Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C olaylar ve görüşler EYLÜL CUMA Din İnancı Olanlar Olmayanlar Y eni cumhurbaşkanı kim olacak tartışması, ülkemiz gündemini bir süre işgal etti. Cumhurbaşkanı, bugünkü Millet Meclisi’nin mi, yeni seçilecek Millet Meclisi’nin mi seçmesi gerektiği konusu iki taraflı gerekçelerle tartışıldı. Sayın Başbakan’ın konu üzerindeki görüşleri ise birdenbire din konusuna yöneldi. Yakınma dolu bir ses tonuyla, ‘‘Din inancı güçlü kimselerin siyaset yapması istenmiyor mu?’’ dedi. Bu yöntemi her fırsatta yineleyen iktidar partisine muhalefetten bir yanıt gelmemesi dikkat çekici idi. İnancın güçlüsü veya güçsüzü olmaz. İnanç ya vardır ya da yoktur. Aslında ülkeyi inançlılar veya inançsızlar şeklinde ikiye ayırma çabası içinde oldukları açıkça belli oluyor. Kemalistlerin, dindar kişinin cumhurbaşkanı olmasını istemediklerini ima ediyorlar. Kemalistlere dinsiz gözüyle bakarken, Kemalistlerin kendilerine ne gözü ile baktıklarını hiç düşünmedikleri anlaşılıyor. Kemalistler yalnız Türkiyede yaşamıyorlar. Dünyanın her köşesinde Kemalist var. Çünkü Kemalizm, bir ülkeye özgü bir yönetim anlayışı değil. Özellikle sömürgeciliğin ne olduğunu bilen tüm dünya insanları, Kemalizmi tanımak ve saygı duymaktadırlar. Ülkemizin Kemalistlerine gelelim. Ülkemizin Kemalistleri dinsiz değildir. Büyük çoğunluğu Müslümandır. Dinleri kendilerine aileden yansımıştır. Kemalist, yaşam çizgisini düşlere göre değil, gerçeklere göre düzenlemek ister. Bu nedenle dininin kendisinden ne beklediğini öğrenmek için, Müslümanlığın tek kitabı olan Kuran’ı okur. Anlamını bilmediği Arapça ile değil, kendi dilinde yazılmış olanı ile. Bu kitabı anlamadan okuyan kişinin ibadet etmiş sayılamayacağı, kitabın içinde de yazılıdır. Okuduğu zaman Müslüman kişiden beklentinin özetle, Allah’a inanmak, Allah’ın bir insan olmadığını, dünyanın her köşesinde aynı anda hazır ve gözleyici bir güç olduğunu bilmek, aynı anda her kişinin kafasından geçen PENCERE Kadın Erkeğin Yarısı DOÇ. DR. TONGUÇ GÖRKER leri de bildiğini unutmamak, güçsüzlere ve yoksullara yardım etmek, açlığın ve yoksulluğun ne olduğunu kendi bedeninde deneyim yaparak algılayabilmek, çalışkan olmak, beden ve ortam temizliğine özen göstermek, zekât adı altında topluma katkı olarak vergi vermek, gerektiğinde inancını ve vatanını savunmaya hazır olmak, içinde bulunduğu toplumun bireyleri ile iyi ilişkiler kurmak, olduğunu fark eder. Müslümanlıkta Allah’la kişi arasında bir aracı yoktur. Kişi doğrudan Allah’a karşı sorumludur ve eyleminin hesabını doğrudan Allah’a verir. İbadetini de düşünerek yapar. İbadeti gösteri haline getirmez. İbadet gün içinde sürekli olduğuna göre, bir ibadethaneye de gereksinimi yoktur. Hıristiyanların kilise isimli ibadethaneleri, ibadetin haftanın yalnız bir gününde ve topluca yapılması nedenine bağlıdır. Törene benzeyen bu toplu ibadette öğüt veren din görevlileri de bulunur. Hıristiyanlıkta bu nedenle din görevlileri vardır. Müslümanlıkta din adamı yoktur. Doğrudan Allah’a hesap veren kişinin ibadetini topluma göstermeye çalışması, sadece gösteri amacına dayalıdır. İbadetini gösteriye dönüştüren kişinin bir çıkar gözettiği açıktır. Gösterisini daha etkili kılmak için, Müslümanın halkevleri demek olan camileri de ibadethane olarak gösterir. Din adamı gösterisi içinde fal bakanlar, muska yazanlar, sözde hasta tedavi edenler, bunu çıkarları için yapanlardır. Bunların en tehlikeli olanları da, din adamı görüntüsü içinde siyaset yapanlardır. Kemalistler bunlara ‘‘din satıcıları’’ derler. Din satıcısı, Kuran’da ne yazıldığını toplumun bilmesini istemez. Bu nedenle ibadetin Arapça olmasında ısrar eder. Kitapta ne yazıldığını toplum bilirse, kendisi birtakım uydurmaları din kuralı olarak ortaya atıp bundan çıkar sağlayamaz. Din satıcısı, çıkarı için Allah satan insandır. İnançlı kişi, Allah’a saygısı en azından korkusu nedeniyle Allah satışını aklına bile getirmez. Allah satan kişinin Allah inancı olamayacağı gibi, Allah korkusu da yoktur. Çünkü din satarak çıkar elde etme gibi bir günahın hesabını vereceği ikinci yaşama inanmaz. İbadet gösterisi için ibadethaneye gerek duyar. Caminin olmadığı yere mescit açar. Fırsat buldukça binaların dışına, bazen sokaklara taşan namaz gösterileri düzenler. Kısacası, din satıcısı dinsizdir. Kemalistler her türlü inanca saygı duyarlar. İnancına saygı duydukları kişinin din inancına katılmayabilirler ama.. onun inanç özgürlüğüne saygı duyarlar. Kendi inançlarını başkalarına dayatmak isteyenlere karşı çıkarlar. Kemalistler, din inancı olmayan kimseye de, onların kendi inancına saygı duymaları koşulu ile saygı duyarlar. Laikliğin inançlara saygılı olma kuralının anlamı budur. İnanç özgürlüğü de budur. Kendi inancını başkalarına zorla kabul ettirme çabası inanç özgürlüğü değil, din satıcısının zorbalığıdır. Müslümanın sarık gibi, cübbe gibi, sıkma baş gibi, takke gibi, tespih gibi, çember sakal gibi, tek örnek giysi kullanma veya sima yaratma gibi zorunlulukları yoktur. Din adamı bulunmadığına göre imam gibi, şeyh gibi, mehdi gibi, seyit gibi, hiçbir dayanağı bulunmayan unvanların da, Kemalist Müslüman için anlamı bulunmamaktadır. Bunlar, ülke dışından desteklerle ülke siyasetinde etkili olmayı başarmış din satıcılarının, pazarlamada kullandıkları araçlardır. Sonuç olarak Kemalist Müslümanların, ülkemizin tüm gerçek Müslümanlarına saygıları devam etmektedir. Siyasete bulaşmasını istemedikleri kişiler, din satıcısı dinsizlerdir. AKP Yalnız Kaldı T ürkiye’nin Lübnan’da oluşturulacak barış gücüne asker gönderip göndermeyeceğine ilişkin tartışmalar sürüyor. Cumhuriyet, konuyla ilgili tüm gelişmeleri okurlarına aktarırken muhalefet partileri ile sivil toplum örgütlerinin açıklamalarına yer verdi. Özetle, ‘‘Türkiye’nin ateş çemberine karışmasına” karşı genel bir kanı oluştu. Birleşmiş Milletler’in görev tanımında ve 1701 sayılı kararında, Lübnan’a gidecek gücün çatışmaya girebileceği net biçimde ortaya konuluyordu. 25 Ağustos Cuma günü gazetemizin manşeti, ‘‘Savaştıracaklar’’ şeklindeydi. Aynı gün, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki görev devir teslim töreni sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ‘‘Lübnan’a asker gönderilmesi için sırtımız sıvazlanıyor. Orada çıkarımız yok. Bizi belirsizliğe itecekler’’ diyerek tavrını ortaya koydu. Cumhurbaşkanı’nın altını çizerek vurguladığı ‘‘Lübnan’a asker gönderilmesin’’ şeklindeki açıklamasına TBMM Başkanı Bülent Arınç tepki gösterirken AKP hükümeti bu konuda yalnız kaldı. Önümüzdeki günlerde, ‘‘Lübnan’a asker gönderme’’ konusu üzerinde çok konuşulup tartışılacak bir gündem maddesi olacak. Hükümetin beceriksizliği Çevre ve Orman Bakanlığı, Türkiye’yi kasıp kavuran orman yangınları konusunda sınıfta kaldı. Bakanlığın eylem planında yangına 15 dakika içinde müdahale edileceğinin belirtilmesine karşın günlerce uçak bekleyen ormanlar yandı kül oldu. Eldeki uçakların arızalı, bakımda olması, İstanbul’daki uçakların bölgeye günler sonra gönderilmesi, kelimenin tam anlamıyla beceriksizlikti. Sağlığımıza dikkat! Geçen cumartesi günü başladığımız sağlıklı yaşam rehberi yazı dizimiz, birçoğumuzun aklına takılan sorulara yanıt bulacak. Ülkemizin önde gelen uzmanları, sağlıkla ilgili her konuda son gelişmeleri aktararak bilinçlenmemize yardımcı olacaklar. Hastalıklarla ilgili tanı ve tedavilerdeki gelişmeleri okurlarımıza bu yazı serisiyle aktaracağız. Bağımsızlık Marşı Bağımsızlık günü 30 Ağustos’ta, Cumhuriyet bir yeniliğe daha imza atıyor. Bu hafta çarşamba günü, okurlarımıza Bağımsızlık Marşı CD’si veriyoruz. Atatürk’ün Güneş Ülkesi adlı marşı, Bakırköy Belediyesi’nin katkılarıyla ücretsiz olarak dağıtacağız. İyi haftalar... T Lübnan’da Atılan Zar ‘‘Mavi Bereliler’’ ateş açabilecek. BM personeline yönelik saldırgan eylem veya saldırgan eylem niyeti içeren davranışlar karşısında; Lübnan ordusu ile Lübnan hükümet üyelerini saldırılardan korumak amacıyla insani yardım görevlilerini bu eylemlerden korumak ve de sivilleri doğrudan hedef alan fiziki tehditler karşısında UNIFIL ateş açacak. Bu ‘‘barış gücü’’ başka. Şimdiye dek gördüğümüz ‘‘barış güçlerinden’’ farklı. Lübnan’a gönderilen BM güçleri; ‘‘polislik’’ ya da ‘‘gözlemcilik’’ yapmayacak, ‘‘asker’’ gibi çarpışacak. Bu ‘‘çatışma şartlarının’’ belirlenmesinde kilit rol oynayan Chirac; Lübnan’a gidecek Fransız askerleri kontenjanını 400’den 2000’e çıkarınca, ayak sürçen tüm diğer AB ülkeleri birer birer UNIFIL’e yazıldı. ‘‘Tarihi nedenler’’ gerekçesiyle, Lübnan’a asker göndermekten kaçınan Almanya bile; son dakikada furyaya katıldı. Ve BM’nin ‘‘Barış Gücü’’ kontenjanı birkaç günde zınk diye 7000’e fırladı. Baş döndürücü hız kazanan gelişmeler karşısında; ‘‘operasyona’’ yönelik kuşkular ve eleştiriler de bıçak gibi kesildi. Niye? BM gücüne tanınan silah kullanabilme yetkisi, ‘‘kırılgan ateşkesi’’ korumaya yetecek mi? Hayır. Hiçbir garantisi yok bunun. İSRAİL GÜVENCE VERMİYOR Başta İsrail, yeniden silaha sarılmayacağına dair güvence vermiyor. ‘‘Barış gücü... projesi yürümezse, yeni bir savaş olur mu’’ şeklindeki bir soruya İsrail Dışişleri Bakanı Livni’nin verdiği yanıt, özetle şöyle: ‘‘Biz savaşa alışığız. 1948’den beri kuşatma altında yaşıyoruz. Varlığımızı korumak için ne icap ederse yaparız... Lübnan devleti İran NİLGÜN CERRAHOĞLU ve Suriye çıkarlarını temsil eden Hizbullah’ın elinde oyuncak olur da, (yeniden İsrail karşıtı) saldırılar başlarsa; kendimizi korumak hakkını mahfuz tutarız!’’ (La Stampa, 25 Ağustos) Açık ve net. Hal böyleyken nasıl oldu da düne kadar ‘‘mission impossible’ başarı şansı olmayan, imkânsız misyon olarak tanımlanan UNIFIL projesi üzerindeki tüm kuşkular dağıldı? Askerler, deneyimli politikacılar, muhalefet, enine boyuna konuyu tartışıyor; ‘‘Hizbullah’ı silahsızlandırmak başlı başına güç iş. Ama neticede Hizbullah silahlarının verebileceği zarar sınırlı. Son savaşta bunu gördük. Asıl sorun İsrail. İsrail, Ortadoğu’nun en büyük askeri gücü. Kontrol altına alınabilecek mi?’’ diye soruyorlardı. AB ülkeleri ‘‘imkânsız misyona’’ tahsis edilen asker sayısını 7000’e çıkarttığı anda, bu eleştiriler durdu. Tüm Avrupa siyası sınıfı; sağcısıyla, solcusuyla bir yarışa girdi. Irak’a asker göndermek konusunda kıyamet koparan; ‘‘Irak’tan asker çekmeyi’’ seçimlerde oya tahvil eden İspanya ve İtalya solu şimdi projenin bayraktarlığını yapıyor. Prodi ile D’Alema; ‘‘Lübnan’a asker göndermek’’ davasının en ateşli savunucuları. ABD ile ilişkileri germek pahasına Irak’tan asker çeken İspanya’daki Zapatero hükümeti ise, İtalya ve Fransa ile Lübnan’a en çok asker (1000) gönderen ülkelerin başında. Akla gelen ilk açıklama şu: ABD işgali için Irak’a asker göndermekle, ‘‘yeni bir çatışmayı önlemek’’ adına Lübnan’a asker göndermek farklıdır! Ama işte meselenin püf noktası da burda. BM askerleri, gerçekten de ‘‘yeni bir çatışmayı önlemek inancıyla’’ Lübnan’a gönderilseydi; bu mantık inandırıcı olabilirdi. Ama öyle değil. Kimse başta Bayan Livni olmak üzere ‘‘yeni bir çatışma olmayacağının’’ garantisini veremiyor. O zaman da işin rengi değişiyor. Ve Lübnan’a gönderilen askerler; Avrupa’nın yeni ‘‘güç politikası’’nın aracına dönüşüyor. İtalya, oldum olası önem atfettiği ‘‘Akdeniz’de’’ yeni bir ağırlık kazanmak istiyor. Fransa, İtalya ile giriştiği rekabette, bölgedeki ‘‘nüfuz alanını’’ korumaya çalışıyor. İspanya, ‘‘Denklemde artık ben de varım!’’ diyor. Zarların yeniden atıldığını gören Almanya ise kısaca ‘‘Hoop!’’ demeye getiriyor: ‘‘Beni görmeden geçemezsiniz!’’ ‘‘Hizbullah’ı silahsızlandırmak’’ filan artık ikinci planda. 24 Temmuz tarihli yazımda ‘‘Bu savaş farklı. Statüko çökmüştür!’’ diye yazmıştım. Yeni bir dünya, yeni bir Avrupa, yeni bir Ortadoğu... Tüm taşların yerinden oynadığı bir evredeyiz. Avrupa ülkeleri tarihten gelen, uzun dönemli hedef ve stratejilerle hareket ediyor. Bir yanda Ortadoğu; bir yanda Avrupa... Türkiye’nin hedefi ve stratejisi nedir? Lübnan’a asker genderip göndermemek üzerinde alınacak kararlar; bundan böyle artık yalnız Lübnan sorunu, Kuzey Irak ya da ideolojik duruşlarla değil, Avrupa’yı da içeren bir büyük strateji üzerinden belirlenmek zorunda. Var mı böyle bir strateji? Sorun bu... Türkiye’ye Prestij mi Kazandırır? D ışişleri Bakanı Sayın A. Gül, basına yaptığı açıklamada ‘‘Lübnan’a asker göndermek Türkiye’ye prestij kazandırır’’ değerlendirmesini yapmış. ‘‘Emperyal güçler, bizden, Türkiye’den ne istiyor, ne bekliyor’’ sorusunun yanıtını, en gerçekçi, sağlıklı biçimde, nitelikleri malum medyanın rüzgâr gülleri yorumcu ve köşe yazarlarından, bazı sivil toplum örgütlerinin açıklamalarından, genelde bakanlarımızın demeçlerinden öğrenebiliyoruz. Emperyal güçlerin istekleri, beklentileri, çeşitli yayın organlarına dağılmış yazar ve yorumcuların önerileriyle, kimi sivil toplum örgütlerinin açıklamalarıyla, bazı bakanlarımızın değerlendirmeleriyle, demeçleriyle örtüşüyor, paralellik gösteriyor. Emperyal güçler Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesini istiyor. Yerli destekçileri de ‘‘Türkiye prestij, itibar kazanır; 1 Mart tezkeresinin geçmemesinin doğurduğu olumsuz hava dağılır; Türkiye yeni çizilecek Ortadoğu haritasında söz sahibi olur; Türkiye 1 Mart tezkeresiyle hata yaptı, Lübnan’a asker göndermemekle bu hata yinelenmemeli; asker yalnız savaş için değil, barış için de yurtdışına gönderilir’’ gibi gerekçelerle kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda iki sorunun yanıtını aramamız, irdelememiz gerekir. Emperyal güçler, ‘‘niçin asker gönderterek bizim bu işe bulaşmamızı istiyor?’’ İkinci soru ‘‘Lübnan’a asker göndermenin bize sağlayacağı yarar ne?’’ veya bu soruyu bir başka biçimde de ortaya koyabiliriz: ürban dincilerin karşıdevrim siyasetinde koçbaşı gibi kullanılıyor... Kurnazlık stratejisi ya da taktiği!.. Doğrusu bu işi iyi tutturdular... Dinci erkek Avrupalı gibi giyinip kravatını takıyor... Sıra kadına geldi mi laf ebeliği yapılıyor: Kuranıkerim’e göre türban taifei nisa için gerekli!.. Yok canım!.. ? Kuranıkerim’in kadınlara dönük başka kuralları da var... Bir örnek: Eski Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş, Vatan gazetesinde köşe yazarıdır... Son yazısının başlığı: ‘‘Kız çocukları mirasın tamamını neden alamıyor?’’ Neden alamıyormuş?.. Bir okuru eski Diyanet İşleri Başkanı Ateş’e sormuş: ‘‘ Bir yazınızda, ölenin sadece bir kız çocuğu varsa, onun mirasın yarısını alacağını belirtmiştiniz. Kız çocuğu ikinci planda mı tutuluyor?..’’ Bahar Oduncu adındaki okur ayrıca sorguluyor: ‘‘ Neden erkek çocuğa mirasta fazla pay veriliyor?..’’ ? Eski Diyanet İşleri Başkanımız Süleyman Ateş yanıtlıyor: ‘‘ Kız çocuğu gelin olup gider, kocası ona bakmakla yükümlüdür. Sorumluluğu gereği erkeğe mirastan fazla pay vermek hakkaniyete uygundur.’’ Maşallah!.. Kuran ahkâmına, şeriat hükümlerine göre kadınlara kızlara, erkeğe verilenin neredeyse yarısı kadar miras payı düşer... Sayın Ateş diyor ki: ‘‘ Kocası kadına bakmakla yükümlüdür...’’ Ya yine şeriata göre koca eşine dönüp: Boş ol!.. dedi mi ne olacak?.. Kadın bohçasını alıp evi terk edecek... Bu ne mene erkek sorumluluğu... Bu ne biçim ‘‘hakkaniyet’’?.. ? Bizim dinciler türban konusu üzerinde tepinirler de kadının miras hakkı üzerinde ağızlarını açmazlar... Oysa Kuranıkerim açık ve seçik buyruğuyla kadını miras konusunda kısıtlamıştır... Daha açıkçası bizimkilere göre kadın türban konusunda şeriata uyacaktır... Miras konusunda Kuran’a boş verecektir... ? İslamcılar, dinciler, softalar neden miras, boşanma, hırsızlık vb. şeriat konularını es geçiyorlar?.. Ağızları kilitli.. Fermuarlı.. Zincirli.. Ya kadınlar?.. Gıkları çıkmıyor.. Medeni Kanunumuzun, yeni deyişle ‘Yurttaşlar Yasası’nın şeriata, başka deyişle Kuranıkerim ahkâmına aykırı kurallarını bir yana bırakıp yalnız türbanı sorun yapmak dincilerin laik Cumhuriyetle kavgalarında tilki kurnazlığının dışavurumudur... ‘‘Türban insan haklarından değildir’’ deyince kıyamet koparırlar... Mirasta kadına, erkeğin yarısı kadar hak tanımak insan hakkı mı?.. ÖZTİN AKGÜÇ ‘‘Lübnan’a asker göndermenin Türkiye’ye maliyeti ne olur?’’ Batılıların, emperyal güçlerin Türk askeri ısrarının, üstelemesinin iki nedeni var? İlki Türkiye ne kadar fazla asker gönderirse kendi yükleri, sorumlulukları o denli azalacak, kendi kamuoylarından gelebilecek tepkiler yumuşayacak. Sorumluluğu, yükü, deneyimsiz, gösterişe düşkün, lider olma heveslisi, biraz da safça gördükleri, özür dilerim dolduruşa kolay gelen AKP yöneticileri aracılığıyla Türkiye’nin üstüne yıkmak, kuşku yok ki kendileri açısından akılcı bir strateji. Lübnan’da çatışmaların durması olasılığı zayıf, İsrail ya da Hizbullah ile bir çatışma, İsrail ile ya da İran, Suriye ekseni ile arayı bozar. Batılılar, ABD dışında iki yönlü, ya da tek yönlü bozuşmayı da istemezler. Onlar için selamet, bu işe karışmamak, olabildiğince uzak durmak, hafif bir zararla atlatmaktır. Türkiye’nin bu işten çıkarı ne? İnsan kaybı dışında, Türkiye, emperyal güçlerin tam dümen suyuna girer. Hizbullah’la bir çatışma, kamuoyumuzda Hizbullah, İran, Suriye aleyhine bir akıma yol açar. Emperyal güçlerin istedikleri de budur. Türkiye kamuoyunu emperyal güçlerden yana çevirmek, çatışmalarda Türkiye’yi taraf haline getirmek... Türkiye’nin bu tür hesapları, beklentileri boşa çıkarması gerekir. Ayartıya kapılıp, özür dilerim, sazan balığı gibi hemen oltaya gelmemesi gerekir. Türkiye’nin, Ortadoğu haritası çizilirken söz sahibi olması savı ise tam bir kandırmacadır. ABD, BOP ya da GOP’u Ortadoğu’da Türkiye ile ortak egemenlik kurmak için hazırlamadı herhalde. Amaç, yükü, maliyeti biraz da Türkiye üzerine yıkarak, Türkiye’yi kullanarak genişletilmiş Ortadoğu’da ABD’nin ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmak ve pekiştirmek. 1 Mart tezkeresi geçseydi, Ortadoğu’da söz sahibi olurduk savı ise, kamuoyunu aldatmaya yönelik. Kanıtlama olanağı yok. ABD’nin BOP ve GOP projesini bilenler için boş bir iddia. 1 Mart tezkeresi geçseydi, Türkiye’nin başı tam anlamıyla belaya girerdi. ABD ile çatışmak bile gündeme gelebilirdi. Biraz mistik bir değerleme olacak ama, Tanrı, AKP iktidarı ile aymazlıktan kurtulmayan Türkiye’yi cezalandırırken, 1 Mart tezkeresinin geçmemesiyle de Türkiye’yi beladan kurtardı. Türkiye, yine oyunlara, ayartılara kapılıp Lübnan’a asker göndermesin. Göndermek zorunda kalsa da sembolik olsun. Türkiye’de yabancı güçlerin sesyayarlığını yapanların hangi siyasal ya da ekonomik öngörüleri doğru çıktı ki, Lübnan konusundaki öngörüleri gerçekleşsin. Şu AKP dönemini olanak ölçüsünde az zararla atlatalım. CUMHURİYET 02 CMYK