı, cumhuriyetçi, devletçi bir bütünleşme içinde görerek, benimseyerek yetiştirdik ya da yetiştirmek istedik! Hangi kökten gelirse gelsin hain ellerce kıyılanların anısı önünde düşünmek, bu kanlı tertiplerin derinliğine inmek varken milliyetçiliği yani ulusalcılığı her kötülüğün, her yanlışın nedeni saymak akıl ve gerçekdışı değil midir? Milliyetçiliğin aşırısı, aşırı olmayanı diye bir şey yoktur. Ulusunu sevmek bir insanlık görevidir. İnsanlığının kanıtıdır. Bir ulus içinden bilgin de çıkar, yazar da, kahraman da, erdemli de, erdemsiz de çıkar. Bu arada şaşkınlaştırılmış, bilinç dışına itilmiş, yanlış koşullandırılmış, gerçek ulusalcılıktan kopuk kişiler de çıkar! Bu yanlış eğitimle, öğretimle daha başkaları da çıkacaktır. “Hepimiz Ermeniyiz” demek yetmez, hepimiz altı okun ülküleştirdiği bir Türk ülkesinin insanlarıyız, yurttaşlarıyız demek en doğrusudur. Hangi kökenden gelmiş olursak olalım! H “H ları sömürmek için, ortaya bir uygarlıklar çatışması atıldı. Bay Recep Tayyip Erdoğan, gözlerini belete belete, sözcükleri çeke çeke, her yerde “medeniyetler uzlaşması”ndan söz ediyor. Kendisini de, görevli olduğunu unutup evrensel bir işlevi yerine getiren bir deha gibi sunuyor. Oysa, o değin bilgisiz ki, “uygarlık (medeniyet), ekin (kültür) ve inanç” kavramlarının ilişkilerini, ilintilerini, bağlarını ve bağıntılarını bilmiyor. Bilmediğinin de farkında değil. Vecihi TİMUROĞLU tün gelişmeler, bundan böyle, “uygarlık” (civilization, medeniyet) diye anılmıştır. İdealist düşünürler, uygarlığı, en geniş anlamıyla, ekin (kültür) kavramıyla bütünleştirmişlerdir. Birçok coğrafyaya yayılmış bir toplumun ortak olan inanç, töre, güzel, uygulayım (teknik) birikimlerinin tümüne “uygarlık” denmiştir. Ekin (hars, kültür, cultura), toplumbilimcilerle halkbilimciler tarafından farklı algılanır. İnsan bilimleriyle uğraşanlar, ekin kavramından, özellikle bedensel ve ruhsal yetileri geliştirmeyi anlarlar. Örneğin, “kültürfizik” teriminden bedensel geliştirmeyi, “matematik kültürü” kavramından anlaksal (zihinsel) geliştirmeyi amaçlarız. “Kültürlü kişi”den, eğitilmiş, beğenisi incelmiş, usavurma ve eleştiri gücü gelişmiş insanı anlarız. sömürgeci siyasasını destekliyor. Oysa, ekin kavramıyla uygarlık kavramı, birbirinden epeyce ayrı içeriklere sahiptirler. Yalnız Almanlar değil, başka ulusların toplumbilimcileri de, uygarlıkla ekini ayırıyorlar. Örneğin, Fransız düşünürü A. Clausse, uygarlıktan, belirli bir tarihsel ortamın özdeksel, tinsel ve ahlaksal içeriğini, ekinden de zekânın ve duyarlığın bu içerik karşısındaki edimli davranışını anlıyor. Daha birçok düşünür, bu iki kavramı birbirinden ayırmayı yeğliyor, ama bizim Başbakanımız bilmediği kavramları kullanarak tüm ezilmiş halkların sömürgecilerce uyutulmasına soyunmuş. B MEDENİYET KENTLİLİK DEMEKTİR... ‘’Medeniyet”, “medinelilik” yani kentlilik demektir. Türkçesi uygarlıktır. Uygarlık, “udmak” (uymak) kökünden türetilmiştir. Bir varlığa karşı olmak, bir nesne ile denge sağlamak, birinin izini sürmek, yerleşmek gibi anlamlar taşır. Araplar, “medine” terimini, Asurlardan almışlar. Asurcada, “madana” kent anlamındadır. İbraniler de, bu terimi “madina” diye almışlar. Araplar, “Yesrib” kentine, “Medina” adını vermişlerdir. Büyük bir olasılıkla, Yesrib’in çevresinde oturan Yahudi kabileleri, Yesrib’i “Medina” diye adladırmışlar, Araplar da bu adı benimsemişlerdir. Latinler, genel anlamda, barbarlıktan kurtulma, törelere bağlı olarak belirli bir yurt içinde yaşama biçimini “civis” terimiyle ifade etmişlerdir. Toplumsal gelişme yasalarına koşut olarak, bilimin ve tekniğin yarattığı olanaklarla geliştirilen yeni yaşam biçimleri oluşturulmuştur. Bü TEHLİKELİ OYUN Uygarlıklar hiç çatışmazlar. Ancak inançlar çatışırlar. Çünkü, inançlar dogmalara (inaklara) dayanırlar. İnanılmış doğrunun dışında doğruların varlığı kabul edilmez. Kaynağında, doğru ile doğru düşünce arasındaki kavram farkını bile bilmez inanç sahibi. Doğru düşüncenin, nesnesiyle çakışan düşünce olduğunu bilmez inanır. Bay Erdoğan da tek doğrunun, sömürgeci güçlerle işbirliği yapmak olduğuna inanmış bir kez. Ama, çok tehlikeli bir oyunun içinde olduğunu bilmelidir. Bu oyun, sömürgecilerin ezilmiş ulusları bir süre daha tarihin karanlığında tutma siyasasının adıdır. SÖMÜRGECİLERİN ARDINA TAKILMAK Bay Erdoğan, sömürgecilerin ardına takılarak, tüm İslam dünyasını Bush’a kul eyleyecek bir tasarı gerçekleştirmeye çalışıyor. “Uygarlıklar çatışması” kavramını ilk kez, Samuel P. Huntington ortaya attı. Huntington, uygarlıkla ekin kavramlarının aynı olduğunu savlıyor. Ona göre, bu iki kavramı, yalnız Alman toplumbilimcileri ayırıyorlar. Dünya barışını tehdit eden tek kavram, medeniyetler çatışması olarak sunuluyor. Huntington, açıkça, Amerika Birleşik Devletleri’nin “Yârin dudağından getirilmiş Bir katre âlevdir bu karanfil Ruhum acısından bunu bildi Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer Kızgın kokusundan kelebekler Gönlüm ona pervâne kesildi.” Çiçeği sevmek somut, çiçeği şiirde sevmek soyut bir duygudur; al birini vur ötekine... ? Divan şairleri çiçek üzerine birbirleriyle yarışırlar, sevgilinin gözleri nergistir, saçları sümbüldür, yanakları güldür; nilüfer, yasemin, nesteren, erguvan çiçekleri sevgiliyi tanımlamak için hizmete koşulur... Bizim dönemimizde lise edebiyat dersinde Divan Şiiri okunurken çiçeklerden söz açılır, sevgili ya da ‘yâr’ üzerine söylenmiş beyitler sıralanırdı; bu uçuk bilgilerin tümü ‘nisyan’ kuyusunun dibinde uyuyor şimdi... Ancak çiçek yalnız edebiyatta değil, resim sanatında da baş tacıdır; yağlıboya çiçeklerden sanatçılar ve izleyicileri çağlar boyunca vazgeçemediler... ? Ama çiçeğin en güzel yanı nedir?.. Alçakgönüllülüğü!.. Zengin seralarında da yetişir çiçek.. dağ başlarında da... Lüks salonlarda pahalı saksılarda ya da gecekondularda avuç içi kadar avlularda, çiçekten çiçeğe yer açılır... Nadir Nadi’nin unutulmaz eşi, Cumhuriyet Vakfı’nın kurucusu Berin Hanım’ın büyükannesi Behime Nükhet Hanım şairmiş... Bizim gizemli geçmişimizde böylesine unutulmuş ya da şöhret kazanamamış nice şairimiz vardır... Berin Nadi büyükannesinden iki dizeyi sık sık söylerdi: “Alırım karşıma bir deste karanfil.. Âlemin gülistanı umurumda değil..” Sonra hayıflanırdı: “ Unuttum, acaba ilk mısradaki sözcük ‘karşıma’ mı idi, yoksa ‘elime’ mi idi?..” ? Ahmet Haşim’in karanfili ile Behime Nükhet’in karanfili aynı karanfil değil... Haşim’inki aşk ve tensellik kokuyor, Nükhet’inki alçakgönüllülük, kendine yeterlik, onur üzerine esinlenmiş bir karanfil... Çiçek önünde sonunda insanın hizmetkârıdır; hangi niyetle kullanırsan ona göre yetişir, açar, kokar, güzellenir, güzelleşir... Tüm doğa insan için değil mi?.. Ulusal Andımız Ulusal Sınırlarımız “Yeni Türkiye Atatürk’le yalnız İslam anlayış ve görüşlerini değil, aynı zamanda Avrupa’nın düşünme biçimini de aşmıştır. Türkiye bir dürüstlük, içtenlilik ve gerçekçilik politikasını gütmekte ve bu yüzden tepkilere, başarısızlıklara uğramamaktadır. Bu politikanın kendinden öncekilere benzer tarafı olmadığı gibi taklidi de yoktur.’ Prof. Dr. Herbert Melziğ arih 12 Ocak 1920, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusanı 28 Ocak 1920 tarihinde Mustafa Kemal tarafından hazırlanan ve yeni Türk devletinin ulusal sınırlarının belirlendiği ‘Ulusal Ant’ı kabul etmiştir. Bu değerli belge tarihimizde ‘Misakı milli’ ya da ‘Ulusal Ant’ olarak anılır. Mustafa Kemal’in kuracağı yeni devletin sınırları işte bu tarihsel belge ile belirlenip açıklanmaktadır. Hepsinden önemlisi de Mustafa Kemal’in olmadığı Osmanlı Meclisi Mebusanı onun hazırladığı bu yaşamsal kararları onaylamıştır. Dr. Handan DİKER Böylelikle işgal İstanbul’unda Türk ulusunun tam bağımsızlık ve asgari barış koşullarını içeren bir program kabul edilmiş oluyordu. Nitekim Ocak 1922’de yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal ‘Ulusal Ant’a ilişkin şöyle diyecektir: “Misakımilli barış yapmak için en yeterli ve en küçük ölçüdeki koşullarımızı içine alan bir programdır. Barışa ulaşmak için derleyeceğimiz temel ilkeleri kapsar. Ama yurdu ve ulusu kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Ulusun gerçekten kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek ulusun bağımsızlığını korumaya bağlıdır. Misakımilli’nin hedefi onu sağlamaktır.” Misakımilli kararları 121 milletvekilinin imzası ile kabul edilmiştir. Esas olarak Erzurum ve Sıvas kongreleri kararlarına dayanan Misakımilli şöyle özetlenebilir: 30 Ekim 1918’de imzalanmış Yeditepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi olan Mondros Ateşkesi sırasında işgal edilmiş topraklar bölünmez bir bütündür. Ateşkesin imzalanması sırasında özellikle halkın çoğu Arap olan bölgelerin geleceği için halkoyuna başvurulmalıdır. Halkı özgür kalır kalmaz anavatana kendi istekleri ile katılmış olan Kars, Ardahan ve Artvin için gerekirse yeniden halkın oyuna başvurulmasını kabul ederiz. Batı Trakya’nın geleceği için halkoyuna başvurulmalıdır. İstanbul ve Marmara Denizi’nin güvenliği sağlandığı takdirde Boğazların dünya ticaretine açılabilmesi konusunda bizimle beraber ilgili devletlerin ortak vereceği karar geçerli olacaktır. Azınlıkların hukuku komşu ülkelerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanması koşulu ile uygulanabilir. Siyasi, mali ve adli gelişmemizi kısıtlayan ayrıcalıklara karşıyız. Burada açıkça görülüyor ki Ulusal Ant bir ölçüde Kurtuluş Savaşı’nın siyasal anlamda bir programı olma durumundadır. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları belirlenirken Ulusal Ant temel alınmıştır. Ve ‘Ulusal Ant’a göre çizilmiştir. Türk Devrim Tarihi açısından Ulusal Ant bir kırılma noktası oluşturur. Burada ilk kez ulusal sınırlarımız belirlenir, Meclis’çe onanır ve ancak bundan sonradır ki Mustafa Kemal büyük bir hareket serbestisi kazanarak Milli Mücadele’ye girişir. Öte yandan Misakımilli gerek ulusal gerekse uluslararası alanda yapılan antlaşmalara da temel oluşturmuştur. Mustafa Kemal, TBMM’nin gizli oturum (celse ) zabıtlarında Ulusal Ant’ı şöyle değerlendirecektir: “Ulusal Ant, şu hat, bu hat (sınır çizgisi) diye hiçbir zamanda sınırlar çizmemiştir. O sınırı çizen şey, o ulusun çıkarı ve yüksek kurulumuzun isabetli görüşüdür. Yoksa bu haritası olan bir sınır yoktur.” T Tecrit: İşkencenin Ta Kendisi... ütün ağırlığı ile Türkiye’nin gündemini sarsan infaz sistemi ile ilgili görüşlerimizi açıklamaya çalışalım. Son yıllarda, akıl almaz ve dayanılmaz nitelikte işlenen suçlar nedeniyle mutsuzluğu çağrıştıran bir ülke haline gelindiği ve bütün çabalara karşın haksız kazanç, hırsızlık, dolandırıcılık, kapkaççılık, silahlı soygun, banka vurgunları, yaralama, cinayet, tecavüz, uyuşturucu ticareti, çeşitli kaçakçılık ve en değerli vatan topraklarının, yerli yabancı kişi ve şirketlere pazarlanması suçlarının önlenemediği ve devlet kurumlarının bütün bu ağır eylemler karşısında aciz ve çaresiz kaldığı bir gerçektir. Bu durum dolayısıyla, şiddete şiddetle karşılık vermek gibi bir zaafa kapılmadan, cezaevlerinde yaşanan hayatın dikkatle ve ivedilikle ele alınması, devletin sorumluluğu ve yükümlülüğü açısından infaz işlemlerinin uygar dünyanın koşulları göz önünde bulundurularak planlanması, Türk toplumunun da irade ve isteği doğrultusunda, insan onuruna yakışır bir infaz sisteminin hazırlanıp uygulamaya konulması zorunlu duruma gelmiştir. Türkiyemizde halen en çok adı geçen tesisler, Sinop, Bayrampaşa cezaevleri ve (F tipi) denilen son ör B neklerdir. Bunlardan F tiplerinin devreye girmesinden sonra toplumda pek çok rahatsızlıkların oluştuğunu gazete ve televizyonlardan öğrenmiş bulunuyoruz. Geçen yıllarda devletin güvencesi altındaki Bayrampaşa Cezaevi’nde isyanlar başgöstermiş, yangınlar çıkmış, emniyet kuvvetleri ve içeridekiler çatışmaya girmiş, yaşanan şiddet ve çatışma sırasında oluşan yaşamsal kayıplar, üzüntü ve endişelere neden olmuştu. Ancak şu ana kadar başgösteren uzun, acı, haklı ya da haksız olaylar içinde, günümüze kadar halka halka uzayan zincirin sonucunda öyle eylemler bulunuyor ki, bunları görmezlikten gelmek, umursamamak ve gelişmeler karşısında suskun ve hareketsiz kalmak, adaletin tecellisi için yıllarını harcayan insanlar açısından kabul edilebilecek bir davranış değildir. Cezaevlerinde meydana gelen karşılıklı şiddet nedeniyle verilen kayıplar sonunda hayatta kalanlara, yeni inşa edilen ve kendileri için daha güvenli olabileceği telkin edilen F tipi cezaevlerine nakillerinin uygunluğu beyan ve ikna edilerek, mahkumlar, istekleri dışında bu yeni tip cezaevlerine gönderilmişlerdir ve bu eylemler, ne yazık ki devletin en sorumlu görevlilerinden biri olan dönemin Adalet Bakanı’nın teşvik Lamia ONAT ve ısrarı ile sonuçlandırılmıştır. Sade bir vatandaş olarak öğrenmek istediğimiz hususlar, şu sorulardan ibaret kalıyor: F tipinde ne oldu da tutuklu yakınları zaman zaman sokaklarda gösteri yapmaya başladılar? Bu anneler, aileler, gençler, coplu saldırılara göğüs germeyi sürdürerek şikâyet ve itirazlarını, neden böyle topluma açıklamak istediler? F tipi cezaevlerinde ne var ki, insanlar gazete satırlarında, meydanlarda, F tipi uygulamasına son verilmesi için feryat ediyorlar? F tipi cezaevlerinde ne var ki, orada kalanlar “ölüm orucu” denilen korkunç bir eyleme katılıyor ve bu eylemin mukadder sonucu olarak hayatlarını kaybediyorlar ya da sakat kalıyorlar? F tipi cezaevlerinde onları yaşamaktan kopartan bu acımasız koşullar nelerdir? Şimdi kaç genç insan bu uygulamanın kahrıyla, vurgunuyla pençeleşiyor. Gazetelerden öğrendiğimize göre “ölüm orucu”nda yaşamını kaybedenlerin sayısı 120’nin üzerindedir. Şimdi tekrar sormak istiyorum, F tipi cezaevlerinde yıllarca sürecek mahkumiyet devresi Emekli Ceza Yargıcı içinde, insanları, ölmeyi isteyecek kadar mutsuz, çaresiz ve ümitsiz bırakan etkenler nelerdir? Ve ben sade bir Türk vatandaşı olarak kesin, açık ve sınırsız bir inanç içinde ilgililere sesleniyorum: Uygarlıktan ve insanlıktan söz ediyorsak, çağdışı devirlerin karanlığına düşmeden, insanlarımıza insan gibi yaşamayı öngören ve sadece özgürlükleri kısıtlayıcı cezaların uygulandığı yeni koşullar içeren cezaevleri kuralım. Bu kapalı ve açık evleri, sağlık ocakları, okullar ve işyerleri olarak donatalım. Böyle yapılırsa insanlarımız o zaman hayatlarına son vermek yerine, umutlar kazanarak ailelerine ve sevenlerine kavuşmayı, pişmanlığı ve affedilmeyi düşünebilirler. F tip cezaevlerine gelince: Onları, evet onları, bütün donanımlarını değiştirmek suretiyle, güneşe, doğaya, gençliğe açarak, öğrenci yurtları ve eğitim tesisleri halinde toplumumuza armağan edelim. Şimdi ben bu görüşleri, senelerden beri içimde taşıdığım duygu ve düşüncelerin, açık ve kesin bir ifadesi olarak halkımıza sunmak istiyorum. Algılanması, tartışılması ve uygulanması dileklerimle... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle