01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 Fellini hasta olunca o da eve döndü... Nilgün Erdal Ongan’ın hayatında iki dönem var, TRT öncesi ve sonrası... İtalya’da hem opera hem de tiyatroda sahne dekoru ve kostümleri çizdi. John Huston ve Roger Vadim’le çalıştı, Fellini ile sözleşme imzaladı... Ancak yönetmen hastalanıp da film ileri bir tarihe ertelenince ailesi “bizimle kal” dedi. O da rotasını Ankara’ya çevirdi. O şimdi dünyanın en başarılı 2000 kişisi arasında, ama... Emriye TAŞPINAR stanbul, Harbiye’de doğdu, Nilgün Erdal Ongan. Üç yaşına kadar İstanbul’da yaşadı, sonra Türkiye Şeker Fabrikaları’nda muhaberat şefi olan babasıyla birlikte Uşak’a gitti. İlkokul üçüncü sınıfa kadar Uşak’ta yaşadı. Fabrika ve lojmanlar şehre uzak, tarlaların içindeydi. Bir memur çocuğu gezgin olurdu, o da ilkokul üç ve dördüncü sınıfı İstanbul’da, beşinci sınıfı Alpullu’da okudu. Aile bir karar aldı, çocuklar İstanbul’da okuyacaktı. Uzun yıllar babasıyla sadece bayramlarda ve yaz tatillerinde birlikte olabildi. Altı, yedinci sınıfı Işık Lisesi’nde, sekizinci sınıfı Nişantaşı Kız Lisesiorta bölümünde bitirdi. Avusturya St. George Lisesi’nden sonra Güzel Sanatlar Akademisi, İçmimarlık yüksek bölümüne girdi. Başarılı bir öğrenciydi, ikinci sınıfta; ailesine yardımcı olmak için çalışmaya başladı. Akademi bittiğinde, öğrenciliği bitmesin diye, bir yıl seramik bölümüne devam etti. Cağaloğlu’nda bir atölyede çalik kadroydu, ünlü isimlerle birlikte katıldı yarışmaya ve kazandı. Ongan şaşkın, İtalyanlar ondan şaşkındı. Sözleşmeli olarak bir sezonluğuna alındığı işte yedi yıl çalıştı, sahne dekorunu ve kostümleri çizdi. Sadece Roma Devlet Operası’yla sınırlı kalmadı, Roma Devlet Tiyatrosu’nun, Napoli Operası’nın, Tiyatro Dellopera’nın, Elizeo Tiyatrosu’nun eli ayağı olmuştu. Pek çok ünlü ismin sahne dekorunda, ünlü oyunun kostümlerinde onun da imzası vardı, Maria Callas, Franco Zeffirelli, Fallstaff, Hamlet… Teklifi yapan, dayısının iş yaptığı bir Almandı. Dortmont civarında tarihi bir şato almıştı ve bu şatoyu bir otele dönüştürecek, içinde de eski stil bir Türk kahvesi kuracaktı. Alman Kültür Bakanlığı’nın da desteklediği bu proje için yaptığı çizimler beğenilince Ongan soluğu Almanya’da aldı. Şato, her türlü ihtiyacını kendi içinde gideren, hastanesi, kilisesi, değirmeni, atölyesi, ormanı, ekili alanları ve 900 haneli köyüyle bir kampustu. Görenler, “Bu daha çocuk” diyorlardı “Bu işi yapamaz”. Yanıldıklarını anlamakta gecikmediler, o ve 11 yardımcısı, gece gündüz çalıştılar. Perde, örtü, oyma mermerler için Türkiye’ye elli bin dolarlık sipariş verildi. Son işi kolonların mermer giydirmesini yaparken, adını, ülkesini bir kâğıda yazıp kolonun içine gömdüler. Bu bir Alman geleneğiydi, bina siciliydi, yıllar sonra yıkıldığında, açıldığında çalışanların adını göreceklerdi. Okulundan aldığı üç aylık izin bitmiş, o da kahveyi tam zamanında tamamlamıştı. Açılışa katıldı, övgülerle gururlandı… Film, Metro GoldwinDino De Laurentiiss ortak yapımıydı, dünyanın, bilinen en pahalı filmiydi. Adı “La Bibbia/İncil”, yönetmeni ise John Huston’dı. Senaryoya göre kostüm, kamera açıları, ışık, yansıma, sahne, özel efektlerinin çizimleri için yarışma düzenlendi. Şansının az olduğunu düşünse de katıldı. Wallantino Film Stüdyosu’nda başmimar Mario Chiari ile görüştü. Senaryoyu aldı ve kamera açılarına göre, birkaç sahne ve efektlerini çizdi. Ertesi gün yeniden çağrıldı. Bu kez John Huston’la görüştü, yönetmen, “Deneme için iki aylığına sizi işe alıyoruz” dedi. İki ay dolunca bir kez daha görüşmeye çağrıldı. Ongan, atölye arkadaşlarıyla vedalaştı, anlaşılan gitme zamanı gelmişti. Oysa Huston onu “Ekip sizden çok memnun, maaşınıza da zam yaptık. Bizimle çalışmaya devam etmenizi rica ediyoruz” demek için çağırmıştı. Kostüm kumaşları özel dokunan, en küçük ayrıntının bile dikkate alındığı bu filmde çekimler bitene kadar çalıştı. Film yıllar sonra Türkiye’de “Peygamberler Tarihi” adıyla gösterilecekti. Huston’dan başka pek çok yönetmen ve oyuncuyla çalıştı, Ava Gardner, Peter O’Toole, Richard Harris, George C. Scott… Roger Vadim’in yönettiği, Jane Fonda, John Phillip Law’ın başrollerini paylaştığı, Fransaİtalya ortak yapımı, ilk bilimkurgu filmi “Barbarella”da da onun çizimleri vardı. Susuz Yaz filmiyle Berlin’de Altın Ayı ödülünü alan Metin Erksan Türkiye’ye dönerken Roma’ya uğradı. Konsolosluk onuruna bir kokteyl verdi. Kokteyle Ongan da katıldı. Tanıştılar. Erksan’a “Türkiye’de iş bulabilir miyim” diye sordu. “Bizde böyle şeyler yok” diye yanıtladı Erksan, “Biz bunları yapamayız”. C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 2 ŞUBAT 2007 CUMA Hyde Park’ta Hizbullah, Türkiye’de Hrant! mazdım.” Hrant Dink, yazar kimliğinden çok, etnik aidiyetinden ötürü, “içimizdeki düşman” sayılarak öldürülmüştür. Bir başka etnik kökene ait olmak öldürülme gerekçesiyse, herkes Hrant olduğunu söyleyerek bu öldürülme gerekçesini katile hatırlatabilir. Hyde Park’da “Hepimiz Hizbullah’ız!” diyenlerle, Türkiye’de “Hepimiz Hrant’ız!” diyenlerin yaptığı budur. Hiç kimsenin sırtına etnik aidiyeti herhalde bir yük değildir. Kimse Türklüğünden ya da Kürtlüğünden memnun olmadığı için “Hepimiz Ermeni’yiz!” sloganını da atmış değil. Bir ulus adına başka bir ulus mensubunun öldürülmesine onay vermek, katilin ait olduğunu iddia ettiği ulusu da katil kabul etmek demek. “Hepimiz Ermeni’yiz!” diyen bir Türk, kendi ulusu adına yapılmış bir vahşeti de, kendi etnik aidiyeti üzerinden kınamış oluyor bu sloganı atmakla. Bu kadar basit. ??? Ama bunu milliyetçi, ulusalcı (milliyetçilikten farkı nedir bunun, hâlâ anlayabilmiş değilim) çevrelere anlatmanın olanağı yok. Dünyada en mağdur ulus olarak kendi ulusunu gören bu kesimler, bir Türk’ün, bir cenaze töreninde “Biz Hrant’ız!” demesiyle, Türklüğünü kaybedebileceğini düşünebiliyorlar. Türkçenin bugün saygın bir dil haline gelmesinde en etkin olan kişinin büyük dilci, Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Agop Dilaçar olduğunu hiç akıllarına getirmez bu çevreler. Milliyetçilerin o ünlü marşı “Çırpınırdı Karadeniz”in bestecisinin Ermeni kompozitör Aram Haçaturyan olduğunu da tabii. Cenazelerimizde helva dağıtmanın bir İslam geleneği değil, bir Ermeni adeti olduğunu bildiklerine de sanmam. Dilaçar’ın Türkçesini konuşurken, Haçaturyan’ın bestesini söylerken, Ermeni’nin helva geleneğini aynen benimserken Türklüğünü kaybetmeyenler, “Biz Ermeni’yiz!” demekle de kaybetmezler. Bu endişeyi duyanlar, kendi aidiyetlerinden emin olmayanlardır olsa olsa. Kim olduğunu söylemese asla Ermeni olduğu anlaşılamayacak kadar Türk’e, Kürt’e benzer biriydi Hrant Dink. Herkesin geçtiği yollardan geçti o da. O büyük, o uzun kollarıyla üzerinde yaşayan tüm kavimleri, ulusları kavrayan Anadolu’da, kendi ülkesinde Türk olarak yaşamanın hiçbir sıkıntısını çekmemiş, sanki azınlıkta olan kendi milletiymiş gibi düşünen 17 yaşında biri tarafından öldürüldü. Türkiye’nin en güzel yetimiydi. Nurlar içinde uyusun. İ Ongan, ailesiyle Uşak’ta (sağda). lışıyor, bir yandan da İtalyanca kurslarına katılıyordu. Aklında yurtdışına çıkmak vardı, babası “Benden buraya kadar” dedi, “Bundan sonra kendi yolunuzda yürüyebilirsiniz”. Berlin ve Roma üniversitelerine başvurdu, yanıt gelmedi, öğrenci dövizi dönemin iktidarına takılmıştı! Bu arada boş durmadı, Doğan Kardeş yayınları Almanya’dan bir ofset makinesi getirtmişti, yeni yıl kartları basacaklardı. Yarışmaya katıldı ve kazandı. 1960 ihtilali şansını döndürdü, burs dosyaları tersyüz edilince onun başvurusu üste çıktı. 100 dolar öğrenci dövizi haberiyle İtalya’ya gittiğinde kayıt için son gündü. Sahne Sanatları Realizasyonu bölümüne kaydoldu, sınavdan geçti ve iki yıl okula devam hakkı kazandı. Bu iki yıl boyunca, akşamları üniversitenin “Kurdearsu”lar, yani çıplak model kısmına devam etti. Taş çatlasın 60 bin liret eden 100 doların masraflarını karşılaması olanaksızdı... Doğan Kardeş’e yaptığı çizimlerden kazandığı 2500 lira imdadına yetişti. Üstelik kartlar çok satılıyor, ondan sürekli yeni çizimler isteniyordu. FRANCO ZEFFIRELLİ... Roma Devlet Operası’nın bir yarışma açtığını duyduğunda, onu yüreklendiren hocası Prof. Piccola oldu. Tek kişi MARIA CALLAS, FELLİNİ’NİN TEKLİFİ İki teklifi aynı anda aldı. Tekliflerden biri Roger Vadim’den geldi, İstanbul’da Nilgün Erdal Ongan 1980’de, Berlin’de. Bizans tarihini çekmeyi planlıyordu, aradı, düzeni, teknolojiyi, koşulları… acaba birlikte çalışırlar mıydı? İkincisiZamanla yaptığı ne varsa ilk ve tek olne tam bir teklif denilemezdi belki, ama masının keyfine vardı, çok sayıda kladaha ilk görüşmede anlaştılar. Federisik oyunu, operayı sahneye koydu, binco Fellini’nin bir bölümü İtalya’da, bir lerce eğlence programına sahne yaptı. bölümü İstanbul ve İzmir’de çekilecek TRT Gogol’ün “Palto” oyununu sahfilminde kostüm ve dekorları Ongan neye koyacaktı, oyun ve çekim başladı. hazırlayacaktı. Ön çalışmaları tamamOngan reji odasında oyunu seyrediyorlayıp ailesiyle görüşmek üzere Türkidu, sahneye saçı başı birbirine geçmiş, ye’ye geldi. Üç hafta bekledi, ne gelen üstü başı dökük biri girdi, “Ağabey, Alvardı, ne giden. Fellini’nin hastalandılah rızası için bir lira” dedi. Oyuncular, ğını, çalışmaların bir süre ertelendiğini şaşkın birbirlerine bakıyorlardı… Onöğrendi. Süre uzayınca dönmeye karar gan’a “Sen böyle bir sahne çizdin mi” verdi, ama ailesi “Gitme” dedi “Kendidiye sordu reji odasındakiler. Hayır, çizne burada bir iş bul”. Onları kırmak ismemişti. Yönetmene, oyunculara, hertemiyordu, ama kaldığı süre içinde İskese soruldu, kimse bir şey bilmiyordu. tanbul’daki koşulların tıpkı Erksan’ın anlattığı gibi olduOngan, bir sahnenin dekorunu hazırlıyor. ğunu ve bu koşullarda çalışamayacağını görmüştü, bir an önce geri dönmeliydi. Dönemedi. Vize için gittiği Ankara’da, pasaportuna bakan büyükelçi, Türkiye’de televizyonun kuruluş aşamasında olduğunu söyledi, kartının arkasına bir şeyler karalayıp arkadaşı olan müdüre gönderdi. Kartı aldı, ama ne yazdığına bakmadı bile. O nasıl olsa Roma’ya dönecekti. Ailesinin Sonunda adama soruldu: “Kimsin sen, gönlünü de almak için ertesi gün, cunereden geldin?” Adam, “Açım” diye martesi olduğunu bile bile Mithat Payanıtladı, “Allah rızası için para istiyoşa 43 numaradaki TRT1 binasına gitti. rum”... Oyun da çekimler de durdurul“Nasıl olsa müdür çıkmıştır” diye düdu. Bütün sahneler tekrar yapıldı, oyun şündü, ama kapıda müdürle, yani Mahertesi gün yeniden başladı… Sayısız yemut Tali Öngören’le karşılaştı. Konuştersizlik, olanaksızlıklar içinde 1992’ye tular… İstanbul’a döndüğünde ailesine kadar çalıştı TRT’de. “Burada iş bulamadım, dönüyorum” 1992’de emekli oldu, bir süre Star, dedi. Hazırlıklarını bitirmişti ki telefon HBB ve Kanal D’de çalıştı, İstanbul çaldı, Öngören, annesine “Nilgün neÜniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo den işbaşı yapmadı? Gitti mi?” diye Televizyon bölümü, sahne sanatlarında sordu. Hemen arkasından gönderilen dört yıl öğretim üyeliği yaptı. 1981’de göreve çağıran evrak komşuda bulunaevlendiği müzisyen Emin Ongan’ı, cak, Ongan’ın Roma için hazırladığı va1994’te yitirdi. Artık yorulmuştu. Özel lizlerin yönü Ankara’ya çevrilecekti. çizimler yaptı, kazandığı parayla dün1968 yılının Mayıs ayıydı, “Artistlik yanın görmediği ülkelerine gitti. AnsikHizmetleri Bölüm Şefi” olarak işe başlopedilere girdi, 2004’te, dünyanın baladı. Sonraki yıllarda TRT 2’nin kuruşarılı 2000 kişisi arasında yer aldı. Tek luş aşamasında İstanbul’a gelecekti… isteği vardı, “Keşke”dememek... DeBaşlarda zorlandı, eski alışkanlıklarını medi. srail’in iki askerini kaçırdığı gerekçesiyle Hizbullah’a yönelik olduğunu söylese de tüm Lübnan’ı hedef alan saldırılarını protesto için Hyde Park’da toplanan binlerce insanın arasında ben de vardım. Orada bulunan herkes gibi ben de, eğer Lübnan’a saldırının gerekçesi Hizbullah’ın varlığıysa, bu nedenle erkek, kadın, yaşlı, genç demeden koca bir halk yok edilmeye çalışılıyorsa, o zaman “Hepimiz Hizbullah’ız” diyenlerdendim. Hizbullah’ın anlayışını zerre kadar paylaşmamış, adı geçen örgütün hakim olduğu bir toplumda yaşama şansımın bulunmayışına inanmış olmamın hiçbir önemi yoktu o anda. Çünkü, İsrail’in acımasızca gerçekleştirdiği “devlet terörü”, yok edilmesine çoktan karar verdiği bir örgütü bahane ederek, üstelik o örgütten sıkıntı çekmiş başka kesimlere de yönelince, bu saldırıya karşı olan herkesin “Hizbullah” olması gerekiyordu çünkü. Bu, İsrail’e “Hedef aldığın Hizbullah, sadece Lübnan’da değil, Hyde Park’ta da var. Gel bizi de vur!” anlamını içeriyordu. Hizbullah olmak saldırı gerekçesiyse, o zaman bu gerekçeyi İsrail’e hatırlatmak gerekti. Protestocular olarak biz bunu söylüyorduk. Tabii ki İsrail’in gelip bizi Hyde Park’ta vuracak hali yoktu, tabii ki biz de “Hepimiz Hizbullah’ız” deyince, gerçekten Hizbullah olmuyorduk. Ama slogan doğruydu. Lübnan’da Hizbullah olmanın zorluğuna, emperyal güçlerin İsrail’in varlığıyla Ortadoğu’yu kuşatmasına itirazımız, birer” Hizbullah” olmaktan geçiyordu çünkü. ??? “Hepimiz Hrant’ız” demek de böyle bir şey işte. Onlarca kavme, topluluğa yurt olmuş ülkemizde gittikçe yükselen azınlığı dıştalama tutumuna karşı, bir Ermeni olarak yaşamanın zorluğuna ancak böyle dikkat çekilebilirdi çünkü. Çoğunluğun azınlığa, bilinçli ya da bilinçsiz tahakkümünü anımsatan bir slogandı o. Birbirimizden farkımızın olmadığını, maalesef bir cenaze töreninde dile getirmek zorunda kalınsa da, vurgulayan bir slogan. Sevdiğim, dürüstlüğünden de şüphe etmediğim bir arkadaşım, ortada bir çifte standart olduğu kuşkusuyla bana “Bir Türk yazarı öldürülseydi, diyelim ki adı Mehmet, ‘Biz Mehmet’iz!’ diye bağırır mıydın?” sorusunu yöneltti. “Hayır”, dedim, “bağırmazdım. Mehmet’in öldürülmesine onay vereceğimden değil, Türkiye’de Mehmet olarak, Ahmet olarak yaşamanın zor olmadığını bilmemden ötürü bağır İ Bağımlılık merkezi Beyinde, duygusal deneyimleri yöneten insula bölümünün, nikotin bağımlılığıyla direkt ilişkili olduğu ortaya çıktı... WASHINGTON (AA) Beyindeki insula adlı bölümün nikotin bağımlılığıyla ilişkili olduğu, bu nedenle beyinlerinin bu bölümü zarar görmüş kişilerin sigarayı bıraktıktan sonra bir daha sigara içme isteği duymadıkları ortaya çıktı. Araştırmacılar, geçmişte sigara içmiş ve beyinlerinde bu nedenle bazı hasarlar oluşmuş 69 kişiyi inceledi. Üniversitesi’nden Antoine Bechara ve Anna Damasio, “Bağımlılıklarda halledilmesi en güç sorunlardan birinin sigara içme, yemek yeme ya da uyuşturucu kullanmanın dayanılmaz isteğine son vermek’’ olduğunu belirttiler. Bu araştırmayla artık beyinde yeni bir araştırma alanı bulduklarını söyleyen bilim adamları, insulayı etkileyecek ve tiryakilerin sigarayı bırakmasına yardımcı olacak ilaçların düş olmadığını, ancak daha kısa vadede beynin bu bölümünün işleyişini değerlendirerek mevcut tedavilerin başarısının saptanabileceğini vurguladılar. Johann Christian Reil tarafından bulunan, bu nedenle “Reil Adası” da denilen insula, acı, öfke, mutluluk, iğrenme gibi duygusal deneyimleri yönetiyor. Araştırma Amerikan Science dergisinde yayımlandı. ‘REİL ADASI’ Bu kişilerden 19’unun beyninde meydana gelen hasarlar duygusal deneyimlerde anahtar rol oynayan insulayı etkiliyordu. Bu kişilerden 13’ü (yüzde 68.4) sigarayı bırakmış, bunlardan 12’si sigarayı kolay ve hızlı bir şekilde bıraktıktan sonra yeniden sigaraya başlamak için asla güçlü bir istek duymamıştı. Güney Kaliforniya
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle