27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

EYLÜL CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Lübnan yollarına düşmek ERDOĞAN AYDIN Lübnan’a asker göndermenin yolunu açan tezkere, AKP’nin sergilediği kararlılık sonucu mecliste onaylandı. Bu kararla, Osmanlı’nın 1918’de büyük kayıplar pahasına geri çekilmek zorunda kaldığı Lübnan’a yeniden asker göndereceğiz. Bu gelişmenin en garip yanı, bu kez Osmanlı’yı oradan söküp atan İngilizlerin işbirlikçisi olarak gidiyor oluşumuz. Bir diğer gariplik ise, bu işi, ‘‘İslam kardeşliği’’ sözünü siyasetinin temel aracı olarak kullanan AKP’nin gerçekleştiriyor olması. Bir diğeri ise, söz konusu bu asker yerleşiminin, saldırgan İsrail’in topraklarında değil de onun işgal ettiği mazlum Lübnan topraklarında gerçekleştirilmesi. Hükümetin kararı çerçevesinde gidecek askerler Lübnan’ın içinde İsrail’den yana bir güvenlik kalkanı oluşturacaklar. Saldırıya uğrayan, altyapısı, hastaneleri, okulları yıkılan, binin üzerinde insanı katledilen ülke topraklarında, saldırgan ülkenin çıkarları adına jandarmalık yapmaya gönderiTürkiye’nin kalkınmasına, saygınlığına, bağımsızlığına, demokratikleşmesine, insanlığa karşı sorumluluklarına en küçük bir katkısı olmayacağı açık. Kore’ye asker gönderme operasyonunda da görüldüğü gibi bu yönelimler, ülkenin çıkarları aleyhine işbirlikçi tutumun yansımasından öte bir anlam taşımıyor. C Medyatik Bir Papa 13 KİMİN SİCİLİ DAHA BOZUK? Bizler esasen ‘‘Arapların Osmanlıyı arkadan vurduğu’’ yaklaşımına ve Osmanlının Araplara yönelik haksız hakimiyetini görmezden gelmeye koşullanmış bulunmaktayız. Bizim adımıza Araplara yapılan haksızlıkları ise genellikle bilmez veya görmezden geliriz. Oysa İslamcılığı istismar edegelen sağcı iktidarlarımızın bu konudaki sicili bir hayli bozuk: 1958 yılında Lübnanlı Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında süren savaşta, Menderes hükümetinin emperyalizmin işbirlikçisi bir tutumla Hıristiyan milislere havadan ve denizden silah taşıdığı (S. Yalçın) gerçeğini kaçımız rakların bir siyasal irade altında birleştirilmesi, tıpkı Hıristiyan nüfuslu topraklarda sağlanan hakimiyet gibi fetih ve zorbalıkla sağlanagelmiştir. Bu gerçek bir yana ümmet bağı, milletler çağında artık eskisi denli etkin bir meşruiyet dayanağı bile sağlayabilmekten uzaktır. Bunu kabullenmeyenler, Müslümanın diğer Müslümana karşı Hıristiyanla işbirliği örnekleriyle dolu bu tarihle yüzleşmek zorundalar. Üstelik sözünü ettiğim bu tip işbirliklerinin, son asker gönderme kararında da gördüğümüz gibi, insanlık, hukuk, hak, özgürlük bağlamında değil, düpedüz çıkar işbirlikleri olduğu da ayrıca kaydedilmeli. B OSMANLI ORTADOĞU’DA NEYDİ? Tarih yazıcılığında en çok karşılaştığımız iddialardan biri, Osmanlı egemenliğinin Ortadoğu’ya barış ve huzur sağladığıdır. Bu noktada hızını alamayanlar ise, oraların bize ait olduğu iddiasında bulunurlar. Bu tip söylemlerin meşruiyet dayanağının hak ve hukuk bilinci olmadığı, tersine dinci ve ırkçı bir koşullanmalarla malul yayılmacı bir tarih yazıcılığı olup emperyalistlerin yaptıklarından en küçük anlamda farklı değildir. Bu yaklaşımlardan hareketle, imparatorluk çağı ve hilafete duyulan özlem dillendirilmiş olmakta, dinin ‘‘sorun çözücü’’ olduğu izlenimi yaratılmakta, millet olarak diğerlerinden ‘‘üstünlüğümüzün’’, dolayısıyla onları yönetme ‘‘hakkımızın’’ altı çizilmiş olmaktadır. Oysa bilimsel bir değerden yoksun olan bu yaklaşımlar, Arapların bize olan tepkilerini daha da arttırmaktan öte işe yaramıyor. Nitekim son (11.) Abant toplantısının sonuç bildirgesinde yaşanan kriz de bunun sonucu olacaktı. Eski Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Mahir, Fethullahçı işgüzarlıkla metne yerleştirilen, ‘‘Ortadoğu halkları, 16. yy.dan 21. yy.’ın başlarına kadar huzur içinde yaşamış’’ ifadesine, haklı olarak itiraz edecek ve ifade metinden çıkarılmak zorunda kalınacaktı. Bu tip yaklaşımların, başkalarının emperyalist emellerine karşı kendi ‘‘emperyalizmimizi’’ sunmaya çalışan imparatorlukçu bir işgüzarlığın yansıması olduğu açık. Oysa Arapların bilincinde, Osmanlının topraklarını ele geçirişi kadar oraları yüzyıllarca idare etmesi de hep ciddi bir sorun, ciddi bir hak ihlali olarak görülmüştür. Osmanlının Arap halkları üzerindeki bu hakimiyeti, geçmişte aynı mezhep taraftarlarınca görece hazmedilse de, farklı mezheplerden Araplarca hep şiddetli bir tepkiyle karşılanmıştır. Milliyetçilik çağında ise bu Osmanlı karşıtı tepki, tüm Arapların ortak fikri paydalarından birini oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu Arap tepkisi, Osmanlıya haklı olarak karşı çıkarken İngiliz emperyalizminin bölgeye yönelik egemenlik çıkarlarının işbirlikçisi olmalarındaki sorunu ortadan kaldırmıyor. Gerçekte o dönem söz konusu olan şey, Arap egemenlerinin İngiliz ve Fransız emperyalizminin işbirlikçileri olarak kendi devletlerini kurma yönelimleridir; ancak bu tavrın yine de anlaşılması gerek. Sonuçta Osmanlılar gibi İngilizler de yabancı bir gücü temsil ediyordu; ancak o konjonktürde İngilizler, Arap egemenlerinin bağımsızlıkçı taleplerinin destekçisi olarak sürece dahil olurken Osmanlı işte bu meşru özlemi engelleyen bir güç olarak karşılarında bulunmaktaydı. 1516 yılında fethedilen Kudüs’ü gösteren bir gravür. u yeni Papa bir alem!? Sanki Katoliklerin ruhani lideri değil de yeni yetme bir yıldız. ‘‘Tahta’’ çıkmasından bir yıl gibi az bir süre geçmesine karşın medyanın ilgi odağı olmayı başardı. Hem de hassas dengeleri bir güzel yerinden oynatarak. İslamiyetin şiddetle kurulduğuna yönelik görüşlere yer verdiği ‘‘bilge’’ konuşmasını yapmasa ünü böyle alıp yürümezdi Papa’nın. Böyle devam ederse yakında pop yıldızı Madonna’dan daha çok izlenen bir kişi olacak. Kimbilir belki dini liderler de varlıklarını sürdürebilmek için medyaya ihtiyaç duyuyorlardır. Ya da din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen kopmuş olması gerektiği bir dönemde siyaset dini otoritelerin vazgeçemeyeceği bir hastalıktır. Ben kendi adıma Papa 16. Benedikt’in neden bu yönde bir konuşma yaptığını çok düşündüm. Neden böyle düşmanca ve neden şimdi? Bu konuşmayı hazırlayanlar İslam dünyasının tepki vereceğini düşünemeyecek kadar saf mıydı? Yoksa bu siyasi bir gündem çevresinde planlanmış bir adım mıydı? İkisi de fazlasıyla rahatsız edici. Küresel terörle savaşan dindar Batı, uygarlıklar çatışması adı altında dayatılmış tezleri mi gerçekleştirmeye soyundu? Bu tür bir konuşmayı yaparak diken üstündeki Müslüman dünyasını yerinden oynatmanın başka nasıl bir açıklaması olabilir? Ayrıca bunu yapan ne Danimarka’dan bir taşra gazetesi ne de sıradan bir politikacı. Katoliklerin Ruhani lideri dinler arası barışı ve sevgiyi yücelten bir ‘‘bilge’’. 16. Benedikt Papalık görevine başladığında Türkiye karşıtı olmasıyla Türk basınında geniş yer bulmuştu. Geçen Nisan ayında Avrupalı Hristiyan Demokratların Roma’daki kongresine katılan Papa, Avrupa’nın Hristiyan köklerine vurgu yaptı. AB projesi içinde Hristiyan değerlere yer verilirse bu Papa için, Avrupa politikasında son derece önemli bir adım olacak. Tanrıya atıf yapılan bir AB anayasasıyla Avrupa’nın dini kılıfı biçilecek. Papa’nın din örtüsünün altında siyasi adımları izlendiğinde Türkiye’nin AB sürecinde karşılaşabileceği tehditleri görmek mümkün. Ancak Papa’nın hedeflerinin yanlızca Türkiye ile sınırlı kaldığını düşünmek yetmez. Bizim medyatik Papa’nın son konuşmasıyla çok daha büyük bir role soyunduğu da ortaya konmuş oldu. Küresel terörle mücadele adı altında dinler arası düşmanlıkları besleyen açıklamalar yanlızca ‘‘çok talihsiz’’ tanımlamasıyla geçiştirilemez. Kutuplar arası ayrımcılığı besleyebilecek her türlü adımda iki kez düşünülmeli... Papa’nın yapamadığı gibi. Papa’ya AB Komisyonu ‘‘ifade özgürlüğü’’ çerçevesinde sahip çıktı. Konuşma metninden bazı bölümleri alan ve ‘‘ifade özgürlüğünü reddeden aşırı tepkiler gösterilmesi’’ kabul edilemezmiş. Batı’nın terörle mücadele ettiği Müslüman coğrafyasında her gün bombaların altında ölen insanlara Papa’nın ifade özgürlüğünden söz etmek ne büyük kahramanlık! Anlaşılan Papa’nın ifade özgürlüğü kendini köşeye sıkışmış hisseden Müslüman dünyasının bilerek kışkırtılmasından daha önemli. Papa da ileride kıracağı potların ününe getireceği katkıyı görerek son konuşmasından ötürü özür dilemedi zaten. Her küresel köye medyatik bir Papa lazım. lecek askerlerimiz. Bu kararı alan partinin, kendi iç kültüründe hala bile anti semitizmi sürdürüyor olması, hala bile ‘‘Araplarla kardeşlikten’’, Müslüman dayanışmasından’’ sözetmesi ise, başta AKP seçmeni olmak üzere Türkiye halkının ne denli büyük bir tezgahla karşı karşıya olduğunun göstergesi. AKP’nin asker gönderme kararlılığını kamuoyunda meşrulaştırma gerekçesi, bizim Osmanlıcı yayılma zaafımızın istismarı temelinde belirleniyor. ‘‘Oraya asker göndermezsek bölgede etkinlik kuramaz tersine varolanı da yitiririz!’’ deniliyor. Oysa bu gerekçelendirme, ABD işbirlikçiliğinin kaba bir kılıfı olmaktan öte değer taşımıyor. Gerçek anlamda egemen bir konum ve potansiyelde olmayan hiçbir ülkenin, böyle sağa sola asker göndererek güç elde edemeyeceği gerçeği, tarihin temel derslerinden biri olarak karşımızda duruyor. Bu bir yana, yapılan işin emperyalist çıkarlar adına gençlerini feda etmek kararlılığından öte anlam taşımayacağı da açık. Bu yolla elde edilecek biricik ‘‘çıkar’’ içerideki güç kavgalarında ABD’nin desteğini almaktan ibaret olacaktır. Bunun dışında kararın, biliyoruz? Bu melun operasyon, ne taşıdığını bilmeyen pilotlarımızdan Hüseyin Avni Güler’in de ifadesiyle teyit olduğu gibi, Lübnan havaalanının Müslüman milislerin eline geçmesi sonrasında bizim uçakların ele geçmesiyle açığa çıkacaktı. MenderesBayar Fatin Rüştü Zorlu ekibinin, üstelik meclisten de kaçırarak gerçekleştirdiği bu işbirlikçi pervazsızlık, aynı dönemde Cezayir işgalinden yana Fransa’yı destekleyen kararla da yinelenecekti. Halen İsrail’in Filistin halkına karşı ördüğü kanlı duvarın AKP’nin sessiz onayıyla meşrulaştığı ve son Lübnan’a asker gönderme kararının da Müslüman halklara karşı bir ABDİsrail dayatması olarak karşımızda durduğu da açık. Bu gelişmeler Türk sağcılığının içeride İslamcılığı besler ve ondan beslenirken dışarıda emperyalist talepleri ikirciklenmeden uygulayan bir karakter sergilediklerinin somut göstergeleri. Bu gelişmeler diğer yandan İslamlık bağının da sanıldığı gibi kendiliğinden bir kardeşlik ilişkisi kurmaya yeterli olmadığını bir kez daha gösteriyordu. Esasen Osmanlı deneyinde de gördüğümüz gibi, İslam nüfuslu top Beş bin yıllık geçmişiyle bilinen İzmir’in tarihi 3 bin 500 yıl daha geriye gidiyor. Nalıncı keseri G İzmir’in tarihi değişti İZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu) Ege Üniversitesi (EÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nce Yeşilova Höyüğü’nde yapılan kazı çalışmaları, İzmir tarihini günümüzden 3 bin 500 yıl daha geriye götürerek 8 bin 500 yıl öncesine ait olduğunu gösterdi. Buluntuları inceleyen uluslararası alanda referans niteliğindeki Köln Üniversitesi de kentin Batı Anadolu’nun en eski yerleşim birimi olduğunu onayladı. KUM TEPESİ ÜZERİNDE... Bornova’da bulunan Yeşilova Höyüğü’ndeki ilk yerleşim yerinin günümüzden 8 bin 500 yıl önce (Neolitik çağda) bir kum tepesi üzerinde başladığını söyleyen kazı başkanı EÜ Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Zafer Derin, İzmir’in ilk sahiplerinin yaşam tarzlarını gösteren önemli bilgiler edindiklerini bildirdi. Köln Üniversitesi Radyokarbon Laboratuvarı’na gönderilen sonuçların bilim adamları tarafından onaylanmasıyla kentin Batı Anadolu’nun en eski yerleşimi olduğunun kesinleştiğini vurgulayan Derin, kazıları ile çevre araştırmalarının yeni yerlerin keşfini sağladığını, o dönemde yaşayan toplumlara ilişkin bugün modern toplumlarda rastlanabilecek türde buluntular ortaya çıktığını söyledi. Yrd. Doç. Dr. Derin, çıkarılan bulguları şöyle anlattı: ‘‘Bunların en önemlileri pişmiş topraktan yaptıkları kısa saplı kaşıklardır. Birçoğu mama kaşığı boyutundaki kaşıklar akıllara onların bebekler için kullanıldığı düşüncesini getirmektedir. Bir diğer bulgu da çıkarılan labirent motifli mühürlerdir. Bu mühürler toplumun ya da orada yaşayan kişinin önemini yansıtmaktadır. Yeşilova Höyüğü’nde işçilik bakımından Batı Anadolu’daki benzersiz örneklere rastlanması İzmir için bir ilktir. Mühürler buradaki toplumun düzenli yapısını da ortaya koymuştur.’’ Yavuz Sultan Selim erçekten de Osmanlının egemenliği altında geçen süreç, Arapların tarih bilincinde ciddi ve haklı bir sorun alanı oluşturacaktır. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye seferiyle başlayan bu Osmanlı egemenliği 400 yıl boyunca devam edecekti. Bu dönem içinde Lübnan, merkezden gönderilen valiler aracılığıyla yönetilecek, Dürzi derebeyleri de bu süreçte Osmanlı egemenliğinin temel işbirlikçisi olacaklardı. Memlukluların yenilmesi sonrasında Ortadoğu’da, Osmanlının çıkarlarınca belirlenen bir ‘‘Osmanlı Barışı’’ (Pax Ottomana) yaşanacaktı. Tabii bu sayede Yavuz tarafından kurdurulan Defterdarlık ile bölgenin gelirleri de, sistematik olarak Osmanlı Sarayına akıtılacaktı. Yaklaşık 400 yıl sürecek olan bu egemenlik, I. Paylaşım savaşı sürecinde genişleyen Arap isyanı ve İngiliz saldırısı sonrasında nihayet 1918’de sona erecekti. Milletlerin devletleşmesi hakkı ve doğallığı çerçevesinde gerçekleşen bu sonuçtan, ne yazık ki Türk tarihçiliği adına felaket senaryosu üreten bir tarih yazıcılarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı egemenliğini ‘‘olumlu’’, Osmanlıdan kurtuluşu ise ‘‘emperyalizmin kışkırtmasıyla’’ sağlanan bir ‘‘olumsuzluk’’ olarak gösteren, bu nalıncı keseri tarihçilikten sağlıklı bir bilinç edinemeyeceğimiz açık. Tarihi bilimsel ve hukuksal değil çifte standartlarla yazan bu tarihçiliğin üzerimizdeki biricik etkisi, tarih bilinci değil ahlaki erozyon olmaktadır. Oysa egemenin kimliği değişse de, bütün bu dönemlerin Lübnan açısından bir boyunduruk tarihi olduğu gerçeğini kabullenerek işe başlamak, en azından daha nesnel ve tabii ahlaklı bir tarih yazımı olacaktır. Bu açıdan Cumhuriyet’in baş langıcında çok daha gerçekçi bir tarih yazımı ile karşı karşıyayız. İşaret ettiğim pespaye tarih yazıcılığının aksine, örneğin Mustafa Kemal’in Afet İnan’ın Medeni Bilgiler kitabına el yazısı ile düştüğü şu notlar gerçekten çarpıcı: ‘‘Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil hocalar ağziyle, ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da, Allah kelimesinin ilası (yüceltilmesi) parulası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına geçirdiler (...) Mısırda belirsiz bir adamı halifedir deye yok ettiler, hırkasıdır deye bir palaspareyi, hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular, halife oldular. Gah şarka gah garba veya her tarafa birden saldıra saldıra Türk milletini, topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.’’ Gerçeklik buyken Osmanlının Lübnan ve diğer Arap toprakları üzerindeki hakimiyetten meşru bir ‘‘hak’’ olarak söz etmek, herşeyden önce tarihin Osmanlı çıkarlarınca çarpıtılması anlamına gelmektedir. Esasen böylesi bir tarih yazıcılığının asıl kandırdıkları ise, Arap ve diğer halklar değil, bizzat bizler olmaktayız. Türkmen beylikleri ve halkını ezmiş olan devşirme Osmanlı iktidarını, ‘‘Türk iktidarı’’ ve ‘‘Türklerin atası’’ olarak anmak ise, önceki yazılarda da belirttiğim gibi, tarihçiliğimize egemen olan büyük yalanın bir yansımasından öte anlam taşımıyor. Bu bağlamda ‘‘Osmanlı’nın Suriye üzerindeki hakimiyetinin ilk ışıkları...’’, ‘‘Ortadoğu’da Osmanlı iyilikten başka bir şey yapmadı’’, ‘‘Osmanlı’nın, peygamberin kavmi oldukları için ‘kavmi necip’ olarak kabul edip bağrına bastığı’’ gibi ifadelerle yazılan şeyin tarih değil, olsa olsa tefrika olarak nitelenebileceği özellikle yinelenmeli. Gelin görün ki böylesi ifadeleri yazmaktan sıkılmayan bir tarihçilik söylemi, ne yazık ki etrafımızı sarmış durumda.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle