29 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HAFTA C Redaksiyon/Redaktion: Starkenburg Str. 5, 64546 MörfeldenWalldorf. email:cumhuriyet@gmx.net Tel: 0610598174446 İmtiyaz Sahibi/Inhaber: İlhan Selçuk (Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.’yi temsilen, Cumhuriyet Vakfı adına) Genel Yayın Yönetmeni/ Chefredakteur: İbrahim Yıldız Yazı İşleri Müdürü/ Redaktionsleiter: Osman Çutsay Yayın Koordinatörü/ Koordinator: Hayri Arslan Reklam/Anzeigen: Ömer Aktaş Yayın Kurulu/Redaktionsbeirat: İlhan Selçuk (Başkan/ Vorsitzender), Prof. Dr. Emre Kongar (Berater), Orhan Erinç, Hikmet Çetinkaya, Şükran Soner, İbrahim Yıldız, Orhan Bursalı, Mustafa Balbay, Hakan Kara Baskı/Druck: Hürriyet A.Ş Zweigniederlassung Deutschland, An der Brücke 2022 D64546 MörfeldenWalldorf. Dağıtım/ Vertrieb: ASV Vertriebs GmbH (Der Verlag übernimmt keine Haftung für den Inhalt der erscheinenden Anzeigen) Bir şato kenti: Edinburg burgh’un Utancı’ deniliyor. Edinburgh’un bir diğer özelliği de bir festival şehri olması. Edinburgh Festivali, ‘‘Fringe Festivali’’ ve daha niceleri. Her yıl düzenlenen binlerce kültür sanat etkinliği şehre farklı bir renk katıyor. Bu arada unutmamak gerek şehrin sokaklarında pandonim ve sokak tiyatrosu gösterilerine rastlamak insana farklı bir keyif veriyor. Sokak tabelalarında ‘‘Hihg Street’’ olarak yazılan ve halk tarafından ‘‘Royal Mil’’ olarak adlandırılan bu cadde tam bir alışveriş tuzağı. Yaklaşık bir mil uzunluğundaki bu cadde üzerinde istediğiniz alışverişi yapma imkanı buluyorsunuz; ayrıca Camera Obscura. St. Giles Katedrali ve John Knox’un evini de ziyaret etmek mümkün. Her tür hediyelik eşya satan dükkanların içinde en ilgincı küçük boyutlarda satılan viskiler ve viskilere uygun baraklar oluyor. Da Vinci Şifresi’ni okumayanlar kitabın son bölümünde yer alan Roslin Sapel’ini hatırlayacaktır. Sinclair ailesi tarafından inşa edilen Roslin Sapel’i Edinburgh’a 10 kilometre mesafede. Edinburgh aynı zamanda dünyaca ünlü golf merkezi St. Andrews, St. Salvador Koleji ve Golf Müzesi’ne sahip bir şehir. Hatırlatmakta fayda var; Edinburgh yazılan bu şehir İskoçya’da ‘‘Edinbra’’ olarak okunuyor. NENA ÇALİDİS E dinburgh bir şato kenti... İskoçya’nın başkenti... Ve tabii ki Viski Müzesi’nin olduğu şehir... İnanılmaz estetik güzelliğe sahip binalarla dolu bu kentin bir diğer özelliği de şehre hakim Edinburgh Kalesi’nin olması. Şehrin en önemli yerlerinden biri olan Edinburgh Kalesi’ne girdiğinizde sizi ilk karşılayan şey İskoçya’nın İngilizlere bayrak açan ve daha sonra yakalanıp Londra’da idam edilen ve vücudunun her bir parçası bir tarafa savrulan William Wammace’nin (Cesur Yürek filminin kahramanı) ve yine İngilizlere yenilgiyi tattıran ulusal kahraman Robert the Bruce’un bronz heykelleri oluyor. Surlarla çevrili bu alanda görülmesi gereken bir diğer şey de İskoçya Sa vaş Anıtı. 1927 yılında açılan bu anıt 1. Dünya Savaşı’nda ölen insanlar için yapılmış. Heykel ve anıtlarla dolu bu şehrin sokaklarında gayda çalan etnik kıyafetli sokak müzisyenlerine rastlamak mümkün. Edinburgh’un dokusunun bozulmamasının nedeni iki şeye bağlı bir nüfusunun 500 bin olması bir diğeri de 2. Dünya Savaşı sırasında Büyük Britanya’daki diğer şehirlerin aksine buranın bombalanmamış olması. Bu sayede ‘‘eski şehir’’ dedikleri ve volkanik bir kayanın üzerine kurulmuş olan Ortaçağ Edinburgh’u tamamen ayakta kalmayı başarabilmiş Ortaçağ Edinburgh’u tepeden kalenin bulunduğu ve aşağı doğru Holyrood Sarayı’nı bağlanan ‘‘Royal Mile’’ adlı caddenin etrafında kuruldu. Bir de ‘‘yeni şehir’’ var. Yeni şehrin geçmişi 18. yüzyılda kurulmaya başlayan simetrik caddeleri, geniş bulvarlara dayalı. Bir de şehrin alışveriş kalbinin attığı Princess Caddesi’ni unutmamak lazım. Bu cadde adını Princess Park’tan alıyor. Edinburg’un en hüzünlü yeri şehrin tepesinde kurulmuş olan ve yarım kalan mabet. 1822 yılında Napolyon Savaşlarında ölenlerin anısına Atina’daki Pantheona özenilerek yapılmış fakat maddi yetersizlikler yüzünden 12 sütunla sınırlı kalan ve tamamlanamayan mabede ‘‘Edinburgh’s Disgrace’’ yani ‘Edin Baobab kadar ömrüm olsun! MUSTAFA BALBAY Ö Türkiye turizm stratejisi YUSUF HACISÜLEYMAN G eçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanlığı bir ‘‘ilk’’i gerçekleştirdi. Uzun yıllardır Türkiye turizmine dair bir ‘‘ana çerçeve planı’’ olmadığından bahsederiz, hoş, halen de yok ya. Ancak şimdi elimizde hazırlanmış bir strateji belgesi var veya daha yumuşak bir deyimle bir öngörü var. Türkiye’nin hangi bölgelerine ne tür yatırımlar ve kaç yatak yapılmasının öngörüldüğü bir çalışma var. BİR EKİP ÇALIŞMASI Bu çalışmada aynı zamanda altyapı, ulaşım, turizm pazarlamasına ve tanıtım öğelerine de yer verilmiş. ‘‘İlk’’ olan nedir peki? Bugüne kadar 40’ın üzerinde Turizm Bakanı görev yaptı, yalnız cumhuriyet tarihinden itibaren değil, 2 Temmuz 1963 yılından bu yana bu kadar bakanı oldu bu sektörün. Bu nedenle bu çalışmanın yapılmış olmasının ne kadar istisnai bir durum teşkil ettiğini anlayabiliriz. Turizm sektörü bundan çok mutlu olduk, çünkü şimdi üzerinde çalışabilecek bir kaynak oluştu. Ama turizm sektörünün dinamik yapısı ve kendi alanında gerçek ten dünya turizminde olağanüstü bir deneyime sahip olma özelliğinden dolayı bu strateji belgesini yeterli bulması mümkün değil. Çünkü çalışmada yer alan bir çok unsur, örneğin 10 adet yeni havaalanı yapılması veya 135 adet yeni golf sahasının yapılması veya Antalya’ya demiryolu bağlantısı gibi konular, ülkenin Başbakanı dahil tüm Bakanlıkların ortak anlayış ve girişimi ile gerçekleştirilebilir. Bu olmadığı sürece, yani turizm bir devlet politikası haline getirilmediği sürece bu çalışmaya ‘‘Türkiye Turizm Stratejisi’’ demek yerine ‘‘Kültür ve Turizm Bakanlığının Stratejisi’’ demek daha doğru olur. Bu çalışmada hoşuma giden yeni bir uygulama daha yapıldı, o da çalışmanın son şeklini almasından önce, sektörün görüş ve önerilerine açılmasıydı. Ankara, İstanbul ve Antalya’da yapılan toplantılarda bu çalışma tartışmaya açıldı ve varsa yanlış veya eksikliklerin belirtilmesi istendi ve not edildi. Bu çalışmanın en alttan en üste kadar bir ekip çalışması olduğunu bilmekle beraber, bu çalışmayı yöneten işletmeler ve yatırımlar genel müdürünü kutlamak gerek. Bu arada turistik merkezlerdeki patlamalardan sonra bizi kaderimize terk eden bazı ‘‘büyük’’ yurtdışı tur operatörlerine ne demeli? Patlamaların olduğu günün daha henüz akşamında, Türkiye rezervasyonu olanlara, başka bir ülkeye gitmek isterlerse cezai ücret almadan değiştirme hakkı tanıdılar adeta böyle bir şeyin olmasını bekler gibi! Anlaşıldı ki bir kez daha, iş paraya gelince ne ‘‘dost’’ ülke, ne hatır ne de başka değerlerin önemi kalıyor. Lübnan için de aklınızda olsun... Bir benzerlik olabilir. ilan renkli nce Baobab ağacını tanıştırayım: Afrika’nın güneyinde, Güney Afrika Cumhuriyeti, Zimbabve çevresinde çok yetişiyor. İnsan derisini andıran bir gövde yapısı var. Hani dokunsanız tepki verecek gibi. Beni en çok yaşı çekti; arkadaş 3 bin3 bin 500 yıl kadar yaşıyormuş! Çiçek açtığı dönemlerde, gece açar, gündüz kapatırmış. Çoğunun ortasında oyuk var. Yöre halkının söylediği o ki, eski çağlarda bu oyuklarda insanlar da yaşarmış. Zimbabve’nin siyasal başkenti Pretoria ile Zimbabve’nin başkenti Harare arası, 1100 kilometre. Bu yolu, yöre insanlarının kullandığı otobüsle aldım. En yakın arkadaşım da, işte anlattığım Baobab ağaçlarıydı. Yol boyu, kimi yerde orman gibi, kimi yerde küme küme karşıma çıktılar. Mola verdiğimiz yerlerde yanlarına gittim, dokundum. Hani tarih baba gibi duruyorlardı desem yeridir. Zaten, ‘‘Afrika’nın Uçlarında’’ kitabını yazarken, Afrika tarihinin önemli bir bölümünü onlar anlattı, ben kaleme aldım. Güney AfrikaZimbabve’de olduğum dönemde, ağaçların çiçekleriyle tanışamadım ama, onların binlerce yıl yaşamış olduğunu düşünmek bile insanı heyecanlandırıyor. Birine dokunurken, mırıldanmadan edemedim: ‘‘Baobab kadar ömrüm olsun. Şimdi sizlerle tanıştım ya, sizin 3 bin yaşınıza benimkini ekleyince 3 bin 36 yaşında sayılırım!’’ Afrika deyince, daha çok safari turları, yani hayvanları akla geliyor ama, ağaçları da o kadar incelemeye, araştırmaya, anlatmaya değer. Harare’de tanıştığım ağaçlardan biri de, gemi yapımında kullanılıyordu. Portekizliler bu ağacı keşfedince, çeliği, demiri her şeyi bırakmış, uzun yolculuklara katlanan gemilerinin çoğunu bu ağaçlardan yapmış. Bir baobab ağacına dönelim... Güney Afrika sınırını geçtikten bir süre sonra otobüsün verdiği molada yolcuların kimi tuvalete koştu, kimi restoran bölümüne. Benim de ilk dikkatimi, 3040 metre kadar ötedeki baobab ağacı çekti. Doğal bir refleksle, koşarak oraya doğru yöneldim. Otobüsteki tek beyaz bendim, yerli yolcuların zaten dikkatini çekiyordum. İniştebinişte, ayrıca yüzüme bakıyorlardı. Kimisi kendi arasında ‘‘İtalyan’’ diye fısıldıyordu. Ben ağaca doğru koşunca, birkaç yolcunun daha benimle birlikte hareket etmeye başladığını gördüm. Bir an duraladım. İngilizce derdimi anlatmaya çalıştım, ağaçların yanına gidip biraz dokunacağımı söyledim. Anlaştığımız söylenemez. Ama, anlaşmış olsak bile, ağaca doğru koşmayı, ne ölçüde anlarlardı bilmiyorum. Onları arkada bıraktıktan sonra yoluma devam ettim. Gerçekten 3 bin yıllık bir canlının önünde durmak, ona dokunmak, çok heyecan vericiydi. Bölgenin bir başka güzel ağacı da, jakarandalar... Baharda öyle güzel çiçekleniyorlar ki, ağaçta çiçekten başka bir şey görünmüyor. Onu da bir başka zaman anlatırım. Gezekalın!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle