Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
EYLÜL P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR İki hoca arasından T ürkiye kadar kendi kültürünü istemeyen ülke azdır. Yıllar yılı, Anadolu’nun engin ve zengin, çeşitlilikle dolu, çetrefil kültür yapısıyla övünüldüğüne tanık olduk bir yandan; bir yandan da, o toplamın eriyip ayrışması, kimi bileşkenlerinin hiçe sayılması için ciddi uğraş verildiğini gördük. Prehistoryayla ilgilenenler düşlemci, Antik Çağ ve Helenistik Dönem’e yoğunlaşanlar yabancı değilse dışarlıklı, Bizans’a eğilenler yarı yarıya hain, çoğulculuğu savunanlar en hafifinden saf sayıldılar. Sonunda anlaşıldı ki, Türkİslâm bireşiminin, Osmanlı mirasının ateşli yandaşları, iş başa düştüğünde, kültür konularına hepten kayıtsızlar: Sahipleniyor göründükleri bir uygarlığın ürünlerini yıkıma, buharlaşmaya, talana terk etmekte beis görmediler. II İki avuç insanı elbette ayırıyorum. Bu topraklardan farklı inanışlara, dünya görüşlerine, kültür felsefelerine sahip, ama konuya bağlılıkları açısından ortak duyarlık sancıları taşıyan saygın kişiler geçti. Abdülbâki Gölpınarlı, Sabahattin Eyüboğlu, Niyazi Berkes yan yana oturmayı bilirlerdi. Dîvan edebiyatı âşığı Tanpınar’ın en yakın dostu halk edebiyatına sevdalı Ahmet Kutsi Tecer’di. Bizim kuşağımız hem Ülgener’in, hem de İdris Küçükömer’in önemsenebileceğini, hem Azra Erhat’tan, hem de Samiha Ayverdi’den aynı anda beslenilebileceğini onlardan öğrendi. Sonra, gün geldi, birilerinin ve öbürlerinin pek bir anlamı kalmadı. Bir başka gün, içine düştüğümüz kuraklığın sorumlularını, oradan çıkışın yollarını arayacak birilerinin çıkmasını umalım. Bu "Tatar Çölü"nün ötesinden daha büyük ve kalıcı bir kâbusun gelmemesini de. III Bir kültürün istenmemesi, onun işe gelmemesine sıkı sıkıya bağlıdır aslında. Anadolu yarımadası, karşıtlıkların sahnesidir. Troya’dan Hitit tabletlerine, Antakya’da müthiş Pagan metinleri kaleme alan Julianus’tan Tarsus ermişlerine, ikonakuruculardan ikonakırıcılara, Digenis Akritas destanını yazanlardan Divriği gibi bir anıteseri yaratanlara, Yunus Emre’den İbni Arabî’ye, Pir Sultan Abdal’dan Nedim’e, Matrakçı Nasuh’tan Mehmed Siyah Kalem’e, kif’den Fikret’e uçlar arasında örülmüş bir bütünlüktür karşımızdaki bunu böylece kabul edebilseydik. Kabul edemeyenler örtmeye, örtemeyenler uzaklaştırmaya, o da olmadığında indirgemeye, hafifletmeye, ehlîleştirmeye davrandılar. Dokuz köyden tasfiye edilenler oldu; neyse ki dirençleri kırılmadı. Pertev Naili Boratav onların başında gelir. Anadolu kültürünün bu büyük kazıcısı, yıllar yılı, zorlandığı göçünde Nasreddin Hoca’dan ayrılmadı, iğneyle kuyu kazarak gözdeğmemiş elyazmalarını topladı ve sonunda istenmeyen Hoca’yı önümüze taşıdı yazık ki cadı avı henüz bitmemişti. IV "Nasreddin Hoca’yı böyle bilmezdik". Bu cümle, ufkumuzda, "biz Hoca’yı böyle istemiyoruz"un bir çevirisi olarak belirdi aslında. Karagöz metinlerinde olduğu gibi ayıklanmış, aklanıp paklanmış, bu yoldan yükü atılmış bir "corpus"te uzlaşılmasıydı amaç; aşırılık fazlalıktı, halk kaynaklı bir bilgeliğin halkı korumak, ola ki kendinden korumak için törpülenmesiydi hedeflenen. Boratav’ın ulaştığı elyazmalarına şüpheyle bakanlar gördüm, duydum. Tersine, kök kültürün açığa çıkarılmış bu boyutundan gönenç duymak gerekmez miydi? Yakası açılmadık Carmina Burana şarkılarının, Villon’un ağzıbozuk şiirlerinin, Gargantua’da patlayan şen bilim dilinin bir karşılığının bu topraklarda da duyulmuş, yayılmış olduğunu öğrenmekten bir gurur payı çıkaramaz mıydık? Olduysa bile, akıl erdirilmesi güç bir suskunluk eşliğinde olmuş olmalı: Boratav’ın Nasreddin Hoca’sıyla ilgili, on yıl içinde dişe dokunur bir yorum, bir çözümlemedeğerlendirme girişimine rastlamadım. V Bütün bunlar, bizim Hoca’nın eşeğine ters bindiğini sanmamızı açıklıyor bana kalırsa; düzü tersten ayıramayan oysa aklımıza yerleştirilen optik. Geniş Türkili’ne, ondan ötesine yayılan bu en küçük hikâyelerden, mantıkçının külâhını önüne düşüren, feylesofun ayağının altına muz kabuğu süren, siyasa adamını ağzından çıkan söz yumağında boğan, din adamını ikiyüzlülüğünde kekeme kılan bir üslup sızar. Onlarca sinema başyapıtına imzasını atmış Carrière, senaryo yazımı derslerinde Nasreddin Hoca’nın kıssalarındaki tekniğin ekonomisinin altını çizer: Bir şey ancak bu kadar iyi anlatılabilir. Öyleyse, yalnızca alternatif bir ahlâkın uyarıcılığıyla sınırlı görülmemeli bu hikâyelerin çekirdekönemi, bir o kadar da Türkçenin en usta söz sanatı örnekleri arasında başı çektikleri anımsanmalı: Hoca’nın dili belli ki zekâsıyla atbaşı kıvraklıktaymış. VI Boratav’ın Nasreddin Hoca’sı, kültür birikimimizin bir avuç temel, kaynak metni içindeki yerinden bakıyor: Biz onu görebilecek miyiz, göz göze duracak yürekliliği gösterebilecek miyiz bu karşılaşmadan kazanımlı çıkıp çıkmamak hâlâ elimizde. KULE CANBAZI SUNAY AKIN C KALENİN ÖNÜNDE SON KEZ... 15 Kale Direkleri Gibi ew York’un siluetinde iki büN yük ‘1’ gibi duruyorlardı... Daha doğrusu ikisi yan yana ‘11’ oluyordu... Tıpkı, saldırıya uğradıkları gün, takvim yapraklarında okunan ‘11 Eylül’ tarihi gibi... Futbol kalesinden çok, rugby kalesine benziyordu Dünya Ticaret Merkezi’nin gökdelenleri... Yenilen gol de, kalenin kendisi kadar büyük oldu bu yüzden. Amerika bir anda üstüne hiç de uymayan ‘Barış, demokrasi, insan hakları’ kostümünü çıkardı ve yerine savaş üniformasını giyiniverdi... Hemen, bir anda!.. Tarihin hiçbir döneminde barış kostümü bu denli çabuk çıkarılmamıştır. Amerika’nın, son yıllarda içine girmek zorunda kaldığı demokrasi elbisesinden ne denli sıkıldığı, bu elbisenin kendine ne denli dar geldiği, yaptığı ani değişimle günışığına çıktı. Öylesine daralmıştı ki, insanlık tarihinde ‘düşman’ belli olmadan savaş ilan eden ilk ülke oluverdi!.. Çıkardığı demokrasi elbisesi de Kore, Vietnam, Körfez savaşlarından dolayı yama tutmaz hale gelmişti zaten. Suçlu da karşısındaydı: Usame bin Ladin... Yani, terörde yıllardır USA’nın memuru olan Ladin!.. ‘ÖZBEÖZ, GERÇEK YALAMACI’ Anımsayalım, nice şarlatan ‘medyum’ adı altında boy gösterdi medyada. Gelecekten haber vermekle ‘ünlü’ bu zerzavatların kapısına kimler gitmedi ki; şarkıcılar, işadamları, generaller, politikacılar!... Oysa bir ülkenin ileri görüşlü olan insanları şairleri, yazarlarıdır. Bunun en güzel kanıtı da Rıfat Ilgaz’ın 1968 yılında yazdığı ‘Gökdelen’ adlı şiiridir. Buyrun efendim, söz konusu şiiri siz de okuyun ve Nostradamus’u aratmayacak kehanete tanık olun: Yüzyıllara ışık tutan Bir kadın kıyıda ağlamaklı Yanaklarında öfke Eteklerinde kan Düşmüş gökkuşağı belinden Güneyli bir coğrafyada Çekmiş perdelerini gökdelen Bir bayrak çırpınıyor Takvimsiz bir kasırgada Asya kıyılarında esen Kitapların yazdığından Da önce başladı fırtına Düşürür yıldızlarını tek tek Çaresiz bir bayrak boşluğa Dolar tüm ülkelerde düşerken Türkiye’de yükselişe devam etti!.. Kimse buna bir yanıt veremedi. Oysa bunun nedenini anlamak çok basit!.. Diğer ülkeler, güçlü gördükleri Amerika Doları’na şut çekemiyorlardı... Ama, kaleyi boş gördükleri anda attılar gollerini dolara. Yani, onlar taktik icabı Amerika yalamalığı yapıyorlardı. Biz ise hakiki yalamayız!... Özbeöz, gerçek yalamacı! Saldırıyı televizyon ekranından gördüğüm an, ‘‘Vay be, bumerang geri döndü’’ dedim. Avustralya yerlilerinin fırlattığı bumerangın, atıldığı yere geri dönmesine benziyordu uçaklarla yapılan saldırılar. Bir sabah, Cumhuriyet gazetesini açınca, sevgili dostum Zafer Temoçin’in aynı düşünceyle uçakları bumeranga benzettiği karikatürünü görünce hiç şaşırmadım. Bunu ona ben mi söylemiştim?.. Hayır, sadece aklın yolu birdi!.. Buna futbolda ‘oyunu okuma’ derler. Siz saha içinde doğru yerde duruyor ve oyunu sıkı takip ediyorsanız, atakların gelişimini görebilirsiniz. Gün, Alman şair Brecht’in üç dizesi üzerine düşünme günüdür: ‘Savaş istiyoruz’ En önce vuruldu Bunu yazan. Duvarın Ötesinde/ Nicholas Shakespeare/ Çev.: Ali Cevat Akkoyunlu/ Doğan Kitap/ 384 s. On sekiz yaşına geldiğinde gerçek babasının başka biri olduğunu öğrenen, babasını aramak ve köklerini araştırmak için Leipzig’e giden Peter Peter, orada ülkesinin yönetiminden rahatsız olan bir kıza âşık olur. Ona Snowleg adını takar ve onu kaçırma planları yapmaya başlar. Ama hiçbir şey istediği gibi gitmez. İngiltere’ye tek başına dönmek zorunda kalır. Doğu ve Batı Almanya birleştiğinde Snowleg’i aramak için Leipzig’e yeniden gelir... Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur “Müjdat Gezen Kitabı”/ Söyleşi: Halit Kıvanç/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 392 s. “Bizim meslek ilginçtir. Örneğin bir kalp ameliyatı yapan cerrahı düşünün. Bu operatör bir hata yaparsa, hasta ölür. Üç yüz yolcuyla uçan bir pilot, hata yapar da o uçak düşerse, üç yüz kişi hayatını kaybedebilir. Bir yargıç, yanlış karar verirse, suçsuz bir insan yıllarca hapiste çürüyebilir. Fakat bizim meslekte, böylesine ciddiyet yok gibi görünüyor. Tiyatroya girişte bile, ‘Çok güleceksiniz’ diye reklam yapılır. Hani, biraz şaka yapılması gereken bir meslek gibi görünür bizim işimiz. Oysa tiyatroda da başarının sırrı, ‘ciddiyet’ten geçer. Tiyatro sanatçılarının, ‘prova jeneral’ dedikleri son kostümlü provadan sonra siz, Bir Aradayız, Hepsi Bu/ Anna Gavalda/ Çeviren: Yaşar İlksavaş/ Doğan Kitap/ 480 s. Franck genç bir aşçıdır.üyükannesi tarafından yetiştirilmiştir ve Philibert’le aynı evi paylaşır. Philibert biraz sakardır, biraz kekemedir ve hatta biraz acayiptir. Çok soylu bir Fransız aileye mensup olmakla birlikte, miras kavgalarına neden olan, Paris’in göbeğinde 400 m2’lik bir evde oturur ve kartpostal satarak yaşar. Yaşlı Paulette kızıyla dargındır ve yalnızca torunu Franck ile görüşür. Ama zaman Paulette’in aleyhine geçmektedir. Camille geceleri işyerlerinde temizlik yapar. Çok kötü ve küçük bir atölyede yaşar. Çizim yeteneği ise onu hayata bağlayan en önemli etkendir belki de... Haramzadenin Dönüşü/ Uğur Dündar, Haluk Şahin/ Güncel Yayıncılık/ 280 s. İstanbul’da başlayıp, İzmir, Denizli, Londra, New York, Greenwich ve Cayman Adaları’na uzanan ve tam 12 yıl süren bir serüven... Bir ihbar telefonuyla başlayan araştırma ve soruşturma zinciri, başta Uğur Dündar olmak üzere bir grup gazeteciyi nasıl dünyanın uzak köşelerine, karakollarına, mahkeme koridorlarına sürükledi? Amerikan vizesi alabilmek için kendi ülkesine hakaret eden “haramzade” Halil Bezmen Türkiye’ye hangi yüzle döndü? Şimdi ne gibi yalanlar söylüyor? Doğrular neler? Mahkeme kararları, maliye belgeleri, SSK yetkilileri ne diyorlar? İnsanlık, Brecht’in uyarısını anlayamazsa, gardırobundan siyah kostümünü çıkarmalıdır!.. O ki, siyah elbiseye geldik, her maça siyahlar giyerek çıkan, Sovyetler Birliği’nin dev kalecisi Lev Yaşin’den söz edelim biraz... İri cüssesiyle kaleyi kapatan Yaşin, şut atacağı bir açık vermezdi rakip oyuncuya. O denli seviliyordu ki, futbolu birkaç kez bırakmasına rağmen, taraftarın isteğiyle eldivenlerini giymek zorunda kalmıştı. Maç öncesi mutlaka bir sigara ve birkaç yudum içki içerdi... Ama, 1962 Dünya Kupası’nda yudumların sayısı ‘birkaç’ı geçince Sovyetler Birliği dört gol yedi Kolombiya’dan! Tek dev adam Yaşin, 2 Temmuz 1967’de, Turgay Şeren’in jübilesi için ‘Mithatpaşa Stadı’na gelen dünya yıldızları arasındaydı. Yaşin, veda maçının oynanacağı günün bir gün öncesinde, duygularını şöyle anlatır Halit Kıvanç’a: ‘‘Şu anda Turgay’ın hissettiklerini, kusura bakmayın ama siz yeteri kadar anlayamazsınız. Onu sadece ben anlayabilirim. Çünkü onun yaşadıklarını ben de aynen yaşadım. Yarın bir futbol kalesinin önüne son kez geçecek. Bunun ne demek olduğunu, o kaleye yıllarını vermiş ben anlayabilirim. Bilmezsiniz, o üç direği... Kalecinin en yakın, en vefalı dostudur onlar... Derdini onlara anlatır bazen kaleci.’’ oynayacağınız oyunu ciddiye almazsanız, o da sizi ciddiye almaz.” Bu kitapta Müjdat Gezen, Halit Kıvanç’ın sorularına cevaplarla yaşamını anlatıyor. Adını yıllar önce Aziz Nesin’in koyduğu kitapta, Tan Oral’ın da çizimleri yer alıyor. Bitkinin Verdiği Sağlık/ Dr. Ali Sezen, Stj. Dr. C. Buğra Sezen/ Uluslararası Engelliler Vakfı/ 238 s. Hastalıklara karşı insanlar deneme yanılma yöntemi ile doğadaki yaşamdan hastalıklarına çareler aradılar. 20. yüzyıldan itibaren kimya biliminin gelişmesiyle, bitkilerin laboratuvarda sentezi sonucu hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiği ve bunların nasıl kullanılması gerektiği ortaya konuldu. Bu kitapta her yönüyle bitkiler ele alınıyor; morfolojisi, farmosötik, içerdiği etken maddelerden dolayı hangi hastalıklara iyi geldiği, aromatik yağların, cilt bakımında uygulanması ve homopatik tedavi... Mezarlık Gülleri/ Erkin Koray/ Alfa Yayınları/ 424 s. “Tüm hippiler, tüm çiçek çocukları, tüm rockçular, ve tüm 68’liler! Sizden geçti! Siz başaramadınız! Bu sözüm şimdi sizin çocuklarınıza: Ne yazık ki; artık, sizi öldürmek için silah üretenlerin size doğrulttuğu silahların önüne, babalarınızın öğrettiği gibi, çiçek veya zeytin dalı uzatarak, bundan kendilerine bir mesaj çıkarmalarını beklemek ham hayalden ibaret olmuştur. Onlar bugüne kadar anlamadılarsa, bundan sonra anlayacaklarını beklemek aptallık olur.” ‘Akrebin Gözleri’, ‘Öyle Bir Zaman Geçer ki’, ‘Sen Bana Sabır Ver’ gibi şarkıların sözlerinin bulunduğu ‘Mezarlık Gülleri’nde Erkin Koray, sözlerin anlamları üzerinde duruyor. Sakın Bize Benzemeyin/ Ahmet Arpad/ Günizi Yayıncılık/ 216 s. Serbest gazeteci ve çevirmen Ahmed Arpad’ın yazıları 1986’dan bugüne Cumhuriyet gazetesinde yayımlanıyor. ‘Sakın Bize Benzemeyin’, Arpad’ın son yıllardaki yazılarından oluşan bir derleme. Yaşamını otuz beş yıldır Almanya’da sürdüren yazarın kaleme aldığı politik ve toplumsal yazıların yanı sıra okura Almanya’yı ve Alman toplumunu tanıtan yazıları bu kitapta yer alıyor. 19941995 Abdi İpekçi Gezi Yazısı Yarışması ikincilik ödülü sahibi Arpad, değişik Avrupa kentlerinde yaptığı ziyaretleri anlatıyor. Allianoi’de zamana karşı yarış hızlandı zmir’in Bergama ilçesinde İ dünyanın ayakta kalmış en eski Roma dönemi ılıcasını da barındıran Allianoi’deki kazılar için son sekiz gün. 25 Eylül’de kazıların durdurulacağı açıklanan Allianoi’de Yard. Doç. Dr. Ahmet Yaraş başkanlığındaki ekip zamana karşı âdeta yarışırcasına tarihi kurtarmaya çalışıyor. Yaraş ve ekibi dört gün önce de güzel bir Hermes başı ortaya çıkardı. Bu olaya Burhaniye Artur tatil sitesinden bir grup da ören yerine yapılan turistik gezi sırasında tanık oldu. Kazı ekibi ve ziyaretçilere büyük bir coşku yaşatan olay, Yortanlı Barajı’nın suları altında kalacak henüz nice tarihi eserin daha gün ışığına çıkmayı beklediğini ortaya koydu. Kazı çalışmaları 1998’den beri sürdürülürken gönüllüler de Allianoi’nin imdat çığlıklarını duyurmayı sürdürüyor.