27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 WERKLEITZ BİENALİ’NDE İNANÇ KAVRAMI DEĞİŞİK YÖNLERDEN İRDELENDİ C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL EYLÜL CUMA İnancın toplumsal yansımaları B TUNCAY KULAOĞLU HALLE Adını, 1993’te ilk kez düzenlendiği Doğu Almanya’nın Saksonya Anhalt eyaletindeki 610 evli Werkleitz köyünden alan Werkleitz Bienali’nin yedincisi, bu yıl 611 Eylül arasında yapıldı. Çağdaş sanatlar, film ve yeni medya alanında Doğu Almanya’daki en büyük bienal niteliğini taşıyan etkinlik, 2004’te olduğu gibi bu yıl da Halle kentinde gerçekleştirildi. Bienalde, 30’u aşkın çalışmanın yer aldığı bir sergi, 13 film gösterimi ve toplam 56 performans, konferans, söyleşi ve müzik etkinliğiyle, gündelik yaşama damgasını vuran ‘‘inanç’’ kavramı değişik yönlerden irdelendi. Bienal küratörleri Anke Hoffmann, Sol Ya Lübnan’da? sever. Gelecek seçimde oyunu ona atacağı kesindir. ??? 12 Eylül sonrası yeni partilerin kurulmaya başladığı sıralardı. O sıralar yasaklı olan Demirel’in adamları, emekli bir orgeneral başkanlığında Büyük Türkiye Partisi’ni kurmuşlar, yapılacak ilk seçime girmeye çalışıyorlardı. Bir sabah radyodan adı geçen partinin kapatıldığını duyduk. Evren o meşhur il konuşmalarından birinde kapatılma gerekçesini tıpa tıp olmasa da şöyle açıklamıştı: ‘‘Sevgili Yozgatlılar! Partiyi kurmuş, amblemini de el olarak belirlemişler. Kurnazlığı görüyor musunuz? Seçmenler oylamayı demir mührü oy pusulasına vurarak yapmazlar mı? Yaparlar. Yani demek istiyorlar ki demiri ele vur. İşte sana Demirel. Bunlar bizi bu kadar mı aptal sanıyorlar?’’ Takdir edersiniz ki, Evren hiçbir insan evladının fark edemeyeceği bir hin oğlu hinliği keşfetmiş, büyük, çok büyük bir devlet adamıydı. Demir ile el arasındaki o çok saklanan ilişkiyi keşfetmeseydi memleket çok zarar görürdü. Demir ile eli yan yana görünce memlekette tek bir kişinin aklına Demirel gelmezken, bunu fark eden bu büyük, çok büyük devlet adamı olmuştu. ‘‘Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’’ bilgeliği ile demirin el ile arasındaki ilişkiyi keşfetme bilgeliği ancak ‘‘otorite’’ sahiplerinde olur. Demokrasilerde temsiliyet ya da icradan sorumlu olan ‘‘otorite’’ sahibi, demokrasisi gelişmemiş ülkelerde ‘‘hikmetler’’ saçan ‘‘bilgeye’’ dönüşmüştür. Bu ‘‘bilge’’, askeri rejimlerde halka vereceği öğütlerine ‘‘sevgili Yozgatlılar’’, sivil rejimlerde de ‘‘canım kardeşim’’ diye başlar. Bunlar eskilerin haceievvel dedikleri ‘‘Halkın Öğretmeni’’dirler adeta. ??? Evren yıllar sonra cumhurbaşkanı olan Demirel’e ‘‘Allah sizi başımızdan eksik etmesin’’ diyerek ‘‘halkın öğretmenliği’’ sıfatına gölge düşürmüştü. ‘‘Lübnan’da askerlerimiz çatışmaya girmeyecekler’’ diyen Erdoğan’ın öğretmenliği de su götürür artık. Türkiye’de ‘‘yan gelip yatma yeri olmayan askerlik’’, Lübnan’da ‘‘yan gelip yatma yeri’’ olacak demek ki. Erdoğan milletin yüzünü güldürüyor gerçekten. Bakın beni yine güldürdü. ienalde, 30’u aşkın çalışmanın yer aldığı bir sergi, 13 film gösterimi ve toplam 56 performans, konferans, söyleşi ve müzik etkinliğiyle, gündelik yaşama damgasını vuran ‘‘inanç’’ kavramı değişik yönlerden irdelendi. vej Ovesen, Angelika Richter ve Jan Schuijren’in yaklaşımlarının en ilginç yönü, kuşkusuz, ‘‘inanç’’ kavramını dinlere indirgemeyip tüm toplumsal alanlara yayarak tanımlamasıydı. GÜNDELİK YAŞAMIN GERÇEKLİĞİ Papa 16. Benedikt’in turneye çıkmış bir pop yıldızı edasıyla memleketi Bavyera’ya gerçekleştirdiği ziyarette iz bırakan ‘‘Neye inanıyoruz?’’ ve ‘‘Neden inanıyoruz?’’ soruları, bienale katılan sanatçıların çalışmalarının da odağındaydı. Toplu ayin yerlerine dönüşen futbol stadyumları, marka fetişizmi ve falcılar, son yıllarda Almanya’da ve Batı Avrupa’da yoğun bir biçimde dile getirilen ‘‘inanç kaybı’’ ve ‘‘yükselen dini değerler’’ gibi konular bağlamında kuşkusuz farklı bir değerlendirmeyi hak ediyorlar. ‘‘Kültürler çatışması’’ gibi ideolojik kavramların dünya politikasına yön verdiği bir dönemde, ‘‘inanç’’ kavramının dinlerin ötesinde tanımlanması, günümüz dünyasına damgasına vuran dinamiklerin algılanması açısından önemli bir rol oynuyor. Bienalde yer alan çalışmaların gündelik yaşamın gerçekliğini yakalamasının ne kadar zor olduğunu, geçen hafta Almanya’da 40’ın üzerindeki camide cuma hutbeleri konusunun 11 Eylül saldırılarına ayrılması da açıkça gösteriyor. Söz konusu hutbeleri toplum çoğunluğunun dayattığı bir ‘‘performans’’ olarak algılayıp eleştirebilecek bir sanat yapıtının, herhangi bir uluslararası bienalde sergilenme şansının ne kadar olduğu da belli. Werkleitz Bienali de bu ve benzeri sorulardan yola çıkarak irdelendiğinde ciddi eleştirileri hak ediyor. Bienale, Boşnak sanatçı Maja Bajevic dışında (o da programda Fransa/Bosna Hersek kökenli olarak belirtiliyor), çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu hiçbir ülkeden neden katılım olmadığı, öncelikle etkinliğin küratörlerine yöneltilmesi gereken bir soru. Üstelik, içinde bulunduğumuz günlerde Leipzig’de süren ‘‘Korku Kültürü’’ başlıklı serginin, din, terör ve inanç konularına çok daha cesaretli yaklaşması, Werkleitz Bienali küratörlerini düşündürmeli. ‘İNANÇ PERFORMANSI’ Onları ‘‘korkaklık’’la suçlamak, ciddi bir haksızlık sayılabilirse de ama en azından bir Avrupa benmerkezciliği eleştirisini hak ediyorlar iki yıl sonraki bienal için, bu yılki etkinliğin düzenlendiği süre içinde ciddi bir ‘‘inanç performansı’’ sergileyen Papa’nın, gezisinin ikinci gününde Münih’te söylediklerini, bir sanat yapıtına konu olarak önerip önermeyecekleri merak konusu olacak. Papa, insanların kutsal saydıkları dini değerleri alaya almanın yasalarda suç sayılmasını dolaylı yollardan isterken, ateistler açısından hiçbir inancın kutsal olamayacağını tasavvur bile edemiyordu kuşkusuz. Ne var ki içinde bulunduğumuz bulanık günlerde bu gibi beklentilerin yersiz olduğu da açık. ‘‘İnancın’’ ne olduğu konusunda anlaşılmadığı sürece, ona ‘‘hakaretin’’ ne olacağını saptamak mümkün olmasa gerek. Portakal’ın onur ödülleri ASLI SELÇUK 43. Altın Portakal Film Festivali ulusalın hemen ardından uluslararası onur ödüllerini Amerikan sinemasının iki önemli adına Oscar ödüllü oyuncu (The Network/1976) Faye Dunaway’le yönetmen, yapımcı Irvin Kershner’a verdi. Arthur Penn’in Bonnie ve Clyde (1967) filmiyle ünlenen aktris; The Thomas Crown Affair (1968), The Arrangement (Uzlaşma/1969), Little Big Man (Küçük Dev Adam/1970), Chinatown (1974), The Three Days of the Condor (Akbabanın Üç Günü/1975), Barfly (1987), Don Juan de Marco (1995) gibi etkileyici yapımlarda rol aldı, Steve McQueen, Kirk Douglas, Jack Nicholson, Robert Redford, Marlon Brando gibi aktörlerle karşılıklı oynadı; Elia Kazan, Roman Polanski, Sydney Pollack gibi yönetmenlerle çalıştı. ‘ÖZGÜN MALZEME HER ŞEYİN TEMELİ’ Festivaldeki basın toplantısında Dunaway, sinemada senaryonun önemini vurgulayarak özgün malzemenin her şeyin temeli olduğunu, herhangi bir karakteri canlandırmadan önce ön araştırma yaptığını, kafasında belirli bir prototipi çizdiğini belirtti. Televizyon ve film oyunculuğu arasındaki ayrıma değinerek ‘‘İnsanı televizyon belirler, hatta ruhunu bile değiştirir, TV’de eğlence olgusu ağır basar, dram oyunculuğundaysa olabildiğince sınırlarımızı genişletmeye çalışırız’’ dedi. Bonnie ve Clyde’la ilgili gangster filmlerinin Amerikan sinema tarihinde her kuşak yönetmenin işlediği bir tür olduğunu, Arthur Penn, Warren Beatty ve 70’lerde hiç tanınmayan Gene Hackman’le çalışmanın rastlantısal olmadığını, bu birlikteliğin yaşamının deneyimi olduğunu, filmin zaman içinde bir klasiğe dönüştüğünü söyledi. Hollywood’da star olmakla ilgili düşüncelerini Dunaway şöyle açıkladı: ‘‘Oyunculuğu arkamda bırakarak yavaş yavaş kameranın arkasına geçmeyi planlıyorum, bundan ötürü kendimi bu konumun dışında tutuyorum. Nicole Kidman, Cate Blanchett, Kate Winslet, rönesans dönemlerini yaşayan Helen Mirren, Judi Dench onların hepsi birer yıldız. Joan Crawford ben Hollywood’un en son starıyım demişti ama bence o trajik bir durumdu. Günümüzde Greta Garbo, Marlene Dietrich, Rita Hayworth gibi parıltı, ışıltı taşıyan yıldızlar yok. Artık kadın oyuncuları kusursuz, tanrıçalar gibi göstermeye çalışan görüntü yönetmenleri, yapımcılar da yok’’. Sanatçı, yumuşak ışıklarla ilaheler yaratılmaktan vazgeçildiğini, oyunculuğun ön plana geçtiğini, yıldızlık olgusunun tümüyle değiştiğini vurguladı. Kendisinden sonraki kadın oyuncuların sinemada birey olarak yerlerini almaya başladıklarını, Cate Blanchett’in özgün bir yanı olduğunu ama ama eski yıldızlar kadar büyüleyici olmadığını, sürekli objektif önünde olmanın çok güç olduğunu, büyük risk barındırdığını, ruhsal çöküntü yaratabileceğini belirtti. Tiyatro kökenli Faye Dunaway tiyatro ve sinema oyunculuğu arasındaki farkı da ‘‘Tiyatro, Fransızca sözcük repetition’la (tekrar) eşanlamlıdır. ‘SAHNEDE OLMAK OLAĞANÜSTÜ BİR DUYGU’ Her gece tekrar yaparsınız, her gece yeteneğinizi sonuna dek zorlarsınız. Bir oyuncu için sahnede olmak olağanüstü bir duygudur.. yaşadığınızı, soluk aldığınızı duyumsarsınız. Tiyatro yaşama tutunmanızı sağlar. Her gece kendinizi yeniden üretirsiniz’’ diye tanımladı. Amerikan edebiyatının usta yazarlarından Tennessee Williams’la olan özel dostluğuna da değinen Faye Dunaway, “İhtiras Tramvayı” oyununda Blanche Dubois karakterini canlandırdığını, her ikisinin de Güneyli olduğunu, Williams’ın “Yellow Bird (Sarı Kuş)” adlı kısa oyununu sinemaya uyarlaması için kendisine verdiğini, elde iyi ürün yoksa ortaya iyi yapıt çıkamayacağının altını çizdi. Bu kısa filmin ona yönetmenliğe adım atmada destek olduğunu, Güney’in katılaşmış gelenekselliğini, tutuculuğunu aynı derecede duyumsadıklarını söyledi. “Mommie Dearest (Sevgili Anneciğim/ 1981)” filmindeki Joan Crawford rolünde iyi bir yorum sunduğunu, Crawford’u oyuncu olarak çok beğendiğini, fakat tecimsel kaygılardan ötürü karakterin abartıldığını belirten Dunaway, kadınların her yaş dönemi için zorlu bir savaşım verdiklerini, olgunlaştıktan sonra ne yapması gerektiğine karar verdiğini, ama kendisi ne gelen rol önerilerinin gittikçe azaldığını, tüm genç kadın oyunculara ‘‘Projelerin ayağınıza gelmesini beklemeyin gidip onları kendiniz bulun, yaratın’’ dediğini vurguladı... 1950’lerde belgesel çekerek sinemaya giren Irvin Kershner, 1952’de Türkiye’ye gelip belgesel çektiğini, Türkiye’yi çok değişmiş bulduğunu, Mustafa Kemal Atartürk’ün Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki söylevinden etkilendiğini, onun gerçek bir lider ve dâhi olduğunu belirtti. Faye Dunaway’i ‘‘Laura Mars’ın Gözleri’’nde yöneten (1978) sinemacının öteki önemli filmleri arasında The Return of a Man Called Horse: (At Adamın Dönüşü/1976), Star Wars: The Empire Strikes Back (Yıldız Savaşları İmparatorun Saldırısı/ 1980), James Bond serisinden Never Say Never Again (1983), Robocop 2 (1990) yer alıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşurken kendini kaybettiğinin ilk örneği olmadığı için, bir vatandaşa sözüm ona yanıt olsun diye ‘‘Canım kardeşim, askerlik yan gelip yatma yeri değildir’’ demesine pek takılmadım ben. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın, söylenen her şeye konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan karşılıklar verme huyu olduğu öteden beri biliniyor. Söylenen her şeyi soru gibi anlayan, öyle anladığı için de kendince yanıtlar veren bir başbakanı var Türkiye’nin. Gerçekten de vatandaşın, ‘‘Askerlerimiz artık ölmesin’’ temennisini, ‘‘Askerlik nedir başbakanım?’’ diye soru olarak anlıyor Erdoğan. Belki de kendisini sürekli savunma durumunda görme halidir buna yol açan. ??? Yanıtlardaki sıradanlık açısından bakıldığında Erdoğan’ın halk gibi konuştuğu görülüyor. Bir iddiayı temellendirme gücünden yoksun olan kişilerin, herhangi bir toplulukta dile getirilebilecek basit cümlelerle kurulmuş ‘‘bilgiyi’’ sadece kendisinin bildiğini sanması, tebessüme yol açar. Erdoğan’ın sözlerini duyunca bende olan budur. Otorite sahibi oluşunu aynı zamanda bilgi sahibi olmak olarak anlayan çok kişi var. Erdoğan da ‘‘bilgi’’ sahibi olma (bilgelik) ile ‘‘otorite’’ sahibi olmayı (başbakanlık) sık sık birbirine karıştıran ender politikacılardan. ‘‘Askerliğin yan gelip yatma yeri’’ olmadığını, çocuklarını kaybetmiş asker analarından başka kim bilebilir? Ama Tayyip Erdoğan öyle bir konuşuyor ki, bunu bizim memlekette sadece onun bildiğini sanabilir insan. ‘‘Askerlik yan gelip yatma yeri değildir’’ belirlemesini yapmak için çok uzun boylu düşünmek gerekmez. Çünkü bunun böyle olmadığını memlekette bilmeyen yoktur. Bilindiği içindir ki, haylazlığından, başıboşluğundan yakınılan gencin düzelebileceği bir yer olarak da kabul edilir asker ocağı. Bu ocağın, ‘‘yan gelip yatma’’ mekanı olmadığını serseri oğlunun düzelmesi umudunu askere gidecek oluşuna bağlayan, (‘‘otorite’’ ya da ‘‘bilgi’’ sahibi de olmayan) köylü vatandaş da gayet iyi bilir. Aynı kelimelerle, aynı vurgularla askerliğin ne olduğunu kendisi gibi anlayan/anlatan başbakanını da (herhalde) bu yüzden çok B u Eylül’ü de barış özlemiyle karşıladık. Dünyada ve ülkemizde yaşanan acı olayların eşliğinde... Ortadoğu’yu çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek isteyen güçler bölgeyi rahat bırakmayacak besbelli... Peki, ya ülkemizde yaşananlar? Tam da, DTP’nin PKK’ye silah bırakma çağrısı yaptığı, Türk ve Kürt aydınlarının ‘‘Artık Yeter! Bu şiddet ve çatışma ortamına son verin!’’ feryadının gazetelerde yayımlandığı gün Diyarbakır’da yaşanan facia birilerinin ateşi körüklemek niyetinde olduğunu kanıtlamıyor mu? Eylül’ü barış şenlikleri ile karşılıyoruz karşılamasına ama, insanlarımızın her geçen gün daha çok teslim olduğu ‘linç kültürü’ karşısında çaresiz kalıyoruz. Toplumsal barışı sağlama umutlarımız her gün biraz daha azalıyor. Bu ortamda neler yapabiliriz, neler yapmalıyız; bu soruyu her gün yeniden sormamız gerekmiyor mu? ??? Eskiden Eylül deyince, 11 Eylül Şili darbesini anımsardık. Şimdi, pek anımsayan kalmadı. Artık, ‘İkiz Kuleler faciası’nı anıyoruz 11 Eylül’lerde... Neyse ki, bu yıl televizyonlarımızda (en azından bir kısmında) 11 Eylül’ün farklı yorumları da yer aldı. ABD’nin resmi kanallarının hazırladığı belgesellerin yanında alternatif filmleri de izledik ve en azından şu sorular bir kez daha zihnimize saplandı: Medyanın sunduğu resim acaba gerçeğin ne kadarını yansıtıyor? Gerçek, bize sunulandan çok fark KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR lı olabilir mi? Kim belirliyor bilincimizi? (Aynı soruları bizim ülkemiz için de sorabilirsiniz) Haftanın gündemini oluşturan bir başka yıldönümü daha vardı. 12 Eylül darbesinin 26. yıldönümünde, 78’liler Girişimi, çok sayıda sivil toplum kuruluşunun desteğinde çeşitli etkinlikler düzenledi. 12 Eylül günü İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleşen ve 13 başlık altında toplanan Atölye Çalışmaları çerçevesinde 12 Eylül’ün kültür ve sanat alanındaki etkileri enine boyuna tartışıldı. Özeleştiriden kaçınmadan, açık yüreklilikle... 12 Eylül sonrası yetişen (yetiştirilen) gençliğin durumu hiç de parlak değildi. Sanat alanında ‘‘imgenin nesnesizleştirilmesi’’ olgusu sanat ortamına egemen olmuştu... Kısacası, insanımızın da içi boşalmıştı, sanatımızın da... Ama, umutsuz olmayacaktık elbet. ‘‘Esirgemeyen ve bağışlamayan şiirin adıyla’’ söz alan Sezai Sarıoğlu’nun deyişi ile ‘‘huzurumuzun kaçması gerek’’ti. Bunun da yolu ‘öteki’nin dilini anlama çabasından geçiyordu hiç kuşkusuz... 12 Eylül Eylül günü Adalet Ağaoğlu, Ahmet Oktay gibi ustaların yanı sıra farklı disiplinlerden çok sayıda genç sanatçının da katıldığı etkinlikler, geçmişle yüzleşmeden geleceği kurmanın olanaksız olduğu gerçeğini hatırlatıyordu. Hafta içinde, Karşı Sanat’da 12 Eylül sürecine tanıklık eden kapsamlı bir sergi açıldı, belgeseller gösterildi. İstanbul’un sanat ortamına farklı bir dinamizm ve ruh kattı bu etkinlikler. ??? İçinde bulunduğumuz günlerde katıldığım bir başka toplantı da, hayati bir arayış içinde olan Türkiye soluna ışık tutar nitelikteydi. Şişli Belediyesi AB Merkezi’nin geçen cumartesi düzenlediği ve Alman Sosyal Demokrat Parti’nin temsilcileri ile Türkiye’nin sosyal demokrat cephesinden önemli isimleri bir araya getiren ‘‘Avrupa’da Sosyal Demokrasi ve Türkiye’deki Yansımaları’’ başlıklı konferansta sosyal demokrasinin güncel sorunları bir kez daha masaya yatırıldı. Türkiye solunu ‘Yenilenme, Bütünleşme, Kitleselleşme’ savı etrafında bir araya getirmek için bir yıldır ciddi bir emek harcayan ‘11 Aralık Hareketi’nin çalışmaları da aralıksız sürüyor. Türkiye’de sosyal demokrasiden sosyalist sola uzanan yelpazede aktif politikanın dışında duran nice değerli insanın ‘11 Aralık Hareketi’nin ilkeleri doğrultusunda bir araya gelerek siyasal yaşama katılmaları kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak ortada duruyor. Sanırım bu hareket, çok kısa bir süre içinde Türkiye siyasetine damgasını vuracak. Siyaset ön plandaydı ama, sanat etkinliklerinin de ardı arkası kesilmedi hafta boyunca. Ünlü ressam ve heykeltraşlarımızın yapıtlarını yorumlayan Vural Gökçaylı’nın kostüm tasarımlarının yer aldığı bir defile ile başlayan ‘‘Sanat Akmerkez’de’’ etkinliğinin ardından, haftanın ikinci gününde, DDF’nin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile gerçekleştirdiği ‘‘2. İstanbul Tasarım Haftası’’ ve Hakan Erdoğan’ın organizasyonu ile gerçekleşen ‘‘Bach İstanbul’da’’ konserleri başladı. Kayra’nın sponsorluğunda düzenlenen Bach Günleri’nde ‘ev konserleri’ de yer alıyordu. Büyükada’da, Gülfem Göksel’in evinin bahçesindeki konseri izlerken, sanki bir başka ülkedeymişim duygusuna kapıldım. Olağanüstü bir mekânda Musica Viva’yı dinlemenin keyfine diyecek yok elbet. Ama, orada o güzelim müziği dinlerken, ülkenin bir başka köşesinde olanlara aklınız takılıyorsa, işiniz hiç kolay değil... [email protected] Hayali suikast tartışmalara yol açtı LONDRA (BBC) ABD Başkanı George W. Bush’a yapılan hayali bir suikastı anlatan İngiliz yapımı film tartışmalara yol açtı. ‘The Death of A President (Bir Başkanın Ölümü)’ adlı filmin konusu muhafazakâr Amerikalılardan tepki görürken yönetmen Gabriel Range 56 ölüm tehdidi aldığını söyledi. Film, savaş karşıtı bir gösteri sırasında Bush’un bir keskin nişancı tarafından başından vurularak öldürülmesini konu ediniyor. Aynı zamanda filmin yazarlarından olan yönetmen Range, başkanın vuruluşunu canlandırmak için arşiv görüntülerinden yararlandığını söylüyor. Filmde başkan, dijital efektlerle, başının bir aktöre monte edilmesiyle canlandırılıyor. ‘Bir Başkanın Ölümü’, Bush’un partisi tarafından ‘şoke edici’ ve ‘rahatsızlık verici’ olarak tanımlanıyor. Ancak yönetmen, insanların filmi yargılamak için acele ettikleri görüşünde. Range, filmin güçlü dayanakları olduğunu, sansasyonel veya mantıksız olmadığını, yalnızca ABD’nin 11 Eylül saldırılarından bu yana ne kadar değiştiğine dair dolaylı bir bakış attığını iddia ediyor. Range, ‘‘Bana kalırsa kimse filmi izledikten sonra Bush’u öldürme hissine kapılmayacaktır’’ diye sözlerini tamamlıyor. Mel Gibson’ın olay yaratan ‘Passion (Tutku)’ filminin de haklarını elinde tutan ve ‘Başkanın Ölümü’nün haklarını da alan Newmarket Film, birkaç ay içinde film için ABD çapında bir dağıtım ağı oluşturmayı planlıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle