01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 Ayrımcılık ve azınlıklara tahammülsüzlük noktasında AİHM’yi dahi dinlemiyor… C B strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM 2 ŞUBAT 2007 CUMA Atina, Lozan’ı uygulamıyor Onur ÖYMEN atı Trakya meselesi Yunanistan’ın sadece Batı Trakya’ya özgü bir yaklaşımından kaynaklanmıyor. Batı Trakya meselesi, Yunanistan’ın genel olarak azınlıklar konusundaki olumsuz politikasının bir ürünüdür. Türkiye’nin sorunu ise yalnız Yunanistan'ın Batı Trakya’daki uygulamaları ile ilgili değil. Oniki Adalar’da yaşayan soydaşlarımız da aynı sıkıntıyı çekiyor. Rodos’ta 3 bin soydaşımız var, bunların 7 tane Türk okulu vardı, bugün bir tane bile bulunmuyor Acaba, niçin yok?.. Çünkü, bunların varlığını, bir azınlığın varlığını Yunanistan içine sindiremiyor. Acaba, sadece Türk azınlığıyla mı ilgilidir bu sorunlar? Hayır, değildir. Bu sorunlar, aynı zamanda, başka kökenden gelen Yunan vatandaşları için de vardır. Makedon kökenli vatandaşlarına da Yunanistan aynı kısıtlayıcı politikaları uygulamaktadır. çalıştığı için yargılayabiliyor, hapse atabiliyor. Müftünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurup dört kere Yunanistan’ı mahkum ettirmiş olması da, Atina’nın politikalarını değiştirmiyor. Batı Trakya’da bazı köylerde Osmanlılardan kalma camiler yıkılmış ve tamirine izin verilmiyor. Bunların tamiri için belediyelerin yetkisi bulunmuyor. Ahlak ve Ahlaksızlık bulunmaktadır. Bu askerlerin sevkıyatı, gizlemeye gerek duyulmadan her dönem yapılmaktadır. Ellerinde Yunan silahlı kuvvetlerine kayıtlı son model silahlar ve cihazlar bulunan Yunan askerleri, başta Türk kesimini dinleme faaliyetleri olmak üzere her alanda ağırlıklarını hissettirmektedir. Adaya giden her Yunan askeri (erler), Rum kesiminden ortalama 600 avro maaş almaktadır. Bu rakam subay ve astsubaylarda katlanarak yükselmektedir. Lefkoşe’yi stratejik olarak gören tepenin üzerinde kurulan dinleme merkezinde çalışan (Türkçe biliyorlar) Yunan askerleri ise 1100 avroya varan maaşlar almaktadır. Haftalık periyotlarla dinleme merkezine giden Yunan askerleri, Türk kesimindeki askeri telsiz konuşmaları başta olmak üzere, teknolojileri elverdiği ölçüde (sınırlı) dinleme faaliyetlerini sürdürmektedir. Adadaki “Andreas Papandreu” deniz üssü de unutulmamalıdır. Bugün Akdeniz’de görev yapan Yunan deniz kuvvetlerine ait gemilerle, Rum kesiminde sürekli konuşlanan gemilerin hemen tamamı “Andreas Papandreu” deniz üssünde bulunmaktadır. Rumlar kendi aldıkları silahların yanında, Yunanistan’ın aracılığı ya da Yunanistan’ın kendi alarak Rum kesimine verdiği silahlarla bugün artık önemli güç haline gelmişlerdir. Ayrıca Yunanistan’daki askeri okullarda okuyup “savaşma sanatını” öğrenen onlarca hatta yüzlerce Rum talebe bulunmaktadır. Adadaki güç dengelerinin her geçen gün daha da tartışılır hale geldiği dikkate alınırsa, Yunanistan başbakanı Kostas Karamanlis’in geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamalar öne çıkmaktadır. Karamanlis, 21’inci yüzyılda Türkiye’nin adada hâlâ asker bulundurduğuna dikkat çekerek “bu durum hem ahlaki, hem de siyasi olarak mantık dışıdır” diyor. Başta Türkiye’yi ahlaksızlıkla suçlayan “Karamanlı Karamanlis” olmak üzere, 47 yıldan bu yana adada asker bulunduran Yunanistan’daki hükümetlerin ne kadar “ahlaklı” olduğu tarihe havale edilmemelidir. Ayrıca bu ifadeleri kullanan Yunanistan başbakanına “O zaman neden Kıbrıs’ta asker bulunduran ahlaksız bir ülkenin başbakanının çocuğunun nikah şahidi oluyorsun?” sorusunu sormak lazım. [email protected] LOZAN VE TÜRKLER Batı Trakya Türklerinin Lozan Antlaşmasıyla sahip oldukları haklar bu antlaşmanın 3744. maddelerinde yer almaktadır. Antlaşmanın 37. maddesi çok önemli. Orada, "Yunanistan bu hükümleri temel yasa olarak tanıyacak ve hiçbir yasa, metin veya resmi işlemin bunlarla çelişmesine izin vermeyecektir" deniliyor. Yani Batı Trakya’da Türklere getirilen kısıtlamaların tümü bu 37. maddenin çok açık bir ihlalidir. Lozan’ın 38. maddesine göre dinin özgürce uygulama hakkı vardır. Yani, bu, buradaki Türk azınlığının kendi müftülerini kendilerinin seçme hakkıdır. Ne yazık ki, Yunanistan uzun bir süreden beri halkın seçtiği müftülerin görev yapmasına izin vermiyor. Onun yerine kendi tayin ettiği müftülerin görev yapmasını istiyor. Lozan Antlaşmasının 45. maddesi "İstanbul’daki Rumlara hangi haklar verilmişse Batı Trakya’daki Müslümanlara da aynı haklar verilecektir" diyor. İstanbul’daki Rumlar kendi liderlerini seçiyorlar, görev yapıyorlar. Orada, 15 tane Türkiye’de eğitilmiş 15 Türk öğretmen görev yapıyor. 220 okulda bu kadar öğretmenin eğitim vermesi mümkün değildir. AB üyesi Yunanistan, azınlıklar konusunda sınır tanımaz uygulamalar içinde bulunuyor. Yalnızca Türklere karşı değil, ülkesindeki Arnavut, Makedon azınlıklara yönelik de ciddi baskılar uyguluyor. Atina yönetimi, bu konularda AİHM kararlarını dahi dikkate almıyor. MAKEDONLARIN DURUMU Makedonlar, Florina Kentinde 8 Ekim 1995 tarihinde Gökkuşağı Partisi adında bir siyasi parti kurdular. Bu partiye ilişkin Helsinki Federasyonu’nun raporunda yer alan şu cümle Yunanistan'ın tutumunu çok güzel bir şekilde özetliyor: "14 Eylül 1995 tarihinde Gökkuşağı Partisi’nin Florina’daki merkezi tamamen yakılmıştır. Ondan bir gün önce, belediye başkanlığının öncülüğünde polis ve bir grup Yunanlı partinin tabelasını sökmüşlerdir. Bu şiddet eylemine başvuranlar hakkında hiçbir soruşturma açılmamış, parti kuranlar hakkında Yunanistan’da bölücülük yaptıkları için soruşturma açılmıştır. Bunlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmişlerdir, Yunanistan’ı mahkum ettirmişlerdir, ama Yunanistan, politikasını değiştirmemiştir." Daha sonra bu derneğin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurduğunu ve mahkemenin de Yunanistan’ı mahkum ettiğini biliyoruz. Ama buna karşın, Yunanistan’ın Makedon azınlık konusundaki tutumunu değiştirmedi. Yunanistan’da ciddi bir nüfus azalması sorunu var. Nüfusu giderek azalıyor. Atina yönetimi bunu önlemek için hükümet çok çocuklu ailelere prim verme yoluna gidiyor. Üç ve daha çok çocuğu olan ailelilere bir teşvik primi veriliyor. Ancak, Yunan basınından öğrendiğimize göre bunun bir koşulu var: Hristiyan kökenli olmak. Hristiyan kökenli olmayan Yunan vatandaşları bu primden yararlanamıyor. Batı Trakya’daki sıkıntı sadece oradaki Türklere yönelik davranışlardan kaynaklanmıyor. Yunanistan’ın genel olarak azınlıklara tahammül etmeyen politikasından kaynaklanıyor. Yunanistan’da bir Mevlânâ yetişmemiştir, bir Yunus Emre yoktur, Yunanistan’da hoşgörü kültürü yoktur. Bu sorun bundan kaynaklanıyor. Yunanistan, oradaki bir din adamını, bir müftüyü sırf halkın seçtiği müftü olarak görevini yapmaya Yunanistan. Lozan’daki kontenjanın bile ancak yarısını veriyor. Yani, Türk çocuklarının yeterli eğitimi almaması isteniyor. Lozan Antlaşmasının 38. ve 39. maddelerine göre Müslümanlara hiçbir ayrımcılık yapılmayacak, onlar bütün medeni ve siyasal haklardan bu çerçevede yararlanacaklardı. Bu hakların başında vatandaşlık hakkı geliyor. Ama Yunanistan 1955 yılında çıkarttığı vatandaşlık yasasının 19. maddesiyle eğitim, sağlık gibi gerekçelerle uzun süre için Yunanistan’dan ayrılan, "Elen soyundan olmayan" Yunan vatandaşlarının Yunan uyruğundan çıkarılabileceğini kararlaştırdı. Bu madde 1998 yılında Türkiye’nin yaptığı yoğun eleştirilerin sonucunda yasadan çıkarıldı; ama 43 yıl boyunca uygulanan bu madde uyarınca 60 bin soydaşımız Yunan vatandaşlığından uzaklaştırıldı. 1998 yılında bunun bir hata olduğu anlaşılıp yasa düzeltildi ama vatandaşlıktan çıkartılan Türk azınlığı tekrar vatandaşlığa alınmadı. Lozan Antlaşmasının 40. maddesine göre Türk azınlık, giderlerini kendileri ödemek kaydıyla her türlü okul ve benzeri kurumlar kurarak bunları yönetebileceklerdi. Ne yazık ki, bu madde de tam işletilmiyor. Lozan Antlaşmasındaki hükümler kısıtlanarak Türkiye’de yetişmiş sadece 15 öğretmenin görev yapmasına izin veriliyor. 100’e yakın eğitimli Türkçe öğretmeni halen İskeçe ve Gümülcine’de işsiz olarak oturuyor. Lozan’ın bir 16 Sayılı Eki bulunuyor. Lozan’ın 16 Sayılı Eki’nde, 10 Ağustos 1920 yılında Yunanistan’la yapılan bir anlaşmadan bahsediyor. O anlaşma, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’yla Yunanistan tarafından imzalanmıştır ve bu anlaşma, oradaki Müslümanlardan sadece Müslüman olarak değil, Türk ve Bulgarlar olarak bahsediyor. Yunanistan, uluslararası anlaşmalarda Türk’ten bahis olmadığını savunuyor. Ancak o anlaşmada "Türk"ten bahsediyor.Basın haberlerine göre Yunanistan bu eksikliklerin bazılarını gidermek için bir yasa tasarısı hazırlıyor. Ama bazı sorunlar yasayla değil, uygulamayla ilgili. Örneğin, 19. maddeye göre vatandaşlıktan atılan soydaşlarımızın tekrar vatandaşlığa alınması, yıkık dökük durumdaki, 17. yüzyıldan kalma bazı tarihi Osmanlı camilerinin tamirine izin verilmesi, seçilmiş müftülerin görev yapması gibi… Bütün bunlar için yasaya gerek bulunmuyor. Siyasi irade ile bunların düzeltilmesi olası. Ama ne yazık ki, Yunanistan’da bu siyasi irade bulunmuyor. Yunanistan uluslararası anlaşmaları dinlemiyor, hiçbir eleştiriye de olumlu cevap vermiyor. Türkiye’den en küçük bir şikâyeti olsa Yunanistan dünyayı ayağa kaldırıyor. Türkiye’yi en ağır şekilde suçluyor. Ancak, hükümet Lozan Antlaşmasının 45. maddesindeki karşılıklılık ilkesine de yeterince önem vermez görünüyor. Vakıflar Yasası’na, onun ilk nüshasında mütekabiliyet ilkesinden bahsedilmiyor.Gerek Batı Trakya konusunda, gerek TürkYunan ilişkilerinde, gerek Kıbrıs’ta Türkiye yeni ve köklü bir değerlendirme yapmak zorunda. arih 27 Mayıs 1960. Türkiye’de ihtilal olmuş, ortalık toz duman. Kimsenin Kıbrıs ya da Yunanistan ile uğraşacak hali yok. 195960 anlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başındaki Rum’lardan oluşan şer odakları, Yunanistan hükümeti ile beraber yeni oyunlar içine girmişler. “Enosis’in ilk adımları” olarak tanımlanabilecek plan uyarınca, aynı yılın son aylarında Rumlar ve Yunanistan’daki hükümetin ortak kararı ile adaya gizlice Yunan askeri gönderilmesine başlanıyor. Yunanistan’da iktidarda, Yorgo Papandreu hükümeti bulunuyor. Bu zat, eski dışişleri bakanı, şimdiki ana muhalefet partisi PASOK’un başkanı ve İsmail Cem’in en yakın arkadaşı Yorgo Papandreu’nun dedesi. Türkiye’nin durumu fark edip tepki göstermesinden korkan dönemin başbakanı dede Papandreu, adaya gizlice gönderilecek Yunan askerlerinin kesinlikle sivil giyimli ve turist görünümünde olması emrini veriyor. 1960 sonbaharın ılık günlerinde ilk küçük grup Yunan askeri Atina’nın Pire limanından sivil yolcu gemilerine bindirilip, Ada’ya doğru yola çıkıyor. Bunu diğer gruplar izliyor. Çoğu subay ve astsubaydan oluşan nitelikli Yunan askerleri, adaya varır varmaz kontrolü ele alıp Rum milli muhafız ordusunun elbiselerini giyiyorlar. Türk askerinin 1974 barış harekatı sırasında adada 14 yıldır bulunan Yunan askerleri, tüm bölgelerde çarpışıp, Mehmetçiğin kayıplar vermesine yol açıyorlar. Rumlardan oluşan “çapulcu” ordusunun desteği ile sürdürülmeye çalışılan savaş kısa sürüyor ve turist görüntüsü altında adaya giden Yunan askerlerinin bir bölümü hayatlarını kaybederken, bir kısmı esir alınıyor (bu kişiler daha sonra geriye verildi). Adadaki Yunan askerinin varlığını kanıtlamak isteyen Türkiye ise barış harekatı sonrası Türkiye’nin çeşitli şehirlerindeki müzelerde Rum milli muhafız ordusu elbiselerini giymiş Yunan askerlerinden ele geçen silah, mühimmat ve bayrakları (Yunan bayrakları) sergiledi. ??? İlk Yunan askerinin adaya ayak basmasından 47 yıl sonra bugün hâlâ Rum kesiminde binlerce Yunan askeri bulunmaktadır. Sayıları 80 bin kişiyi geçen Rum milli muhafız ordusunun tüm önemli noktalarında Yunan askerleri T Nükleer enerjiye hazırız İstanbul Haber Servisi Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM), Türkiye’nin nükleer enerji konusundaki tüm çalışmalarının yerinde incelenmesi amacıyla Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne (ÇNAEM) gezi düzenledi. ÇNAEM Müdürü Dr. Şevket Can, merkezin tamamen Türk uzmanlar tarafından projesinin çizilip inşasının gerçekleştirildiğini ve yine Türk uzmanlar tarafından işletildiğini vurgulayarak “Nükleer enerji konusunda gerekli adımlar atılacağı zaman bizler tüm ekip olarak bu işi başarıyla yürütebilecek donanım ve deneyime sahibiz” dedi. TASAM’ın, Türkiye’de nükleer enerjinin üretilmesinin gerekliliğini incelemek, mevcut sınırlamaları ve problem sahalarını belirlemek ve uygun öneriler geliştirmek amacıyla yürüttüğü “Sürdürülebilir Kalkınma İçin Nükleer Enerji” projesinin 7. ayağı kapsamında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) bünyesinde faaliyet gösteren ÇNAEM’de bir gezi gerçekleştirildi. Gezinin başlangıcında ÇNAEM Müdürü Dr. Şevket Can, Türkiye’de nükleer enerji konusundaki gelişmeleri ve merkezin faaliyetlerini anlattı. Can, Türkiye’nin 1955’te ABD ile nükleer enerjinin barışçıl amaçlara yönelik kullanılmasını öngören anlaşmayla bu konudaki tutumunu ortaya koyduğunu ve 1956’da da atom reaktörünün kurulması amacıyla 270 bin dolar bütçe ayırdığını anımsattı. 1962’de faaliyete geçen ÇNAEM’nin nükleer teknolojinin hemen her alanında faaliyette bulunduğunu belirterek burada Türkiye’nin bilimsel, teknik ve ekonomik kalkınmasında nükleer enerjinin barışçı amaçlarla ülke yararına kullanılması noktasında her türlü araştırma, geliştirme, uygulama ve bilgilendirme çalışmalarının yürütüldüğünü söyledi. Can, “Tüm bu çalışmalardan daha önemli olarak da bu merkez, teorik bilgilerini uygulamaya geçirebilecek deneyimli personellerin yetişmesine olanak sağlıyor” diye konuştu. Dünyada nükleer enerji konusuna da değinen Can, dünyada genel itibarıyla gelişmiş ülkelerde yer alan nükleer reaktörler, sayı olarak ABD’de yoğunluk gösterirken reaktörlerden enerji ihtiyacını karşılama açısından Fransa’nın diğer ülkelerden büyük farkla önde olduğunu belirtti. Konferans sonrası TAEK tarafından imal edilen radyasyon ölçme cihazlarının tanıtımı yapıldı ve Türkiye’de yerleştirildiği şehirlerden alınan verilerin Ankara’da yer alan ana bilgisayarda düzenli raporlar şeklinde nasıl değerlendirildiği anlatıldı. ÇNAEM Müdür Yardımcısı Dr. Deniz Dalcı’nın Radyobiyoloji Birimi’nde Kromozom Aberasyon analizi ile ilgili teknik bilgi verdiği gezinin ikinci bölümünde de Radyoizotop Birimi gezildi. Burada, petrol ve doğalgaz borularının üzerindeki iğne büyüklüğündeki sızıntıların saptanmasında Türkiye’de çalışmalar gerçekleştirildiği ve birçok alanda sanayi dallarıyla paralel çalışmalar yürütüldüğü bildirildi. üreğim çok acıdı, çook... Bu ülkenin zorla, kanlı senaryolarla sürüklendiği karanlık yılların tanığı bir gazeteci olarak, bir gazetecinin, bir aydının alçakça öldürülmesine isyan ettim... Hırant Dink’in kaldırıma kanlar içinde uzanmış bedeninde, içerden ve dışardan sinsice kuşatılmış Türkiye üzerine oynanan kapkara oyunları gördüğüm için yüreğimin kanadığını hissettim... Bizler, insan kaybetmenin acısını çok iyi biliriz; o kadar çok içimiz yandı, o kadar çok ağıtlar yaktık, o kadar çok yaslara büründük ki... Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu... Bu ülkenin aydınlık, yurtsever gazetecileri, bilim insanları... Sivas’ta diri diri kavrulan sanatçısıyla, şairiyle 37 can... Her biriyle biraz daha eksildik... Ve hep aynı sözcükleri haykırdık: Terör, nereden gelirse gelsin insanlık suçudur!.. İşte bu nedenle, Hırant Dink’i son yolculuğuna uğurlamaya yüz bini aşkın insan katılınca sevindim. O gün orada, bu toprağın Y DÜZ ÇİZGİ ÜMİT ZİLELİ Uğur Mumcu Olmak!.. Televizyonlarda, gazete köşelerinde dincifaşist katil, “ulusalcı” sıfatıyla takdim edildi!.. Son derece bilinçli biçimde ırkçılıkla yurtseverlik birbirine karıştırıldı. Amaç son derece açık; Büyük Ortadoğu Projesi ekseninde küreselleşme adı verilen yeni emperyalist saldırıya karşı ulusal direnişi çökertmek, yurtsever kalemleri devre dışı bırakmak ve nihayetinde Türk halkını “yeter artık, ne olursa olsun” noktasına getirmek!.. O nokta, paramparça olmaktır!.. Cinayetle birlikte içerde ve dışarda estirilen havanın ne denli benzediğine bakın, Türkiye’ye nasıl bir bedel ödetilmek istendiğini olanca çıplaklığıyla göreceksiniz!. İngiliz gazeteci Robert Fisk’in, daha ilk dakikalarda Hırant Dink’i insanlarını birbirine düşürmek isteyenlere, Türkiye’yi paramparça etmek için karanlık senaryoları hayata geçirenlere verilen kardeşlik mesajını görünce bir kez daha umut tazeledim... Bu, madalyonun hüzün ve umudu buluşturan birinci yüzü... ??? Madalyonun ikinci yüzü ise karanlığı simgeliyor!.. Cinayetin işlendiği andan itibaren, inanılmaz bir kampanya, sanki tek merkezden düğmeye basılmışçasına sahneye konuldu... Önce büyük bir küstahlıkla Türk halkına “utanın” suçlamaları yöneltildi.. Bir halkı ezmeye, sindirmeye, etkisizleştirmeye yönelik bu acımasız taktik, doğal olarak büyük tepkileri de beraberinde getirdi... Bu kez, ulusalcı, yurtsever kesimlere yöneldiler. soykırıma uğrayan 1 milyon 500 bin 1’inci Ermeni ilan etmesiyle, cenaze günü Agos gazetesinin kapısına asılan “Hırant Dink Doğum: 2007 Ölüm: 1915” pankartı arasında ne fark var söyler misiniz?!. Türkiye, hiçbir şekilde “var olmayan” bir iktidarın güdümünde, dönüşü olmayan bir karanlığa doğru sürükleniyor. Bu planlı sürüklenişe dur diyecek olan ise yine bu ülkenin aydınlık, yurtsever güçleri... Geleceğimizi kaybetmemek için, bağımsız, özgür bir Türkiye’de yaşamak için sesimizin eskisinden çok daha gür çıkması gereken günleri yaşıyoruz. Sevgili Mustafa Balbay’ın dün “Vaziyet” köşesinde yer alan şu küçücük “duvar yazısı” aslında her şeyi ne kadar güzel anlatıyor: Hırant Dink niçin öldürüldü?. Hepimiz Uğur Mumcu olamadığımız için!.. Hepimizin birer Mumcu, Kışlalı, Aksoy olma vakti çoktan geldi... geçiyor!.. Güzel günler görmek için, ulusal direnişe devam... umitzileli?gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle