28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 İSRAİL VE LÜBNAN MERKEZLİ SORUNLARDA C T strateji ATİNA’DAN MURAT İLEM EYLÜL CUMA Türkiye arabulucuk yapamıyor KAAN KUTLU ATAÇ ürk hükümetinin son dönemde özellikle Ortadoğu’da süregelen çatışma ve kriz süreçlerinde arabuluculuk rolünü üstlenmesi yönündeki isteklerine tanık oluyoruz. Türkiye’nin bölgesindeki krizlere tarihsel geçmişe bağlı olarak seyirci kalamayacağı, devletlerarası ilişkilerin uygun metot ve araçlarıyla farklı roller üstlenmesi gerektiği muhakkaktır. Ancak arabuluculuk gibi, belirli koşulların önceden sağlanmasının gerekli olduğu bir rol tanımlanmasında Türkiye’nin bu iddialarının yalnızca siyasi söylem düzeyinde kaldığı, konunun taraflarınca bu söylemlere olumlu tepki gösterilmediği görülüyor. Bu durumun açık nedenleri bulunuyor. Bu yazıda, Türkiye’nin İsrail, Hamas ve Hizbullah’la olan ilişkilerinde dile getirdiği arabuluculuk niyetinin neden salt bir söylem düzeyinde kaldığını incelemeye çalışacağız. Bu çerçevede arabuluculuk sürecinde belli başlı temel ilkeleri tartışmak istiyoruz. ARABULUCULUĞUN KOŞULLARI Konumuz itibariyle arabuluculuğu, kısaca, "çatışma içinde bulunan tarafların kendi başlarına çözüme gidemedikleri durumda üçüncü bir tarafın konuya çözüm bulunması için yürüttüğü bir müzakere şekli" olarak nitelendirebiliriz. Arabuluculukta uluslararası ve/veya yerel şiddet ve çatışma sürecinden bahsetmek olanaklıdır. Bu noktada arabuluculuk müessesi ile ilgili olarak bazı temel varsayımlar ön plana çıkıyor: 1 Arabulucu tarafgirlikten uzak olmalıdır, 2 İlgi taraflar arabuluculuğa rıza göstermeli ve arabulucunun atanmasına onay vermelidir, 3 Çatışmanın hızlı ve kolayca çözüme kavuşması beklenmemelidir, 4 Taraflar bir uzlaşıya sahip olmalıdır, 5 Arabulucu esnek bir yapıya sahip olmalıdır, 6 Arabulucu cezalandırmaya dayalı bir önleme başvurmamalıdır, 7 Arabulucu bu görevin gerektirdiği altyapıyı oluşturan deneyime, bu deneyimin aktarıldığı bir bilgi birikimine, veri tabanına (databas), teknik donanıma ve nitelikli insan gücüne sahip olmalıdır. Tüm bu özelliklerin yanı sıra arabulucu rolünü üstlenen yapının, çatışmanın taraflarına ait sosyopsikolojik dinamiklere karşı belli bir hissiyata ve önyargılara sahip olmaması da bir koşul olarak ortaya çıkıyor. Aşağıda ise Türkiye’nin bölgede arabuluculuk iddiası ile ilgili olarak bazı başlıklara değinilecek. EMPATİ Mİ, SEMPATİ Mİ? 1Arabulucu tarafgirlikten uzak olmalıdır: Arabuluculuk her şeyden önce güven oluşturmaya dayalı bir çaba olarak görülmelidir. Bu anlamda arabulucu çatışan taraflar arasında köprü görevi görür. Çatışmaya konu taraflar, arabulucunun kendilerine adil davrandıkları inancına sahip olmak isterler. Bu özellikle tarafların birinin diğerine karşı belirli dezavantajlara sahip olduğunu düşündüğü koşullarda daha da önem kazanır. Örneğin Filistin idaresinin İsrail ile olan ilişkilerinde askeri ve ekonomik yönden güçsüz bir durumda olması ve İsrail’in de sahip olduğu avantajları açık bir müzakere aracı olarak kullanması halinde arabulucunun güçlüzayıf tarafla ilişkisi hassas bir dengeye oturur. Türk Hükümeti’nin bölgede meydana gelen şiddet olaylarında takındığı tavır ileri de oynayacağı muhtemel rollerde olumsuz bir unsur olarak karşısına çıkabilir. Bu halde de Türkiye’nin bölgeye yaklaşımı farklı hükümet dönemlerinde, farklı siyasi söylemelerin yerine devlet organları arasında uzlaşmaya varılmış ve belli bir dirayete sahip siyasi söylemeleri içermelidir. Siyasi duruştaki netlik, arabuluculuk rolünün başarılı bir şekilde sona erdirilmesinde kilit rol oynar. Arabulucunun çatışma konusuna ve taraflarına karşı "empati" (sorunu hissetme, tarafların yerine kendisini koyabilme) besleyebilmesi arabuluculuğun ilk koşulunu oluşturmaktadır. Bu empatinin tüm müzakere boyunca devam ettirilerek güven unsurunun sağlanması ve sürecin sağlıklı bir zemine oturtulması açısından önemlidir. Empatinin yerine kolaylıkla ikame edilebilen psikolojik durum ise konuya ve/veya taraflara karşı "sempati" ve/veya "antipati" duygularının hakim olmasıdır. Türkiye’nin, İsrailHamas ve Hizbullah örneklerinde sergilediği tutum, son iktidar döneminde empatiden daha çok HamasHizbullah kamplarına doğru sempatik tavra doğru kaymayı ortaya koyuyor. Bu tutum kimi zaman Türk dış politikasının negatif açıdan ağırlıklı gündemini de oluşturabiliyor. Örneğin Hamas’ın Siyasi Büro Şefi Halid Meşal’in Şubat 2006’daki Ankara ziyareti ve sonrası yaşanan gelişmeler Türk Hükümeti’nin konuya yaklaşımındaki sempatiyi açıkça ortaya koydu. Öte yandan, devletin en üst temsilcisi olan Cumhurbaşkanı da kimi zaman İsrail’e karşı gösterdiği sempati duruşu ile dikkati çekiyor. Cumhurbaşkanı Sezer’in Haziran 2006’da İsrail’e gerçekleştirdiği gezide İsrail Cumhurbaşkanı’na hitaben "Meşal'i devlet davet etmedi. AK Parti davet etti. Şu anda onlar iktidarda olsa bile, bu davet hiçbir şekilde devletin politikasını yansıtmıyor" şeklindeki sözleri Türkiye’nin pozisyonunu bu kez de farklı bir mecraya çekti. Türkiye’nin kurumları arasında bölge politikasına ilişkin belirgin siyasi görüş farklılıklarının olması, diplomasinin yeknesaklık içinde götürülmesini engelleyici bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Neticede Türkiye’nin bölgesel sorunlarda arabuluculuk iddiası belirgin bir sempati ve tarafgirlik anlayışının gölgesinde kalıyor. Bu durumda da daha ilk başta güvenilirlik prensibi zedelenmiş gözüküyor. Bu anlamda Abdullah Gül’ün İsrail gezisi sırasında kaçırılan İsrailli askerlerin aileleriyle görüşmesinin İsrail tarafınca görüşmenin gizli tutulacağı yönündeki mutabakata rağmen basına sızdırılmasını da Türkiye’nin Hamas ve Hizbullah ile olan ilişkilerinin sağlam zemine oturmasını engellemeye yönelik bir tavır olarak görmek gerekir. Bu anlamda İsrail de Türkiye açısından güvenilirlik bakımından soru işareti taşımaktadır. Taraflara karşı gösterilen bu farklı "sempatik" yaklaşımlar hükümetin arabuluculuk iddialarıyla ciddi bir çelişki gösteriyor. ARABULUCULUK VE SÜREÇ Arabuluculuğa en çok ihtiyaç duyulan an, çatışma şiddetinin en yüksek olduğu andır. Kılıçların çekildiği ve gemilerin yakıldığı bu anda taraflar saldırı ve savunma mevzilerini en çok tahkim ettikleri süreci yaşamaktadırlar. Yani karşılıklı düşmanlık en üst sınırındadır. Bu süreçte arabuluculuk süreci "sıfır neticeli oyun" gibi algılanabilir. Böylesi yoğun bir psikolojinin hâkim olduğu anda arabuluculuk sürecine gitmek ve bir arabulucunun tayinini kabul etmek taraflar açısından bazı noktalar da yaratabilir. Her şeyden önce taraflar kendilerini destekleyenlerin "ihanet" olarak ifade edebilecekleri bir durumla karşılaşabilirler. Arabuluculuk süreci konusunda en yetkili ağızlardan Türkiye’nin böylesi bir role talip olduğu yönünde açıklamalar sık sık dile getiriliyor. Ancak bu açıklamalar özellikle İsrail tarafından kesin bir dille geri çevriliyor. Öyle anlaşıyor ki Hamas ve Hizbullah gibi çetrefilli iki konuda İsrail sorunların çözümü konusunda Türkiye’nin arabulucu rolünü kabul etmekte isteksiz davranıyor. Dolayısıyla taraflardan birisinin rızasına dayanmayan bu girişimler sonuçsuz kalmaya devam edecek. Muhtemelen Türk Hükümeti’nin kurumsal düzeyden daha çok kişisel ilişkilere dayalı olarak sorunlara çare araması bir olumsuz bir etken olarak değerlendirilebilir. Örneğin Meşal ziyaretinin ardından Türkiye’deki belirli konularda muhatabın Türk Dışişleri değil de iktidar partisi olduğunu değerlendiren İsrail Büyükleçisi, Hamas ile ilgili gelişmeler konusunda parti merkezini ziyaret etmişti. Bu konu basında, "Dışişleri Bakanlığı’nın Hamas brifingi teklifini kabul etmeyen İsrail Büyükelçisi Pinhas Avivi, AKP Genel Merkezi’ni ziyaret etti" şeklinde yer aldı. Nitekim Hizbullah cephesinde farklı bir süreç yaşanmadığı da ortada. Kaçırılan iki İsrail askerinin serbest bırakılması konusunda Türkiye’nin bu örgüte yaptığı çağrılar da gerekli cevabı bulmamış gözüküyor. Türkiye’nin konuya taraf olanlarca adil ve güvenilir bir aktör olarak değerlendirilmediğini görmek mümkün. Kaldı ki, taraflar Türkiye dışında da bir arabuluculuk sürecinin işletilmesi konusunda en azından şimdilik karşılıklı bir anlayışa sahip değillermiş gibi gözüküyor. Lübnan Savaşı’nın ardından Hizbullah’ın yerel ve uluslararası düzeyde psikolojik açıdan daha avantajlı bir durumda olduğunu gösterme gayretinin yanı sıra İsrail’in de savaş boyunca yaşadığı askeri sıkıntıların yanı sıra kendi iç kamuoyundaki sorgulama sürecinde de arabuluculuk gibi psikolojik eşiğin aşılmasının çaba gerektirdiği bir döneme girmesi zor. En azından 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı’nın uygulanmasıyla ortaya çıkabilecek "Hizbullah’ın füze saldırılarından korunmayı sağlayabilecek güvenli bir Güney Lübnan"ın yaratılmasına değin bu durumun devam etmesi beklenebilir. Ancak Hizbullah’ın Lübnan’daki konumunu sivil faaliyetlerde güçlendirmesi ve taraftar desteğini optimum hale getirmesi sürecinde, Olmert Hükümeti’nin de İsrail kamuoyunun baskısını bir nebze hafifletmek adına en azından esir İsrail askerlerinin serbest bırakılması adına müzakere sürecine girmesi beklenebilir. Bu halde böylesi bir süreçte arabuluculuk rolüne soyunacak çok sayıda aktörün devreye girme isteğine tanıklık edilebilir. Türkiye’nin yoğun bir rekabetin olduğu Ortadoğu coğrafyasında bu rolü kapma ihtimali de düşük bir seviyededir. Nereden Nereye? nanistan’da ‘‘Müslümanların yaşadığı Batı Trakya’dır. Bölge geri kalmıştır çünkü AB burada yaşayan 150 bin Müslüman’ı bile hazmedememektedir. Bu küçücük toplumu hazmedemeyip süründürenler, 70 milyon Müslüman Türk’ü içlerine sokarlar mı? İşte size ‘‘aççık, seççik’’ AB gerçeği. ??? O zaman neden çırpınıyoruz? Neden bu insanların bizimle alay etmelerine göz yumuyoruz? Yarından itibaren, ‘‘Türkiye Kıbrıs’taki tüm askerlerini geri çekse, ardından KKTC tamamen feshedilip, Türkler azınlık olarak Rum yönetiminin kucağına itilse, adadaki sınırlar kalkıp 1974 öncesine dönülse, Rumlar patron, Türkler köle haline getirilse, Yunanistan Ege’deki karasularını 6 milden 12 mile, hava sahasını 6 milden 10 mile çıkartsa, 2 binden fazla ada NATO kapsamına alınsa, bugüne kadar uluslararası anlaşmalara aykırı olarak adalara getirilen asker ve silah mevcudiyeti kabul edilse, Türkiye Ege’ye ancak Yunanistan’ın vereceği koridor yoluyla (deniz ve hava) çıkabilse, Rum yönetiminin NATO gibi önemli kuruluşlara girmesine yeşil ışık yakılsa, Batı Trakya’daki Türkler tamamen gözden çıkartılsa, güneydoğu PKK’ya bırakılsa, Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devleti tanınsa, Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz sona erdirilip, kontroller kaldırılsa, Patrikhanenin ekümenik olmasına göz yumulsa, Türkiye devletinin temel direği olan ordunun rolü kabiliyetsiz siyasilerin eline bırakılsa’’ bile Türkiye AB’ye üye olamaz. Yukarıdaki kriterleri (!) yerine getirdikten sonra yapmamız gereken bir şey daha var! Ceketi alıp dönelim Orta Asya’daki steplerimize. Kıl çadırlarda oturalım, kımız içip, şarkı söyleyelim. Şimdi aklıma geldi. Urallar’a dönmeden önce ‘‘Çanakkale’yi de Avustralyalılara bırakalım.’’ Bırakalım da kahraman (!) Anzak askerlerinin döktüğü kanlar ‘‘bizimkiler gibi’’ yerde kalmasın. [email protected] G O rtadoğu Türkiye’yi tarihsel ve kültürel nedenlerle yakından ilgilendiriyor. Bölgedeki çatışmalarda arabuluculuk istemleri zaman zaman gündeme geliyor. Ama arabuluculuğun birçok koşulu sağlanamadığı için girişimler başarısızlıkla sonuçlanıyor. eçtiğimiz hafta içinde Almanya Şansölyesi Angela Merkel, bir Türk televizyon kanalının Avrupa’daki onuncu yılında ekranlardaydı. Kanalın bağlı olduğu medya kuruluşunun tüm üst yönetiminin sorularını ‘‘tüm içtenliğiyle’’ diyemeyeceğim şekilde cevaplamaya çalıştı. Soğuk ve tam bir Alman edasıyla gündemi yorumladı. Aslında bu kadından daha fazla bir şey de beklemiyordum doğrusu. Nasıl oy aldığı, hangi politikaları işlediği, partisinin yabancılara karşı tutumu, Türkiye ile olan mesafesi belli bir lider. Ustaca sorulan sorulardan şeytanca kaçmaya çalıştı. Türkiye’nin AB yolundaki engellerin başında ‘‘Kıbrıs’’ konusunun bulunduğunu sürekli vurguladı. Bu sorunun çözülmesi gerektiğini, bu konuda aday ülkeye, yani Türkiye’ye görevler (taviz) düştüğünü kalın çizgilerle belirtti. Bu bayana göre AB, sorunlu ülkeleri birlik içine almaz, alamaz. Birliğe girmek için kriterler belli! Kısaca, ‘‘Birlik içinde olan bir ülke ile sorunun varsa çözeceksin’’. Şimdi bu soğuk kadına, ‘‘Peki o zaman Yunanistan’ı neden aldınız? Kıbrıs Rum yönetimini neden içinize aldınız? Bunların Türkiye ile sorunları yok muydu?’’ gibi sorular yöneltseniz, cevabı ‘‘Bu sorularınızı o dönemin politikacılarına yöneltmelisiniz, bu dedikleriniz benim ve partimin zamanında gerçekleşmedi’’ şeklinde olacaktır. Tutturmuş ‘‘Kıbrıs’ı çözün öyle gelin.’’ Neden biz çözelim, neden bizden sürekli taviz verilmesi isteniyor. Buradan iddia ediyorum, Türkiye RumYunan ikilisinin istediği tüm tavizleri verse, Kıbrıs sorununu çözse dahi bu birliğe giremez. Çünkü AB denen olgu ‘‘tam bir Hıristiyan kulübü.’’ Öyle ‘‘bir adım önde olalım, iki adım koşalım’’ gibi politikalar AB için geçerli değildir. ??? Bizi istemiyorlar, istemezler de, çünkü Türkiye Müslüman bir ülke ve Müslüman bir ülkenin Hıristiyan topluluğunun içinde yeri olamaz. Örnek mi istiyorsunuz: AB’nin en geri kalmış bölgesi Yu Dünya keyfe Türkiye borca Ekonomi Servisi Uluslararası araştırma kuruluşu ACNielsen’in araştırmasına göre, dünyada tüketiciler zorunlu yaşam giderleri dışında artan paralarını, birikim başta olmak üzere tatil ve ev dışı eğlenceye ayırırken; Türk tüketicileri ancak borç ödeyebiliyor. Türkiye, ayrıca zorunlu giderlerden arta kalan parayla borç ödemek zorunda kalan ülkeler arasında Avrupa’da ilk sırada yer alıyor. ACNielsen’ın haziran ayı başında, 42 ülkeden 21 bin 780 internet kullanıcısıyla gerçekleştirdiği ‘‘Global Tüketici Güven Endeksi’’ araştırmasının sonuçlarına göre ülke ekonomileri, iş beklentileri ve kişisel gelirde tüketici güveni 98 puanla tüm dünyada 6 ay öncesi ile aynı kaldı. Türkiye Tüketici Güven Endeksi 80 puan ile ortalamanın altına düştü. Dünyanın her yerinden tüketiciler, geçen yıla oranla, ülkelerindeki iş beklentileri konusunda daha tedbirliler. Türkiye’de gelecek 12 aylık dönemde iş imkânlarının olumlu olacağını düşünenlerin oranı yüzde 27. Bu oran 6 ay önce yapılan çalışmada yüzde 40 olarak belirtilmişti. Kişisel gelir durumu ile ilgili olarak ise Asya Pasifik gelecek bir yıl için kişisel gelir durumlarından en çok endişe bölge. Yine Kuzey Amerikalı tüketiciler bu konuda da en rahat olan grubu oluşturuyor. BORÇ ÖDEMEDE ÖNDEYİZ Türkiye’de kişisel gelir durumu ile ilgili iyimser düşünen tüketicilerin oranı ise yüzde 54. Bu oran altı ay önce yapılan değerlendirmelere yakın. Tüm ülkelerde tüketiciler para harcama konusunda hâlâ temkinli davranıyor. Türkiye’de kişisel gelir durumuna ait beklentiler yüzde 54 ile olumlu değerlendirilirken, sadece yüzde 22’lik kısım bulunduğu dönemi yeni bir şeyler almak için doğru zaman olarak görüyor. Global değerlere bakıldığında en büyük endişe ekonomi, iş güvenliği ve sağlık üzerine. Türkiye ise en büyük endişeyi ekonomide yaşıyor. Dünyada zorunlu giderler haricinde kalan para ile en fazla birikim yapılmaya çalışılıyor. En çok tasarruf yapan kişiler Asya Pasifik bölgesinde. Asya Pasifik tüketicilerinin yüzde 54’ü kalan paralarını biriktirirken, birikimden sonra en fazla harcama tatil, ev dışı eğlence, yeni kıyafetler ve borç ödemelerine gidiyor. Türkiye’de ise borç ödemeleri ve giyim ilk sırada geliyor. Borç ödeme konusunda yüzde 44 ile Avrupa’da ilk sırada yer alan Türkiye’de ancak her dört kişiden biri zorunlu harcamaları dışında kalan para ile birikim yapabiliyor. SezerAbbas görüşmesinden... Yeterli altyapı sorunu Ç atışmanın başarılı bir şekilde çözüme kavuşturulmasında olmaz ise olmaz koşullardan birisi de arabulucunun sahip olması gereken alt yapı özellikleridir. Bunları da bölge ile ilgili derin bir deneyim, bu deneyimin aktarıldığı bir databas’e, müzakere süreçlerinin yürütülmesini sağlayacak teknik donanım ve nitelikli personel gücüne sahip olma şeklinde belirtmek olanaklıdır. Türkiye, bölge açısından tarihsel geçmiş ve bu geçmişe dayalı deneyime sahiptir. Ancak, bu deneyimin kullanılmasını olanaklı kılacak bürokratik altyapı ve işlerlik kazandırılabilecek databse’den (bilgi birikimi) mahrumdur. KİLİT SORUNLAR... Örneğin bölgenin kilit sorunlarından birisi olan ve halen İsrail’in işgali altındaki Şeba Çiftlikleri ile ilgili sorun için Lübnan Hükümeti Osmanlı dönemine ait kayıt örneklerinin toplanması için bir çalışma başlattı. Döneme ait arşiv belgelerinin Türkiye’de olduğu düşünülürse arabuluculuk öncesi bir altyapının oluşması için uygun koşulların oluştuğu düşünülebilir. Ancak her şeyden önce Türkiye’nin bölgede yerel dillerle iletişim kurabilecek bürokratik yapıdan uzak olduğu görülüyor. Bunu en açık şekilde Meşal’in ziyaretinde Dışişleri Bakanı Gül ifade eti. Arapça tercüme işi Türk tarafı için sıkıntılı anlar yaşanmasına neden oldu. Benzer bir süreç İsrail Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gerçekleştirdiği ilk resmi ziyaretin basın toplantısında yaşandı. Yine Türk Dışişleri Bakanı Türkiye için önemli olabilecek bir konuda (Londra’da Arapça yayınlanan önemli bir gazetedeki haberle ilgili olarak), "Biz dünyanın her yerinde çıkan gazeteleri izlemiyoruz" dedi. Önemli bir merkezdeki Türk misyonunun Arapça dilindeki yayınları izleyemediği anlaşılıyor. Kaldı ki Londra gibi bir merkezin Türkiye’yi yakından ilgilendiren önemli siyasi hareketler için çekim alanı olduğu düşünülürse Türk Dışişleri’nin Arapça’nın yanı sıra, örneğin İbranice gibi bir dildeki yayınları da izleyemediği anlaşılıyor. Bölgede güçlü olmak isteyen ve arabuluculuk iddiasındaki bir Türkiye’nin yabancı dillerdeki açık kaynaklardan bir database (veri tabanı) oluşturamadığı görülüyor. İletişimin ve bilginin baş döndürücü bir hızda yayıldığı bir dünyada açık kaynakların yönetiminde ciddi bir alternatif olan "pull technology (bilgi havuzundan gerekli verileri çekme teknolojisi)"nin Türkiye’deki karar alıcıların kullanımına sunulamadığı anlaşılıyor. ENGEBELİ ARAZİ... Bu halde de, bürokratik yapının siyasi karar alıcı mekanizmalara sağlıklı bir değerlendirme için gerekli altyapıyı oluşturamadığı iddia edilebilir. Türk Hükümeti bu anlamda Ortadoğu’nun engebeli arazisinde ilerleyebilmek için gerekli olan önemli bir lojistik destekten mahrum kalıyor. Özetle, Ortadoğu coğrafyasında söz sahibi olma gibi ciddi bir iddiayla ortaya çıkan Türkiye’nin, çatışmaya taraf olanlara karşı geliştirilmesi oldukça zor olan "empati" yapabilme yeteneğini kazanması gerekiyor. Bu yeteneğin taraflara karşı duyulan "sempati" ve "antipati"nin yerini almasıyla dış politika sürecinde daha sağlıklı karar mekanizması oluşturulması da mümkün olabilecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle